Çarşamba, Ocak 21, 2009

FİKRİ MÜLKİYET


Fikir aslında potansiyel bir eser olduğu için bir gizil değere sahiptir. Potansiyel değeri vardır yani. O değer ancak fikir eser formuna dönüşebilirse ortaya çıkar. Eser haline dönüşmediği sürece o haliyle kimsenin işine yaramaz.


Fikirlerin mülkiyeti olur mu? Ülkemizde telif haklarına verilen bir başka isim de fikri mülkiyet (hakları). Örneğin FikriMulkiyet.com sitesinde konuyla ilgili yapılan temel açıklamada şöyle deniyor: “Telif hakları, eserin meydana getirilmesiyle kendiliğinden doğar”.

Bir başka deyişle telif hakkı aslında fikrin eyleme geçmesi sonucunda oluşan eserle ilgili. Daha doğru bir ifade kullanmak gerekirse, fikri mülkiyet hakları dediğimizde aslında eser mülkiyet hakkını kastediyoruz.

Eğer benim eser haline getirildiğinde çok büyük bir maddi getiri sağlayacak fikrim varsa ve halihazırda fikir düzeyindeyse, bu fikrin bir mülkiyeti olabilir mi?

Aslında olamaz. Bunun bir başka nedeni de şu değil mi? Aynı fikri bir başkası da benim gibi düşünmüş ve zihninde geliştirmiş olabilir. Dikkat; henüz bu birbirini tanımayan iki kişinin de zihninde yer alan ve “bir eser” haline getirilmemiş, “fikir formatında” beklemekte olan olgu sahiplenilebilir mi? Alınıp satılabilir mi? Cevap evet ise “fikir düzeyindeki bu olgunun” sahibi bu iki kişiden hangisi olacak? İlk harekete geçen mi?

Bilişim dünyasında pratikte bakıldığında fikirlerin hiçbir değeri yoktur. Ancak o fikirlerin gerçekleştirilmiş formları olan eserlerin bir değeri vardır. 90lı yıllarda izlediğimiz küçük yazılım firmalarının internet teknolojilerini baz alarak yapmaya heveslendikleri işleri yansıtan dot-com çılgınlığı sürecinde her ekibin hayata geçirmek için yola çıkmış olduğu fikirler vardı.

Piyasa o denli ham, potansiyel kar beklentisi o denli yüksekti ki, cebinde para olan sektör içi ya da dışı firma ya da yatırımcılar bu fikirlerin esere dönüştürme sürecini finanse ederek sonuçta ortaya çıkacak potansiyel eserlerin pay sahibi oldu. Bu maceralardan belki de yüz tanesinin doksan küsür tanesi hezimetle sonuçlandı; o firmaları ve ürünlerini ya hiç duymadık ya da duyar gibi olduk ama geldikleri gibi gittiler.

Öte yandan olgunun “fikir formundaki” halinin teliflik bir değer içermesi bir başka tartışmayı gündeme getirecektir. O da kişinin o parlak fikri oluşturma sürecinde kullanmış olduğu çok çeşitli kaynakların sahiplerine de mülkiyetten paylarına düşeni vermesi zorunluluğu. Diyelim ki bir üniversitede lisans sonrası eğitim alıyorsunuz ve kendi alanınızla ilgili hayata geçirildiğinde maddi imkanlar sağlayacak bir fikir geliştirdiniz ve bunu yaparken de üniversitenin pek çok kaynağını kullandınız (bilgisayarlarını, elektriğini, kütüphanesini vb). Bu durumda o fikir ne kadar bütünüyle size aittir? Ne kadarı üniversitenin payıdır?

İçinde bulunduğumuz dijital dünyada bu tür kavramları yeniden gözden geçirmek ve dijital kültürün getirmiş olduğu koşulları inceleyerek mevcut standardları, kanunları, açıklamaları elden geçirmek gerekmektedir.

Fikir aslında potansiyel bir eser olduğu için bir gizil değere sahiptir. Potansiyel değeri vardır yani. O değer ancak fikir eser formuna dönüşebilirse ortaya çıkar. Eser haline dönüşmediği sürece o haliyle kimsenin işine yaramaz.

Her insanın aklında kendi ilgi alanlarıyla ilgili pek çok ileriye götürücü fikirleri vardır. Bir süreci daha düşük maliyetle yapmayı sağlatacak ya da daha çok getiri elde etmeye neden olacak. Ancak bunlar hayata geçirilmediği sürece sadece birer fikirdir. O kadar.

Ülkemizde telif haklarına ya da entellektüel mülklere “fikri mülkiyet” demek şeklen hatalı ancak zihinlerde yer etmiş olduğu anlam itibariyle doğru görünüyor. Fikri mülkiyet dediğimiz zaman hiçbirimizin aklına fikir düzeyindeki bir olgunun telifi gelmiyor. Daha ziyade bir fikirden yola çıkılarak ortaya çıkarılmış bir eseri ve o eserin telif haklarıdır aklımıza gelen (ki bu doğrudur).

Bu tıpkı Windows’u kapatmak için BAŞLAT yazan düğmeye basmak gibi. Adı yanlış ama doğru çalışıyor ve beklenen işlevi yerine getiriyor. Yıllarca eyleme geçirmediği halde düşündüğü için suçlanan ve cezalandırılan düşünce suçluları ise aynı olgunun bir başka açıdan bakıldığında görülen çarpık tablosudur.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 16 01 2009

KORSANLARIN PARTİSİ


İsveç’te 2006’da kurulan Korsan Partisi basitçe üç konuda İsveç’in ve AB’nin dikkatini çekmek istiyorlar. Telif Haklarında reform, patent sisteminin kaldırılması ve özel yaşama saygı. 2009’da bunları savunacak bir temsilcileri Avrupa Parlementosu’na seçilecek gibi.


Olacağı buydu. Vikinglerin torunları atalarının kemiklerini sızlatmıyor. 2009’da İsveç’ten Avrupa Parlementosu’na gönderilecek temsilcilerden en az bir tanesini, 1 Ocak 2006’da start alan Piratpartiet’in (Pirate Party, Korsan Partisi) gönderileceğine kesin gözüyle bakılıyor.

Parti daha şimdiden İsveç’te Yeşiller Partisi’nin oy tabanını sollamış durumda. Öte yandan Korsan Parti olgusu İsveç sınırlarını da aşmış durumda. Bugün İspanya, Avusturya, Almanya ve Polonya’da kuruluşları resmen kabul edilmiş Korsan Partisi mevcut. ABD, Fransa, Arjantin ve Finlandiya’da ise partiler kurulmuş faal ancak henüz ilgili devlet kurumlarına başvurup resmiyet kazanmamışlar (Kaynak Wikipedia).

Ne istiyor bu Vikinglerin torunları? Basitçe üç şey istiyorlar. Web sitelerinde de bunu duyurmuşlar
(http://www.piratpartiet.se/international/english).

1. Telif Hakları Yasasında Reform
2. Patent Sisteminin Kaldırılması
3. Özel Yaşama Saygı

Telif haklarında reform talebinin gerisinde bugünün ışık hızında yaşanan dünyasında telif hakları olgusunun geçerliliğini yitirmiş olması yer alıyor. Korsan Partisi, ticari amaçlı olmadığı sürece her türlü eserin paylaşılmasının serbest olmasını savunuyor. Öte yandan işin içine ticari amaçlar girecekse de telif hakkı olgusunun beş yıl ile sınırlandırılmasını talep ediyorlar. Bu süreyi belirlerken de oldukça mantıklı ve tutarlılar. Bir telif eser bugünün dünyasında ilk bir ya da iki yıl içinde ticari bir başarı elde edebiliyorsa ediyor; edemiyorsa bir daha asla o şansı yakalayamıyor.

Bu bakış açısının çarpraz kontrolü de doğru. Bu tür eserleri sunan firmalar (örneğin plak şirketleri ya da yayıncılar) gelir gider planlaması yaparken bir eserden on sene, yirmi sene sonra da gelir elde edeceklerini varsaymıyorlar. Ancak yine de bu hak bugün onlara ait.

Dünün yavaş ilerleyen, dijitalleşmemiş dünyası için bir eserin ancak yıllar sonra “keşfedilebilmesi” belki olası idi. Ancak bugünün dünyasında nasıl ki öteki kültürel ögeler ışık hızı etkisinden nasibini alıyorlarsa telif hakları da almalı.

İkinci hedef olan patent sisteminin kaldırılmasının odağında ilaç sektörü yer almakta. Parti’nin web sitesinde bu konuda yapılmış bir fizibilite raporu da bulunmakta. Çok duru bir akıl yürütme ile ilaç sektörünün güçlenerek devam etmesini öte yanda ilaç fiyatlarının %70’lere dek düşmesini sağlamanın sihirli formülü çıkarılmış.

Sorun şudur: İlaç firmalarının uzun süreli patent haklarını sayesinde yüksek ücretten ilaç satmalarının temelinde bu sektörde ARGE yatırımlarının pahalı olması yer almaktadır (yeni bir ilacın ARGE maliyeti bir milyar dolar düzeyindedir).

Şimdi bu şifrelenmiş tümceyi biraz açalım. Öncelikle pek çok ülkede yer alan sosyal güvenlik yasaları nedeniyle ilaca ödenen paranın büyük bir kısmını devlet karşılamaktadır. İkinci olarak ilaç üreticisi olan büyük firmaların kendi yayınladıkları yıllık faaliyet raporlarına bakıldığında firmaların gelirlerinin sadece %15’ini ARGE’ye ayırdıkları görülmektedir.

Bu iki bilgi dikkate alındığında önerilen çözüm şudur: Devlet bu alandaki harcamasının (15 değil) %20’ini ilaç firmalarının ARGE faaliyetleri için onlara versin. Buna karşılık patent hakları kaldırılsın ve ilaçlar üzerinde patent hakkı olmayan fiyatlarla satılsın.

Bu şekilde satılan ilaçlar da (yirmi otuz yıllık ilaçlar) incelenmiş ve burada rekabetten dolayı fiyatların %70 düştüğü tespit edilmiş. Bu oran hammadde maliyetlerinde %30luk bir ucuzlama demektir. Bir başka deyişle aynı paranın yarısı tasarruf edilirken, ARGE’ye %5 daha çok kaynak ayrılırken ilaç fiyatları %70 düşebilir.

Özel hayata saygı olgusu 11 Eylül terör olayından sonra sadece ABD’de değil onun etkisiyle ve İspanya, İngiltere, Türkiye’deki saldırılarla Avrupa’da da ikincil bir önem arzetmeye başladı. Önce güvenlik mottosu ister istemez hepimizin ağzının kapanmasına neden oluyor. Ancak bu sinme, sindirme sürecinin zararlarını da görmüyor değiliz. Bugün hala (iş bilen başbakanımız hariç) youtube’a erişemiyoruz örneğin.

Korsan Partisi amblemlerinde yer alan yelkenlerini rüzgarla doldurmuş hızla ilerliyor. Aklıma gelmişken; zamanında Akdeniz’in dört bir yanını hangi millet fethetmişti?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 09 01 2009

TARİHİN BAŞLANGICI


İçinde bulunduğumuz çağda el emeği yerine beyin emeğinin daha değerli hale gelmesi sadece bu emeğin sonuçları itibariyle anlamlı olmayacak. Öte yandan o sonuçları üreten beyinsel güçte de gelişmeler kaydedilecek. İnsanın ideolojik evrimi tamamlanmış olabilir ama beyinsel evrimi bu anlamda bakıldığında daha yeni başlıyor.


Francis Fukuyama; ilk basıldığında dünya çapında ses getiren Tarihin Sonu ve Son İnsan adlı kitabında özetin özeti olarak soğuk savaş döneminin bitmesi üzerine tarihin de sonunun geldiğine işaret ediyor ve bunu “insanoğlunun ideolojik evrimiyle batı tipi liberal demokrasinin insanlık hükümeti formunda evrenselleşerek sona ermesi”ne eşitliyordu.

Evrensellik olgusunun globallik düzeyine indirilmiş olması bir yana (dünya dışında hangi gelişmiş canlı formlarının yaşadığı başka gezegenler bulundu ve orada da aynı süreçlerin yaşandığı görüldü ki evrensel deniyor) diyalektik açıdan bir şeyin sona ermesi aslında başka bir şeyin de başlaması anlamına gelir.

Yine de yukarıda anılan kitabın açtığı tartışmalar daha ziyade biten şey üzerine odaklandığından yeni başlayan şeyin ne olduğu ya da ne olabileceği konusunda fazla bir değerlendirme yapılmadı ya da yapıldıysa da fazla ilgi çekmedi.

Yeni başlayan şeyin ne olduğunu belli bir süre tespit edememiş olmak, bilmiyor olmak, onun başlamadığı anlamına gelmez. Olsa olsa algılanamadığının bir göstergesidir.

Öte yandan bu konu açısından bakıldığında yeni başlamakta olan şey hakkında da dünya kültürünün elinde çok somut göstergeler de yok değildir. Hem kitabın basıldığı 90lı yıllarda hem de (artarak) bugün.

Yeni başlamakta olan şey özellikle 70li yıllardaki buluşlarla ivmelenen ve bugün dijital kültür, bilgi toplumu, ağ toplumu gibi terimlerle açıklanan bilgi çağı dönemidir.

Fukuyama’nın sona erdirdiği tarih aslında daha önce bir kez daha sona ermişti. O ilk evre insanoğlunun doğaya hakim olma sürecinin tarihiydi. O tarihi sona erdiren gelişme de 18. yüzyıldan itibaren başlayan ve buhar ve elektriğin icadı gibi iki temel buluş çerçevesinde iki aşamalı olarak ele alınabilecek “sanayi devrimi”dir.

Sanayi devrimi sayesinde insanoğlu doğa mücadelesinde roller değişti. Artık zayıf olan taraf doğa oldu; insan değil.

90lı yıllar itibariyle siyasi arenada doğu blokunun yıkılması, kültürel alanda ise bilişim teknolojilerinin yükselmesi sayesinde bu ikinci evrenin de sonu geldi. Bu açıdan değerlendirildiğinde tarihin sonu olgusundan bahsedilebilir.

Ancak tıpkı sanayi devriminde olduğu gibi içinde bulunduğumuz bilgi çağında da tarih olgusu ortadan kalkmadı. Sadece üstündeki giysileri ikinci kez değiştirdi ve üçüncü kostümlerini giymiş oldu.

Bilgi çağına dek insanoğlu fizyolojik eksikliklerini keşfedip, bu yanını güçlendirdi. Bu çerçevede yeryüzü kültürüne yön veren tüm olgular incelendiğinde bu güçlenme sürecinin etkilerini, izlerini, sonuçlarını görmek mümkündür. Liberal demokrasi ya da insanoğlu devleti olguları bu bağlamda adreslenebilir.

Bilgi çağının başında insanoğlu fizyolojik olarak eksikliklerini kapatmış durumdadır. En azından bilinen rakibi olan doğaya karşı. Bu husus çok önemli. Çünkü insanoğlu doğa dışından gelebilecek tehditlerin ne olduğu konusunda herhangi bir deneyime sahip değil; o nedenle de dünya dışından gelebilecek hangi olası tehditler karşısında ne kadar güçlü olduğunu aslında bilmiyor.

Çapı dünya ile sınırlı tutmaya devam edersek, bilgi çağında insanoğlunun keşfetmesi ve kapatması gereken eksiklikler zihinsel süreçlerle ilgili olacaktır. Bilgi Çağı denmesi bu bağlamda da irdelendiğinde boşuna değil. Bundan önceki dönemlerde bilgi bir araç olarak yerini alıyordu bundan sonra ise bilgi hem araç hem de amaç olacak.

İçinde bulunduğumuz çağda el emeği yerine beyin emeğinin daha değerli hale gelmesi sadece bu emeğin sonuçları itibariyle anlamlı olmayacak. Öte yandan o sonuçları üreten beyinsel güçte de gelişmeler kaydedilecek. İnsanın ideolojik evrimi tamamlanmış olabilir ama beyinsel evrimi bu anlamda bakıldığında daha yeni başlıyor.

Beyinsel sürecin bu anlamdaki evrimi belki de insanoğlunu doğadan daha da uzaklaştıracak. Binyılların sonucunda beyne ve onun aracılığıyla fizyolojisine kazınmış olan “gereksiz” parçalar ya yok olacak ya da olumlu anlamda gelişecek. Belki de bu sayede insanın doğasında yer alan yıkma arzusu ortadan kalkacak. Ancak belki yine bu sayede insanın duygusal yönleri de yavaş yavaş körelecek.

Ortaya çıkacak yeni insan ne kadar “insan” olarak adlandırılacak ya da bugün makine diye bildiğimiz aygıttan ne kadar ayırt edilebilecek; bilinmez.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 02 01 2009