Pazartesi, Haziran 29, 2009

NİDA İÇİN AĞIT!


Dijital dünyaya sansür uygulanamaz! Bunu yapabileceğini sananlar ancak kafalarını kuma sokmuş olurlar.


“Benim sarı gülüm için, gözyaşı dökmeyecek misin?”(*)

1989’da Çin’de Tiananmen Meydanı’nda yapılan gösteriler dünyaya çekilen faks mesajlarıyla duyurulmuştu. Yirmi yıl sonra faks cihazları yavaş yavaş tarihe karışırken yerini teknolojinin son harikası internet aldı. İran’da son yapılan seçimler sonucunda ortaya çıkan tablo dünyaya internet üzerinden iletiliyor.

İranlı protestocular Twitter üzerinden anlık haberleşme ve organizasyon mesajları gönderiyor. Facebook üzerinden organize oluyorlar. Çekilen fotoğraflar Flickr sitesinde videolar ise Youtube’da yayınlanıyor (hani şu birimiz dışında diğerlerimizin erişimine yasak olan web sitesi).

Özellikle Twitter üzerinden yapılan haberleşme o denli kritik bir hal aldı ki ABD Dışişleri Bakanlığı bir kaç gün önce firmadan Twitter’ı bakım için birkaç saatliğine hizmet dışı bırakma işlemini Tahran saatine göre gece yarısından sonraya gelecek şekilde organize etmesini talep etti.

Siyaset dünyası konvansiyonel dünyadan öğrenmiş oldukları deneyimi son hızla uygulanırken (örneğin yabancı medya mensubu kişiler İran’a ancak bir haftalık vize ile girebiliyor ve vizeleri sona erdiğinden ülkeden çıkmaya zorlanıyor) dijital dünyaya karşı aciz kalıyorlar.

Aslında şu gerçeği çok iyi biliyorlar; dijital dünyaya sansür uygulanamaz! Dijital dünyaya sansür uygulamak demek başını kuma sokmak anlamına gelir. Neden mi? Bakın ülkemizdeki youtube yasağına. Başbakanımız bile bu tür yasakların aslında kolaylıkla delinebildiğini kendisi beyan etti: “Ben girebiliyorum siz de girin” diye açıklama yaptı. Gerçekten de bugün çok basit bir işlemle her ne kadar fiziksel olarak Türkiye sınırları içinde bulunsanız da dijital anlamda başka bir toprak parçası üzerinden youtube’a erişiyormuş gibi yapabilir; youtube’a erişirsiniz.

Bu tıpkı herhangi bir ülkeye gitme yasağına rağmen o ülkeye gidebilme imkanına benzer. Türkiye’den çıkarken o yasaklı ülkeye değil de başka bir ülkeye gidersiniz. Böylece kapıda sizi kontrol eden görevliler sizin geçmenize izin verir. Sonra gittiğiniz o ülkeden yasaklanmış olan diğer ülkeye geçersiniz. İşiniz bitince de geri dönersiniz. Bugün de youtube’a direkt http://www.youtube.com/ adresi yazarak gidemeyen internet kullanıcıları başka bir tampon web sitesine gider, oradan http://www.youtube.com/ adresini yazarak siteye ulaşırlar.

Denilecektir ki yasalardaki tanımlar gereği bu tür yasakları koymak ne yazık ki mümkün. Pek de öyle olmadığı geçtiğimiz günlerde çıkan bir haberle doğrulandı. Mart ayında yapılan yerel seçimler öncesinde birileri Facebook sitesinde, CHP’nin İstanbul Belediye Başkan adayının terör örgütünün bir mensubu olduğunu ifade eden bir grup oluşturdu. Buna karşılık adayın avukatı dava açarak, ilgili yasa gereği o grubun ya da Facebook’un kapatılmasını talep etti. Mahkeme bu yönde karar aldı. Ancak Telekomunikasyon İletişim Başkanlığı mahkeme kararını ilgili yasaya göre uygulamayacağını beyan etti.

İlginç değil mi? Örneğin birisi Türkiye ile ilgisi dahi olmayan bir web sitesindeki bir habere okur görüşü beyan ediyor. Bu görüşte bir Türk vatandaşının kişilik haklarına saldırı olduğu gerekçesiyle açılan dava sonucu tüm web sitesi topyekun kapatılıyor. Ancak bir başka örnekte değil siteyi topyekun kapatmak, ilgili grup bile kapatılamıyor.

Demek ki bazıları daha eşit! Şimdi denilecektir ki temelde “yasaklamanın kendisi yasaklanmalıdır”. Elbette. Ancak iş politika olduğunda mesajların yorumlanması ne yazık ki farklı olabiliyor. Örneğin bir medya kuruluşu bir kişi ya da kurum hakkında bir haber yapıyor. O kişi ya da kurum haberi yalanmazsa bu durum bile kamuoyunun dikkatine sunularak şöyle dolaylı bir mesajın zihinlerde oluşması sağlanıyor: Yalanlamadı; demek ki doğru!

Oysa tam tersi olması gerekmez mi? Doğru olduğu ispat edilene dek yalandır! Farkında değiliz ama yargısız infazı hergün hepimiz birbirimize karşı yapıyoruz. Bunu medyadan öğrendik. Belki Roger Waters gibi duyarlı bir başka sanatçı çıkar da onun 1989’da Çin’de öldürülen “sarı gül” için yaktığı ağıt gibi bir ağıtı da İran’da öldürülen Nida için yakar.

(*) Roger Waters, “Watching TV” (Amused to Death albümünden)


Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 26 06 2009

Pazartesi, Haziran 22, 2009

INTERNETİ TÜKETİRKEN


Bilgiye ulaşılan diğer araçlarda olduğu gibi internet de bilginin eğlenceli kısmına erişmek için kullanılmakta. Bir başka deyişle bugünün giderek cahilleşen toplumlarında bilgi üretilecek bir olgu olarak görülmekten ziyade tüketilecek bir olgu olarak algılanmakta.


Dünyada internet kullanımına yönelik ölçümler yapan comScore adlı firma Mayıs ayı içinde Türkiye ile ilgili bir rapor yayınladı. Buna göre Türkiye, internete erişen nüfus açısından Avrupa’da yedinci, Doğu Avrupa’da ise Rusya’dan sonra ikinci sırada.

Avrupa’da Türkiye’nin önündeki ülkeler ve erişen nüfusu sırasıyla şöyle: Almanya (40 milyon), İngiltere (36,8 milyon), Fransa (36,3 milyon), Rusya (31,3 milyon), İtalya (21,2 milyon), İspanya (18,6 milyon). Türkiye’den erişen kişi sayısı ise 17,7 milyon. Bu sayılar nisan ayı içinde yapılan ölçümleri baz almakta ve evden, işten erişimleri kapsamakta. Cep telefonlarından ya da halka açık yerlerden yapılan erişimler ölçüme dahil edilmemiş.

Raporda belirtilmemiş olsa da internete erişenlerin sayısını bu ülkelerin toplam nüfuslarıyla orantıladığımızda bu ülkelerdeki dijital uçurum oranlarını da elde etmiş oluruz. Buna göre oranlar şöyle: Almanya %51, İngiltere %39, Fransa %40, Rusya %78, İtalya %65, İspanya %59, Türkiye %75. Bir başka deyişle Türkiye’de şu an her dört kişiden üçünün internet okuryazarlığı yok.

Öte yandan internette harcanan zaman ve bir oturuşta toplam ziyaret edilen sayfa adedi istatistiklerine bakıldığında Türkiye 17 ülke içinde birinci sırada yer alıyor. Internete erişim imkanı olanlar ayda ortalama 32 saat internete erişiyor ve toplam ziyaret ettiği sayfa sayısı 3 binin üstünde. Oysa nüfus oranına göre birinci sırada yer alan Almanya’da bu figürler 22 saat ve 2 bin 600 sayfa düzeyinde.

Tabii bu durumda akla gelen bir sonraki soru Türkiye’den internete erişen bu 17 küsür milyon kişi günde ortalama bir saat içinde hangi sitelere ait ortalama yüz tane web sayfasına erişiyor? Yukarıda belirtilen istatistik içinde bu sorunun da cevabı var.

17 küsür milyon kişinin yüzde 90’ı Google’a ya da Google’a ait web sayfalarına erişiyor. Basit bir yorum yapmak gerekirse öncelikle bugün nereye gideyim diye araştırıyor sonra da bulduğu sitelere gidiyor. Bunu Microsoft siteleri izliyor. Erişenlerin yüzde 87’si Microsoft sitelerine gidiyor. Tabii burada teknik sorularına çözüm bulmak için diye yorumlamamak gerek. Bu nüfusun çok büyük kısmı MSN’e erişip chatleşmek amacında olduğundan böyle bir oran ortaya çıkıyor (rapor MSN diye haricen bir istatistik sunmamakta). Üçüncü sırada ise yüzde 72’lik bir oranla Facebook var.

Gerek ilk üç gerekse de onbeş web sitesinin verildiği toplam listeye bakıldığında internete erişenlerin büyük bir çoğunluğunun interneti eğlence amacıyla kullandığı ortaya çıkıyor. Internet ya dedikodunun dijital dünyadaki versiyonu olan chat yapmak için kullanılıyor ya Facebook gibi sosyal etkileşim ağına girerek arkadaşların gönderdiği videoları izlemek için ya da internet üzerinden dizi filmleri izlemek, dosya indirmek için.

Bu eğilimin sadece Türkiye’ye özgü olduğunu belirtmek doğru olmayacaktır. Bilgiye ulaşılan diğer araçlarda olduğu gibi internet de bilginin eğlenceli kısmına erişmek için kullanılmakta. Bir başka deyişle bugünün giderek cahilleşen toplumlarında bilgi üretilecek bir olgu olarak görülmekten ziyade tüketilecek bir olgu olarak algılanmakta.

Bilgi toplumu olgusu sadece bilgiyi tüketmeye yönelik bir kavram değil. Sanayi toplumlarının bir sonraki durağı olarak değerlendirilebilecek olan bilgi toplumunda doğru bilginin yanlıştan ayırt edilebilmesi, bilginin araştırılabilmesi, eldeki bilgileri baz alarak yeni bir bilgi üretilebilmesi gibi becerilerin de bireylere kazandırılmış olması gerekiyor. Ya da daha doğru bir ifadeyle bireylerin bu becerileri kazanmış olması.

Bilgiyi tüketiyor olmanın ne gibi bir mahsuru olabilir? Tüketenlerin o bilgiyi üretenlere bağımlı hale gelmesi! Bu bağımlılık ortaya iki sonuç çıkarır. Birincisi o bağımlılığı sürdürmek için kaynak harcamak ikincisi de üreticiler yarın o bilgi üretimini durdurduklarında ne yapılacağı?

Böyle bakınca tüketmek amacıyla interneti, gazeteyi, televizyonu kullanıyor olmak uyuşturucu madde bağımlılığına benziyor. Cepte para, satıcıda da mal olduğu sürece sorun yok. Film nasıl bitiyor biliyoruz; ya para tükeniyor ya da yaşam kayda değer bir şey üretmeden yitip gidiyor.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 19 06 2009

DİJİTAL VATANDAŞLIK


Yetişmekte olan ve bilgisayarsız, internetsiz, cep telefonsuz bir dünyayı bilmeyen kuşakların öncelikle ayırdına varmaları gereken husus teknolojinin bir hak olmaktan ziyade bir ayrıcalık olduğudur.


Diyelim ki bir sinema ya da tiyatro gösterimindesiniz ve herkes konsantre olmuş bir şekilde performansı izlerken bir cep telefonu sesi duyuluyor. Hem de öyle bir ses ki sanırsınız elli metrelik bir alandaki herkesin o sesi duyması bir zorunluluk da ona uygun bir melodi ve ton seçilmiş.

Ya da diyelim ki çocuğunuz akşam okuldan bir kağıt getiriyor. Okul yönetimi bundan böyle velilerle iletişimi, öğrencilere dağıtılacak kağıtlar aracılığıyla yapmak yerine internet üzerinden okulun web sitesi ve eposta ile yapılacağını duyuruyor. İyi güzel de sizin evinizde ne bilgisayar var ne de internet erişim imkanınız. Ne yapacaksınız?

Kansas State Üniversitesi’nden Mike Ribble ve Dr. Gerald Bailey’in 2004 yılında ortaya attıkları bir olgu dijital vatandaşlık. Temel olarak teknoloji kullanımı ile ilgili davranış normları ve bunların geliştirilmesi olarak tanımlanıyor dijital vatandaşlık.

Vatandaşlık olgusundan dijital vatandaşlığa geçişte eğitim açısından pratikte radikal bir değişiklik söz konusu. Vatandaşlık bilgileri toplumda büyükten küçüğe doğru aktarılmakta ve bu nedenle de eğitim sürecinde pek bir sorunla karşılaşılmamakta. Yetişkinler yeni gelişmekte olan kuşaklara içinde yaşadıkları toplumu, kültürü doğrudan ya da dolaylı olarak öğretegelmekte.

Ancak iş dijital vatandaşlığa geldiğinde, bir başka deyişle teknolojinin gündelik kullanımında dikkat edilmesi gereken hususlar söz konusu olduğunda böyle bir süreçten bahsetmek pek olası değil. Bir “eğitim” sürecinden bahsedilecekse “vatandaşlık” olgusunda görülen modelin tam tersi olarak yeni yetişmekte olan genç kuşaklar dijital vatandaşlığı yetişkinlere (ebeveynlere, öğretmenlere) öğretmekte.

Peki bu yeni yetişmekte olan genç kuşaklar dijital yaşamın kurallarını, dijital vatandaşlığı nereden nasıl öğrenecekler?

Ribble ve Bailey’e göre dijital vatandaşlık süreci dokuz ana başlıkta ele alınabilir. Bunlar: dijital erişim, dijital ticaret, dijital iletişim, digital okuryazarlık, dijital etiket, dijital hukuk, dijital hak ve sorumluluklar, dijital sağlık ve dijital güvenlik.

Yetişmekte olan ve bilgisayarsız, internetsiz, cep telefonsuz bir dünyayı bilmeyen kuşakların öncelikle ayırdına varmaları gereken husus teknolojinin bir hak olmaktan ziyade bir ayrıcalık olduğudur. Bugün onsekiz yaşındaki herkesin teknolojiden istifade etme imkanları birbiri ile aynı değildir.

Bunun bir hak değil de ayrıcalık olduğu ne tür bir fark yaratabilir? Eğer teknoloji kullanımı bir hak olursa her birey bu hakkı dilediği gibi kullanma imkanına da sahip olmaktadır. Böyle bir durumda örneğin kapalı bir mekanda yapılan ve sessizlik gerektiren bir gösteri esnasında çalan telefon karşısında hiç kimse ayıplanamaz; kişi cep telefonu kullanmayı doğal bir hak olarak gördüğünden onunla ne yapacağı ne yapmayacağı konusunda baz alması gereken bir normdan da söz edilemez. (bu bir haktır denip de bununla ilgili yasal zorunlulukları belirleyen bir kanun vb çıkarılırsa o ayrı).

Bugün ne Türkiye’de ne Avrupa’da ne de ABD’de her evde bir bilgisayar yok. Dijital uçurum sadece gelişmekte olan ülkelerin bir sorunu değil; en gelişmiş ülkelerde de aynı sorun var.

Yukarıda belirtilen dokuz maddelik yaklaşım dijital vatandaşlık normlarının toplum içinde yaygın olarak kazandırılması sürecinde bir araç olarak kullanılabilir. Genel geçer yöntemlerden farklı olarak bu normların sadece yetişmekte olan gençlere değil, aynı zamanda bugünün öğretmenlerine, anne babalarına da öğretmek gerekir.

Aksi durumda bugünün yetişmekte olan gençleri birer “kayıp kuşak” üyesi olarak belli bir normu baz almadan, hasbelkader öğrendikleriyle teknoloji kullanımı konusunda (tıpkı şu anda yaşamakta olduğumuz gibi) kendi kendilerine birer bireysel norm geliştirecekler. Daha da kötüsü onu takip eden kuşaklar da benzer şekilde bugünün gençleri olan yarının ebeveynlerine ve öğretmenlerine kulak vermeyerek yarının teknolojilerini öğrenmede yine kendi bildikleri yolda bir sonraki kayıp kuşağı oluşturacak şekilde ilerleyecekler.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 12 06 2009

Pazartesi, Haziran 08, 2009

TWITTER KRİTERLERİ


Twittercıların öncülüğünü yaptıkları bu yol belki de okuma alışkanlığı olmayanları kitaplarla buluşturmakla kalmayacak, bunun yanısıra belki de eline kalem almamış olanları da yazmaya yöneltecek.


Twitter kriterleri Borges’i tahtından indirebilecek mi? Hayatının son yıllarını kör olarak geçirmiş olan Arjantin’in büyük yazarı Borges, biraz da bundan olacak, giderek öykülerini kısaltmıştı. Öyle ki Dostoyevski romanları bile Borges açısından “bakıldığında” bir kaç sayfalık öykülere indirgenebilirdi.

Bugün benzer bir kriteri Twitter empoze ediyor. Twitter mikro-blog denilebilecek bir imkan. Twitter’da oluşturulan metinlerin takipçilerine SMS yoluyla iletilmesi nedeniyle uzunluklarının 140 karakteri geçmemesi gerekiyor.

Twitter gibi bir imkanın ortaya çıkmasının temel motivasyonu aslında “Şu anda neredeyim?” ya da “Şu an da ne yapıyorum?” sorularının cevabını 140 harflik metinler halinde internet üzerinden yayınlama ve bunu merak edecek olanların da o kanala üye olarak o kişinin şu anda nerede olduğunu ya da ne yapıyor olduğunu internetten ya da cep telefonundan takip etme arzusu. İnsana gerçekten de “demek ki böyle bir arzu olabiliyormuş?” dedirtecek bir şey değil mi?

Twitter imkanı tabii ki sadece bununla sınırlı kalmak zorunda değil. Yazacağınız metin uzunluklarını 140 harfle sınırlamak kaydıyla dilediğiniz şeyi yazabilir, yayınlayabilirsiniz.

Son zamanlarda Twittercılar arasında yeni bir moda çıkmış dünyada. Belli başlı romanları tek bir Twitter mesajında özetleyebilmek. Örneğin D.H. Lawrence’in Leydi Chatterley’in Aşığı adlı roman “Üst sınıftan kadın hizmetkârla işi pişiriyor” şeklinde twitterize edilmiş. James Joyce’un çevirmesi de okuması da zor kitabı Ulysses ise basitçe şu tümcelere indirgenmiş: “Adam Dublin’de dolaşır. Her dakikasını tüm detaylarıyla takip ederiz”. Ya Jane Austen’in Aşk ve Gurur romanına ne demeli? “Kadın, Darcy adlı korkunç tavırlı adamla tanışır”. Godot’yu Beklerken Beckett bize aslında belki de şunu demek istiyormuş: “Vladimir ve Estragon ağacın yanında durmuş Godot’yu bekliyorlar. Durumlarında bir değişiklik yok.”

Belli ki bu birer ikişer tümcelik açıklamalar yüzlerce sayfalık bu kitapların yerini tam olarak tutamaz. Ancak twittercıların şöyle bir karşı tezi var. Bu yaklaşım kişileri bu kitapları okumaya motive edebilir. Düşünün ki üst sınıftan bir kadının hizmetkarla işi pişiriyor olması” yorumunu duyan pek çok kişi merak edip Leydi Chatterley’in Aşığı kitabını alıp okuyabilir (hatta filminin de çekilmiş olduğunu öğrenenler filmin peşine düşebilir).

Buna benzer bir durum dijital fotoğrafçılıkta da yaşandı. Elbette ki bu teknolojinin çıkması fotoğraf filmi üreticilerini yoketti ama aklında fotoğraf çekme fikri bile olmayan kişiler cep telefonlarında karşılaştıkları bu imkanları yavaş yavaş kullanmaya başlayarak fotoğraf çekmeye başladılar.

Hele bir de bunun üstüne çekilen fotoğrafların yıkatılması, bastırılması gibi uzun ve pahalı sürecin olmaması, fotoğrafların bilgisayara aktarılabilmesi, internet üzerinden paylaşılabilmesi bu alanda müthiş bir ivmelenme yarattı. Dijital fotoğrafçılığı patlattı. Cep telefonunun sunduğu kaliteyle yetinmeyenler dijital fotoğraf makinelerine yöneldi.

İşin sırrı nerede? İşin sırrı o sektörün uzağından yakınından geçmeyen “öteki” statüsündeki milyonlarca kişinin yepyeni bir imkan sayesinde o sektöre çekilebilmesinde. Genelde bir sektöre çok kısa bir süre içinde çok büyük bir talep ilgisini yaratmak mümkün değildir. O nedenle yıllık sektörel büyüme hedefleri kademeli artışı baz alarak yapılır. Bir önceki yıla göre yüzde şu kadar büyüyeceğiz vb diye.

Bu tür paradigma sıçramaları sayesindedir ki bu kademeli artış bir anda yok olur ve müthiş bir patlama ile sektör dramatik bir şekilde yukarı fırlar. Twittercıların öncülüğünü yaptıkları bu yol belki de okuma alışkanlığı olmayanları kitaplarla buluşturmakla kalmayacak, bunun yanısıra belki de eline kalem almamış olanları da yazmaya yöneltecek.

Değil bir roman bir öykü yazmak bile kolay bir şey değil. Ancak herkes bir tümce yazabilir. O yazdığı bir tümcenin içine hem duyguyu hem düşünceyi doldurabilir. Yeter ki böyle bir şeyin yapılabileceğini düşünebilsin. Twitter bu imkanı sunuyor.

Zaten “anlamsızlıktaki anlam” denilebilecek bu devrime uzun yıllardır Cem Yılmaz şovlarıyla mental olarak hazırlanmıyor muyuz?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 05 06 2009

WOLFRAM ALPHA GOOGLE’I YENER Mİ?


Google’ın tersine ekranda sayfa sayfa web linkleri listelemiyor. Onun yerine kendisine bir soru sorulmasını bekliyor ve eğer soruyu anlayabilirse direkt onun cevabını ekrana getiriyor.


Internetteki veri, enformasyon hacmi geometrik olarak arttıkça, bunların içinden aranılan bilgileri üretmek her geçen gün giderek daha da zorlaşmakta.

Bugüne kadar dijital kültürün geliştirmiş olduğu en iyi arama imkanlarından olan Google aranılan veri ya da enformasyon ile onu temsil eden kelimeler arasındaki bağı en güçlü kuran imkan olarak büyük sükse yapmış durumda.

Ancak malum bir kelime onu yorumlayan bir zeka olmadığı sürece gerisinde ifade ettiği anlamı içermemektedir. Su dediğimiz zaman canlılar için hayati önem taşıyan sıvıyı mı kastediyoruz yoksa diyelim ki adı Su olan bir kişiyi mi? Dolayısıyla kelimelerin içine dahil edilemeyen bu zeka unsurunu, açıklayıcı ek sözcükler olarak Google’a göndeririz o da bize o kelime grubu seçilerek daha önce yapılmış aramaların istatistiklerini baz alınmış bir sürü internet sayfası linki listeler.

Bizden beklenen beyin fonksiyonlarımızı yeniden devreye sokarak Google’ın bize sunmuş olduğu linklerin birer ikişer satırlık açıklamalarını incelemek ve aradığımızla en çok ilgili olacağını tespit ettiğimiz linke tıklayarak açılacak sayfada aradığımız bilgiyi bulmayı ummaktır.

Ancak birkaç paragrafta anlatılan bu süreç yıllardır arama motorlarının bizi bu yönde etkileşim kurmaya yönlendirmesinden dolayı o kadar standard hale geldi ki karbon tabanlı bir insan olarak asıl etkileşim kurma modelimize yabancılaşmaya başladık. Nedir o? Aradığım bilgiyle ilgili soruyu sorayım, arama motoru da bana cevabını yazsın! Beni uğraştırmasın bir sürü web sayfasında dolaştırarak.

İşte ilk görünüşte bilimsel bir şey olduğu izlemini uyandıran ve mayıs ayı içinde internette hizmete başlayan Wolfram Alpha adı web sitesi bu basit etkileşim haline dönmemizi sağlama sözü veriyor.

Google’ın tersine ekranda sayfa sayfa web linkleri listelemiyor. Onun yerine kendisine bir soru sorulmasını bekliyor ve eğer soruyu anlayabilirse direkt onun cevabını ekrana getiriyor.

Wolfram Alpha sayfasındaki (http://www.wolframalpha.com/) açıklamalara göre bu mekanizmanın gerisinde 10 trilyondan daha çok veri parçası, 50 binin üstünde matematiksel algoritma, özel bir programlama dili ile yazılmış 5 milyon satırlık bir program var.

Wolfram Alpha şu an pek çok sorunuza cevap verebilecek durumda. Ancak şimdilik bu iletişimi sadece İngilizce kurabiliyor. Hatta kendisine “Türkçe konuşabilir misin?” diye sorduğunuzda şu cevabı veriyor: “Başka diller de öğrenmeyi umuyorum ama şimdilik sadece İngilizce konuşabiliyorum”.

Öte yandan Wolfram Alpha’nın estetik bir yönü de var. Ancak uzmanların ya da konuya aşina olanların bildiği sanatsal ya da edebi konularda da çok spesifik cevaplar verebiliyor. Örneğin “olmak ya da olmamak” diye sorduğunuzda cevap olarak “işte bütün mesele” diyor ve altına da parantez içinde William Shakespeare’e göre diye yazmayı ihmal etmiyor.

Bir başka örnek de bilim kurgu dünyasından. Yaşamın anlamı nedir? diye sorduğunuzda bir kaç yıl önce ölen bilim kurgu dünyasının önde gelen yazarlarından Douglas Adams’a atıfta bulunarak, doğru cevabı veriyor : 42 !

Doğal olarak akıllara ilk gelen soru Wolfram Alpha’nın Google’ın pabucunu dama atıp atmayacağı. Siz de Wolfram Alpha ile biraz etkileşime girdiğinizde onun Google’un tam muadili olmadığını kolayca tespit edebilirsiniz. Bunun da başında Google’ın başına geçtiğinizde aradığınız şeyin her zaman net bir soruya net bir cevap olmaması gelmekte.

Diyelim ki bir kolleksiyoncusunuz ve kolleksiyonunuzdaki eksik parçaları internet üzerinden bulabilir miyim diye araştırma yapmak istiyorsunuz. Eğer Google’a yazacağınız kelimeler aradığınız o eksik kolleksiyon parçalarını tam olarak nitelendirebiliyorsa Google size internette onunla ilgili bir web sitesi olup olmadığı bilgisini verecektir (daha doğru bir tabirle içinde o kelimelerin geçtiği sayfaları listeleyecektir).

Wolfram Alpha şu anki haliyle ya net bir cevap arayanların birinci adresi ya da Google’la işin içinden çıkamayanların ikinci adresi olacak gibi.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 29 05 2009

INTERNET Mİ YALANCI, MEDYA MI KAPASİTESİZ !


Internetin ya da onun vasıtasıyla eriştiğimiz popüler sitelerin sunduğu bilgilerin doğruluk düzeyi ya da kalitesinin medyanın bugüne dek sunduğu bilgilerin doğruluk düzeyi ya da kalitesinden daha düşük olduğunu nereden biliyoruz?


Geçtiğimiz aylarda ölen Oscar ödüllü Fransız besteci Maurice Jarre’in ölüm haberi ile birlikte kendisine atfedilen bir tümcenin aslında kendisi tarafından söylenmediğinin ortaya çıkması dünya devi medyayı çok kızdırmış.

Jarre’ın değil de Dublin’de yaşayan bir üniversite öğrencisinin, internetin en özgür ansiklopedisi olan Wikipedia’ya, onun ağzından çıkmışcasına eklemiş olduğu (çakma olduğu anlaşılır anlaşılmaz da siteden silinen) tümce oldukça hoş: “Öldüğümde hala kafamda çalan son bir vals olacak”.

Dünya medyası anlaşılan tümcenin şiirsel tınısının tuzağına düşmüş olacaklar, tüm dünyaya sundukları haber metnine bunu da Jarre’a atfen eklemişler. İş kazası ortaya çıkınca da beyefendilerin kandırılmış olmasının bedeli akın akın internete, Wikipedia’ya vb ödetilmekte. Ülkemizde de hem haber olarak hem de köşe yazılarında konu ele alınıyor. Ortak payda; “Aman internetten edindiğiniz bilgiye dikkat; mümkünse başka kaynaklardan teyid edin”.

Artık düşünme kapasitesini minimumda kullanan çağımızın meşgul insanına bu dolambaçlı tümcelerin verdiği tek ve basit bir mesaj var: “Internet yalancıdır; ona güvenme!”

Oysa bu basit olguyu bile biraz derinlemesine irdelediğimizde asıl sorunun internetle ilgili olmadığını tespit ederiz. Asıl sorun on yıllardır süregeldiği üzere medyanın, medyayı oluşturanların önemli bir kısmının kapasitesizliği; kalitesizliğidir.

Sizin hiç başınıza gelmedi mi? Kendi gözlerinizle şahit olduğunuz bir olayın ertesi gün medyaya yansıtılmış halini incelediğinizde olayın bambaşka bir hale getirilmiş olduğunu görüp de hiç şaşırmadınız mı?

Peki bu tür bir haberin hemen yanında şahsen bilgi sahibi olmadığınız bir konuyla ilgili habere odaklandığınızda aynı kaygıyı taşıdığınız hiç olmadı mı? Hiç şöyle düşünmediniz mi? “Detaylarını bildiğim bir konuyu bu şekilde yanlış ve hatalı sunduklarına göre detaylarını bilmediğim konuların kalite düzeyi de demek ki olsa olsa bu kadar olur”.

Internetin ya da onun vasıtasıyla eriştiğimiz popüler sitelerin sunduğu bilgilerin doğruluk düzeyi ya da kalitesinin medyanın bugüne dek sunduğu bilgilerin doğruluk düzeyi ya da kalitesinden daha düşük olduğunu nereden biliyoruz?

Ne gazeteler ne dergiler ne de radyo ya da TV, internet ve onun üzerinden erişilen bilgi ortamları kadar yapılan hatayı derhal su yüzüne çıkaracak kadar şeffaf ortamlar değil; hiçbir zaman da olmadı.

Tekzip müessesinin nasıl çalıştığını bilen biliyor. En iyi şartlarda tekzip yayınlamaya mahkum bile edilse bir medya kuruluşunun onu yayınlamak yerine para cezasını ödeyip yayınlamamayı tercih edebiliyor. Oysa internette yalancının mumu yatsıya kadar bile yanamıyor.

Hal böyle olunca bugüne dek medyanın kırdığı potlar “kol kırılır yen içinde kalır” mentalitesi çerçevesinde gündeme getirilmiyor; ancak sıra internete geldiğinde her türlü problem medyaya yansıtılarak internetin ne berbat bir bataklık olduğu imajı yaratılmaya çalışılıyor.

Belli ki bu medyanın interneti hala büyük bir düşman, bir gün gelip işini elinden alacak bir canavar olarak görmesinden kaynaklanıyor. 80li yıllarda bilgisayar olgusu ülkemize yeni giriş yaparken herkesin korkusu bir gün bilgisayarların insanların işini ellerinden alacağı yönündeydi. Bugün gelinen nokta nedir? Evet bilgisayar pek çok işin elle yapılmasına son verdi. Ama insan gücüne, ister kol gücü olsun ister beyin gücü, bugün hala gereksinim duyuluyor. Yarın da duyulmaya devam edecek.

Benzer şekilde internet medyayı ne kadar değişmeye dönüşmeye zorlasa da gazetecilik, dergicilik, radyoculuk, televizyonculuk ölmeyecek. Kabuk değiştireceği, bambaşka bir hale geleceği su götürmez bir gerçek ama onu ortadan kaldırmayacak!

Ortadan kaldırmak bir yana bilgi toplumunun bu şeffaflık olgusu sayesinde gölgede kalan kalitesizlikler, kapasitesizlikler de gün ışığına çıkacak. Bu sayede ister muhabir ister köşe yazarı ya da anchorman olsun kamuoyuna bilgi sunan tüm medya personeli “bilgi olgusu”na birey olarak, insan olarak değer vermesi gerektiğini idrak edecek. Mesleğini de ona göre icra etmeye başlayacak.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 22 05 2009