Pazartesi, Şubat 25, 2008

YA GOOGLE MICROSOFT’U ALIRSA


Dileyen herkes minimal cihazlarla (belki de vücuda entegre edilecek aparatlarla) nerede olduğunu bilmedikleri global bir iletişim ağına bağlanıp diledikleri her şeyi yapabilecekler. Etrafımızı saran hava gibi, etrafımızı saran bir internetimiz olacak.


2008 yılında işle ilgili dünya piyasasına düşen bombaların ne kadarı gerçek ne kadarı ABD merkezli global krizin çıkmasını geciktirmeye yönelik ayırt etmek giderek güçleşiyor.

Microsoft’un Yahoo’yu satın alma teklifi de bu kategoride değerlendirilebilir. Microsoft Yahoo’yu alma konusunda ne kadar gerçekçi ya da kararlı? Evet Google yavaş yavaş Microsoft’un oyun alanına girmeye başladı. Microsoft’un en kritik iki ürününden birisi olan MS Office ürün setinin yaptığı işi yapan yazılımları üreten firmaları satın almaya başladı.

Google, Microsoft’un diğer kritik ürünü olan MS Windows’un ise zaman içinde Internet’in kendisi tarafından öldürülmesini bekliyor olsa gerek. Yüksek hızlı internet altyapıların tarafından. Fare-klavye, pc – ekran donanım ikilisi gibi “gereksiz” donanımların kullanılmasına gerek kalmayacak devir geldiğinde kim işletim sistemine, kim ofis uygulama yazılımlarına gereksinim duyacak ki? Tüm bu işlevlerin “internetin bir parçası olduğunu” düşünün.

Dileyen herkes minimal cihazlarla (belki de vücuda entegre edilecek aparatlarla) nerede olduğunu bilmedikleri global bir iletişim ağına bağlanıp diledikleri her şeyi yapabilecekler. Etrafımızı saran hava gibi, etrafımızı saran bir internetimiz olacak.

Bu perspektif içinde Microsoft’un Yahoo gibi bir firmayı satın alma girişiminin gerisinde neler olabilir? Microsoft, Yahoo’da olan özelliklere sahip bir şirket haline geldiğinde 21. yüzyılda ayakta kalabilmeyi garanti edebilir. İlk bakışta bu satın alma Google’un işine yarayacak gibi görünüyorsa da uzun vadede bu Microsoft’un hayatta kalması için kaçınılmaz bir adımdır.

Yahoo teklifi çok fazla düşünmeden bir hafta içinde reddetti. Sebep olarak da önerilen parayı az buldu (oysa Microsoft’un önerdiği rakam, Yahoo’nun piyasa değerinin %60 üstündeydi). Fiyatı az bulmak nazikçe reddetme mazereti olabilir.

Eğer Microsoft’un Yahoo gibi bir şirketi alma arzusu, ABD’deki adı konmamış krizi geciktirmekten öte bir ciddiyete sahipse, Yahoo’nun teklifi reddetmesi bunu gölgelemiş oldu.

Yahoo’nun bu denli hızlı cevap vermesinin düşündürücü başka bir yanı daha var. 1999 yılında yaklaşık 6 milyar dolar değerinde hisseye karşılık olarak Yahoo’nun Broadcast.com adlı şirketi satın alması ve akabinde hem dot-com çılgınlığının bir anda ortadan kalkması hem de internet üzerinden TV yayını yapma konusunda altyapının yeterince hazır olmaması Yahoo’nun o parayı sokağa atmış olmasına neden oldu.

Yahoo her ne kadar birkaç kelle kopararak bu kabahati örtbas etti ama işin ilginç yanı o günden sonra firma alma sürecinde yoğurdu üflemeden yememe gibi bir metodolojiyi kendisine düstur edindi. En azından geçen haftaya kadar bu böyle idi. Ancak Microsoft’un teklifine koşarak cevap vermeleri genel temayüllerin dışına çıktıklarının da bir göstergesi. Acaba bunda Microsoft’un peşin alım teklifinde Yahoo’nun iki kurucusunun da kapının önüne konacak olmasının bir etkisi var mı, insan düşünmeden edemiyor?

Bundan sonra Microsoft ne yapar? Microsoft’un illa ki internet dünyasının içindeki bir devle birleşme ya da satın alma sürecine gitmesi gerekecek. Aksi taktirde kara delik gibi kendi içinde küçülüp yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.

İşin ilginci Microsoft eğer Yahoo teklifinden eli boş dönerse, bu kez sıra Google’a geçmiş olacak. Google’un önündeki alternatiflerden bir tanesi de Microsoft’u satın almaya kalkması.

80li yıllarda Microsoft’un IBM’i gölgede bırakması nasıl ki büyük boy bilgisayar sistemlerinden PC dünyasına geçişin gayri resmi mührü olduysa, bir internet şirketi olan Google’un Microsoft’u satın alması da “PC bilgisayar cihazı”ndan etrafımızı saran iletişim ağı Internete geçiş sürecinin başlaması anlamına gelecek.

Bu sürecin sonucunda insan bedenine ne tür yeni dijital yapay organlar eklenmiş olacak; ömrümüz yeterse göreceğiz.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 22 02 2008

ENDER’İN MÜTHİŞ OYUNU !


Soyut düşünme konusunda fazla yetenekli olmayan gençlerin İncil okuması nasıl açıklanabilir? Ya da soyut düşünme yeteneği ileri düzeyde olan gençlerin Atlas Vazgeçti gibi Yüzyıllık Yalnızlık gibi kitapları okuyor olması?


Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımın göndermiş olduğu haber ilgimi çekti. Her ne kadar yapılan araştırmanın güvenilirlik derecesi konusunda şüpheler varsa da araştırma konusunun kendisi oldukça ilginçti.

Buna göre bir üniversite öğrencisi Facebook’taki bilgileri baz alarak, üniversite öğrencileri arasında bir araştırma yapmış. ABD’deki üniversitelere girme sürecinde önemli bir gösterge olarak değerlendirilen SAT adlı sınavdan alınan puanla okunan kitaplar arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? (SAT sınavı bizdeki ÖSS türü bir sınav; çeşitli türleri var. Genel, biyoloji matematik gibi).

Araştırma öğrencisinin kurmaya çalıştığı ilişki şu: SAT gibi bir sınavdan yüksek not alan profildeki bir genç ne tür kitapları okumaktan hoşlanıyor? Ya da tersi nispeten daha düşük bir skor tutturanların okuduğu kitaplar nelerdir?

Arkadaşımın bu haberi bana gönderme nedeni ise ikimizin de okumaktan keyif aldığımız bir kitabın en üst düzeyde not alanların okuduğu kitaplar arasında yer alması (bu arada ne arkadaşım ne de ben zamanında SAT sınavına girmedik).

Listede sadece fantastik kitaplar ya da bilim-kurgu kitapları yer almıyor. Suç ve Ceza gibi klasiklerden İncil gibi kutsal kitaplara Dan Brown’dan Rüzgarlı Bayır’a kadar geniş bir spektrum var tabloda.

Acaba bu tabloya bakılarak ne tür yorumlar yapılabilir? Soyut düşünme konusunda fazla yetenekli olmayan gençlerin İncil okuması nasıl açıklanabilir? Ya da soyut düşünme yeteneği ileri düzeyde olan gençlerin Atlas Vazgeçti gibi Yüzyıllık Yalnızlık gibi kitapları okuyor olması?

Arkadaşımla benim listedeki favori kitabımız; Orson Scott Card’ın Ender’in Oyunu isimli bilim kurgu edebiyatının önde gelen örneklerinden birisi. Bu kitapta basitçe gezegenler arası savaşla bilgisayar oyunları arasında müthiş bir bağlantı kuruluyor. Öyle ki bilgisayar oyunu oynayan aslında savaşıyor ya da savaşan aslında bilgisayar oyunu oynuyor.

Ülkemizin şu an içinde bulunduğu tabloya baktığımızda acaba durumunu nedir? Türkiye’de ÖSS’den yüksek puan alan gençlerin okuma tercihleri ne yöndedir? Umarım bu yazı üniversitelerimizin ilgili bölümlerindeki araştırma görevlileri için tetikleyici bir unsur olur. Benzer bir çalışma sonuçlarını biz de görürüz.

Merak edenler için bahsettiğim araştırmanın basit metodolojisine kısaca değineyim. Araştırmayı yapan, ABD’deki okulların SAT sınav başarılarını baz almış (yani şahsen öğerncilerin sınav sonuçlarını değil). Daha sonra Facebook’ta bulduğu deneklerin hangi okuldan mezun olduğunu ve okuduğu kitapları listelemiş. Diyelim ki SAT sınavında 1,100 puan ortalamasına sahip bir liseden mezun olan kişinin okuma alışkanlıkları ve sevdiği kitaplar 1,100 puan sütunu altına yerleştirilmiş.

Tabii bu metodolojide önemli hata payı var. Bunların başında SAT puanların şahısların kişisel skorları olmaması geliyor. Diyelim ki bir liseden SAT’ye on öğrenci girdi ve 900 puan ortalaması tutturdu. SAT sınavına girseydi 1,200 puan alabilecek kapasitede olan o okul mezunu bir kişi de 900 puan kategorisinde değerlendiriliyor.

Bir başka hata payı da Facebook’ta yer alan bilgilerin güvenilirliği. Çalışma bütünüyle Facebook’taki beyanın doğruluğunu baz alıyor. Yani kişi bir kitabı okumadığı halde oraya okudum diye not düşmüşse çalışmaya göre okunmuş kitap olarak değerlendiriliyor. Özellikle bir grup müdavimin Facebook’a kendileriyle ilgili olarak eklediği bilgilerin bütünüyle yanlış olduğu düşünülürse ortaya çıkmış olan tablonun bilimsel inanılırlılığı ciddi tartışma götürebilir.

Ancak realitede dijital kültürün gerçek müdavimleri (ki bu örnekte araştırılan kişiler yaşları itibariyle bu profile giriyor) bu tür sahtekarlıklara başvurmuyorlar.

ÖSS sınavından yüksek puan alanlar ne okuyor? Ya da ÖSS sınavından düşük puan alanlar içinde kayda değer bir kitap okuru var mı? Bilgi toplumu olmama yolunda hızla ilerlerken bu tür sorulara da cevap bulmakta güçlük çekeceğiz. Hal böyle olunca örneğin 18 yaşında genç bir kızın kendisine kendi zoruyla neden sınırlama getirmek istediğini de anlayamayacağız.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 15 02 2008

Salı, Şubat 12, 2008

SIRADIŞI ŞAMPİYON FISHER ÖLDÜ !


Kendisi de Yahudi olan Fisher’in öteden beri Yahudi karşıtı ve son dönemde de ABD karşıtı beyanlarda bulunduğu kaydedilmiştir. Öyle ki 11 Eylül olayları üzerinden 24 saat geçmeden, bir Filipin radyosuna “iyi olmuş” mealinde beyanatta bulunduğu bilinmekte.


Satranç dünyasının sıradışı eski dünya şampiyonu Amerikalı Bobby Fisher 17 Ocak Perşembe günü böbrek yetmezliğinden, 2005 yılında vatandaşı olduğu ülkede; İzlanda’da 64 yaşında öldü.

Sanırım bugün ellili yaşlarını idrak edenlerden daha genç olanlar Fisher’i pek anımsamayacaktır. Fisher 1972 yılında, yine İzlanda’da yapılan dünya satranç şampiyonluğu ünvan maçında zamanın dünya şampiyonu Rus Spassky’i 12,5’a 8,5 ile yenerek dünya şampiyonu olduğunda konu sadece satranç ile sınırlı değildi. ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki soğuk savaşın en yoğun yaşandığı o dönemde bir Amerikalı’nın bir Rus’u dünya çapında bir organizasyonda yenmesi spordan çok içerdiği politik mesajlar açısından çok daha önemliydi.

Fisher bir yanda Amerika’da satrancın patlama yapmasına neden olmuş diğer yanda ise sıradışı bir hayata da adım atmıştı. Örneğin şampiyon olduktan üç sene sonra 1975 yılında yapılacak yeni ünvan maçına çıkmadı ve hükmen mağlup sayıldı. Böylece şampiyonluk yeniden Ruslara geçmiş oldu. Yeni dünya şampiyonu Karpov olmuştu. Hem de maç yapmadan.

Asrın maçı denilen, 1972’deki şampiyonluk maçı da ilginç gelişmeler yaşanmıştı. Örneğin ilk oyunu kaybeden Fisher, ikinci oyundan önce organizasyondan bazı taleplerde bulunmuş ve bunların yerine getirilmemesi nedeniyle ikinci oyuna çıkmayarak hükmen mağlup ilan edilmişti. Böylece Fisher, 2-0 geriye düşmüştü. Daha sonra bazı yorumlarda Fisher’in bunu rakibinin motivasyonunu dağıtmak için bilinçli yaptığı belirtilmiştir. Bunu destekleyen bir tavır üçüncü oyun öncesinde de gözlendi.

Üçüncü oyun için salona geldiğinde rakibi Spassky masanın başında yerini almış Fisher’i bekliyordu. Fisher doğruca gidip yerini alacağına odadaki kamerayla, mikrofonla oynamaya başlamış ve ancak uyarılar sonucunda yerini alarak oyuna başlamıştı.

1975’teki ünvan maçına çıkmadan önce de Fisher, bu kez 64 maddelik bir talep listesini organizasyondan sorumlu uluslararası satranç federasyonuna göndermişti. Talepleri karşılanmayınca da federasyona çektiği bir telgrafla maça çıkmayacağını ve ünvanı iade ettiğini bildirdi.

Bundan sonra Fisher karanlığa gömüldü. Hatta seksenli yılların ortalarındaki ünlü Karpov-Kasparov ünvan maçı sebebiyle gündeme gelen satranca konsantre olduğumuzda, Fisher’in sağ mı ölü mü olduğunu bile bilmiyorduk (anımsatma: o zaman internet yoktu!)

Fisher ilginç bir şekilde 1992 yılında yeniden dünya kamuoyunun önüne çıktı. Hem de ABD’ye kafa tutacak şekilde. Yugoslavya’nın parçalanmasına neden olan savaş sürecinde, ülkeye uluslararası ambargo uygulanırken, Fisher eski rakibi Spassky ile Belgrad’da bir gösteri maçı yapacağını açıkladı. ABD’nin uyarılarına aldırmayan Fisher Yugoslavya’ya gitti, maçı yaptı, 10-5 kazandı ve bir daha da ABD’ye dönemedi. Çünkü ABD hakkında tutuklama kararı çıkartmıştı.

Doksanlı ve ikibinli yıllarda Fisher Macaristan, Filipinler, Japonya gibi ülkelerde yaşadı. Sonunda bir Filipinler – Japonya seyahatinde Japonya’ya girerken pasaportuna el kondu ve göz altına alındı. Yakın dostlarının düzenlediği kampanya sayesinde 2005 yılında İzlanda Fisher’e vatandaşlık hakkı tanıdı ve Japonya da Fisheri İzlanda’ya gitmek üzere sınırdışı etti.

Kendisi de Yahudi olan Fisher’in öteden beri Yahudi karşıtı ve son dönemde de ABD karşıtı beyanlarda bulunduğu kaydedilmiştir. Öyle ki 11 Eylül olayları üzerinden 24 saat geçmeden, bir Filipin radyosuna “iyi olmuş” mealinde beyanatta bulunduğu bilinmekte.

Belki de bu nedenle böbrek yetmezliğinden öldüğü halde dünya medyasında yayınlanan ölüm haberlerinde “ölüm nedeninin bilinmediği” yönünde ibareler yer almakta. “Belirsiz ölüm nedeni” ibaresi bugün genelde kamuoyunun aklına AIDS hastalığını getirmekte. Belki de bu medya maymunu olmaktan özenle kaçındığı anlaşılan Fisher’i dünya medyasının ince bir aşağılama şekli.

Güvenilir internet kaynaklarına göre eski şampiyonun son sözü şu olmuş : “Acıyı dindirmede hiçbir şey bir insan dokunuşu kadar etkili olmuyor”.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 08 02 2008

ÇOK YALNIZIM BE ATAM!


Bir web sitesine yasak getirmenin kendimize etkisi nedir? Bence bu sayede güç kazanmamızı engellemiş oluyoruz. Güç kazanamadıkça, güçsüz kaldıkça muhtaç olma, muhtaç kalma durumumuz da devam ediyor. Kime ya da neye muhtaç olma? Bizim yerimize karar veren makamlara, süreçlere.


Interneti gözünde büyütenlere hep aynı örneği vermeye çalışıyorum. Aslında internetle ilgili herşey gündelik hayatımızın içinde de var. O halde interneti yorumlarken onun bildik, gündelik hayatımızdaki muadilini bulup onu değerlendirmek yardımcı olabilir.

Mesela “Çocuğum internetin, bilgisayarın başından saatlerce kalkmıyor” diyen bir ebeveyne şu soruyu sormak gerekir: Çocuğunuz piyanonun başından saatlerce kalkmıyor olsaydı yine aynı şekilde yakınır mıydınız?

İlk bakışda bu analoji sağlıklı görünmeyebilir. Neden? Çünkü piyano çalmak “rüştünüz ispat etmiş” bir faaliyet. Hem de her yaştan, her sosyo-ekonomik yapıdan insan için. Piyano çalmak bir şekilde “kurtarılmış bölge”. Eğer bir çocuk oraya geçmek isterse sorun yok. Ama bilgisayar ya da internet hala öyle değil. Çünkü ebeveyn yaşındaki kişilerin pek çoğu için bunlar hala “teknolojik zamazingo”. Ebeveyn konuya hakim olmadığı şeyi itici bulur ya; bilgisayar, internet henüz o kategoriden kendisini kurtaramadı.

Gündelik hayatımızla irtibatlandırılması gereken son günlerin flaş internet olayı ise şu ünlü video paylaşım ortamı olan http://www.youtube.com/ web sitesinin ikide bir kapatılması. Önce bir Ankara mahkemesinin aldığı karar nedeniyle bir kaç gün kapalı kaldı. Bu yazının kaleme alındığı sırada ise Ankara mahkemesinin kararına neden olan video klibi siteden kaldırıldığı için karar değiştirildiği halde bir Sivas mahkemesinin almış olduğu karar nedeniyle site açılır açılmaz yine kapatıldı.

Gelelim bu tür mahkeme kararlarının ortaya çıkardığı durumu gündelik hayatımızla irtibatlandırmaya. Şu özlü söze ne demeli: Pire için yorgan yakmak! Aslında pire için yorgan yakmak hiç de fena bir özellik değil. Neden derseniz, size şu soruyu sormak isterim: Kimin yorganı? Eğer başkasının yorganını yakacaksam, neden yakmayayım ki! Benim görevim pireleri yok etmek, başkalarının yorganlarını korumak değil(se eğer).

Peki şöyle bir şey uygun olur mu? Birisi bana küfür ediyorsa, geçici olarak kulaklarımın duyma özelliğinden feragat edeceğim. Yani sağır olacağım. Madem bana küfür eden kişi çok uzakta elim ona uzanamıyor; o zaman sağır edeyim kendimi. Hiç bir şey duymayayım!

Şuna ne derseniz? Dünyanın herhangi bir yerinde yayın yapan bir gazete bana küfür ederse ve o gazete ülkemize de ithal ediliyorsa, tüm ithalatı durduralım. Ki gazetenin gelmesi de garantili bir şekilde engellensin.

Yine zorlama oldu değil mi? Bana da öyle geliyor. Bu yazıyı kaleme alırken aslında bu tür bir uygulamaya çok uygun muadil örnekler bulabileceğime inanıyordum. Oysa şimdi görüyorum ki bunu başaramıyorum.

Yoksa internet dünyasına yeni bir soluk mu getiriyoruz? Eşi benzeri olmayan, ama yine de kendi içinde bir mantık düzeyini tutturan yaklaşımlar, uygulamalar icat ederek.

Faydacı açıdan baktığımızda şunu sormamız gerek: Bir web sitesine yasak getirmenin kendimize etkisi nedir? Bence bu sayede güç kazanmamızı engellemiş oluyoruz. Güç kazanamadıkça, güçsüz kaldıkça muhtaç olma, muhtaç kalma durumumuz da devam ediyor. Kime ya da neye muhtaç olma? Bizim yerimize karar veren makamlara, süreçlere.

Bu sayede ülke sınırları içinde kaldığımız sürece çelişkili bir durum çıkmaz ortaya. Yönetenlerle yönetilenler ebeveyn-çocuk ilişkisi içinde mutlu mesut yaşar giderler. Ancak öte yandan bizi bir türlü anlamayan AB, bize bir türlü haklı davamızda destek olmayan ABD gibi çelişkiler de yanıbaşımızda varlığını sürdürmeye devam eder.

Ah be Atam! Sen bütün bu kısır döngüleri ortadan kaldırmak için çabaladın durdun ama galiba sen göçüp gittikten sonra ardından gelenler o son 15 yılda yaptıklarını bile görmezden gelerek “yok yok biz beceremeyiz”ci oldular. Biz de şimdi onların torunlarının kanatları altında delinin birisi sana küfür etti diye kafamızı kuma sokup, problemlerimizi çözmüş oluyoruz.

Çok yalnızım be Atam! Çok yalnızız!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 01 02 2008