Cuma, Ekim 30, 2009

INTERNET 40, DEVRİM 48 YAŞINDA

Hemen hemen aynı zamanlarda gerçekleştirilen iki mucize. Amerika menşeili olan ortaya çıkışından kırk yıl sonra tüm dünyayı sarmış durumda, Türkiye menşeili olan diğeri ise kırk sekiz yıldır yalnızlığa mahkum edilmiş durumda! Peki ama neden?


29 Ekim 1969 günü Los Angeles’taki UCLA üniversitesindeki
araştırma görevlileri yeni icat etmiş oldukları bilgisayarın ekranına daha iki harf yazmışlardı ki bilgisayar çalışmaz hale geldi. Amaçları 314 mil uzaklıktaki Stanford Üniversitesi’ndeki bilgisayara bağlanmaktı ve bunun için karşıdaki bilgisayara giriş yapmaları gerekiyordu (yani LOGIN olmaları). Oysa bilgisayar daha LO yazıldığında çalışmaz hale geldi (teknik jargonla belirtmek gerekirse “göçtü”).

Bundan sekiz yıl önce 29 Ekim 1961 günü Ankara’da, TBMM’nin önünde özel bir kutlama vardı. 4,5 ay gibi kısa bir sürede adeta yoktan varedilmiş Türkiye’nin yaptığı ilk otomobil olan Devrim arabalarının iki numunesi meclis bahçesinde cumhurbaşkanı ve projenin fikir babası Cemal Gürsel’i bekliyordu.

Araçlardan birisi siyah diğeri bej renkliydi. Eskişehir’de yapıldığı yerden Ankara’ya tren ile getirilmişti ve yolda herhangi bir yangın tehlikesine karşı (trenler kömürle çalışıyordu) araçların benzin depolarındaki benzin azaltılmıştı. Lokomotife daha yakın olan siyah araçtaki benzin çok azdı.

Ankara’ya getirilen araçlar meclis binasının önünde cumhurbaşkanının gelmesi beklenirken siyah araçtaki benzinin yetersizliği anlaşıldı ne yazık ki ne cumhurbaşkanı gelip araca binmeden önce benzin dolduracak zaman bulundu; ne de cumhurbaşkanının içinde yeterince benzin olan bej araca binmesi sağlanabildi.

Sonuçta, 200 metre giden siyah araç herkesin şaşkın bakışları altında olduğu yerde durdu. Her ne kadar cumhurbaşkanı bej araca alınıp, gün boyunca planlanmış tüm törenlere o araçla intikal etse de ertesi gün gazetelerde çıkan “Devrim Yolda Kaldı” başlığı ve onun altını süsleyen yanıltıcı detaylar Türkiye’nin daha 1961 yılında otomotiv sektörüne yüzde yüz yerli malı araç üretimiyle girmesini engelledi.

Yıllar sonra Devrim’in öyküsünü gazetelerden okurken, hala gazetelerin yanıltıcı bir şekilde araca benzin deposu yapılmasının unutulduğu bilgisi beni çok düşündürmüştü. Oysa sonradan unutulan şeyin depo değil benzin olduğunu öğrendim. Ve buna karşı ülkenin gösterdiği tepkiye bir anlam veremedim. Hala verebilmiş değilim. Arabaya benzin konulması unutuldu diye 20. yüzyılın en büyük sektörlerinden olan otomotiv alanında Türk yapımı üretim yapmamak.

Bu ne büyük bir ceza! Eğer bu mentalite geçerli olsaydı, 29 Ekim 1969 günü daha LO yazdıklarında karşılarında çalışmaz hale gelen bilgisayarları gördüklerinde UCLA’daki bilim adamlarının “Tamam yaa işte çalışmıyor; hadi bırakıp evimize gidelim” demeleri gerekmez miydi?

Peki fark nerede? Devrim Yolda Kaldı diye günün manşetini patlatan ve bu nedenle belki de kendilerine güzel bir kariyer sağlayan üç beş gazete(ci)nin, kendi vizyonlarını aştığı için, ezber bozduğu için projenin karşısında duran güya sorumluluk sahibi bürokratların geleceği, koca ülkenin geleceğini nasıl olur da bu kadar olumsuz yönde etkileyebilir? Bir ülke, bir sistem buna karşı nasıl mağlup olur?

29 Ekim 1969’da California’da bilim adamlarının karşılarına çıkan zorluklar karşısında durmadan, yılmadan çalışmaları ve bu sorunları aşmalarının temelinde projenin ifade ettiği anlam yatmaktaydı. Sovyetlerden gelecek herhangi bir tehlikeye karşı mücadele edebilmek! Bir otomobil yapmak neden o günlerde tüm ülkeye tek bir anlam ifade edemedi?

Daha LO yazarken çalışmaz hale gelen, 314 mil uzaklıktaki bir bilgisayarla iletişim kuramayan o proje kırk yıl içinde gelişerek bugün Internet adıyla dünya üzerinde milyarlarca insanın gündelik hayatına yön veren bir teknoloji bileşeni olarak ve tek bir ülkenin sınırlarını aşarak yeryüzü kültürünün bir parçası halini almıştır.

48 yıl önce cumhurbaşkanını tüm gün boyunca Ankara’daki Cumhuriyet Bayramı törenlerine taşıyan bej renkli Devrim Arabası ise bugün tek başına Eskişehir’de TÜLOMSAŞ’ın (Türkiye Lokomotif ve Motor Sanayi AŞ) müzesinde sergilenmekte. 48 yıl sonra inatla çalışıyor ve ne yazık ki bu bize hala bir anlam ifade edemiyor!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1180) - Ooof Off Line Köşesi - 30 10 2009

Cuma, Ekim 23, 2009

TETRİS DEYİP GEÇMEYİN

"Yapılan bir bilimsel çalışma, Tetris oynayanların beyinlerindeki kritik düşünmeyle ilgili kısımlarının geliştiğini ispatladı. Peki bunun ODTÜ’nün efsane hocalarından Muhan Soysal ile ilgisi ne?"

Tetris’le ilk defa üniversite yıllarımda, ODTÜ’nün Ankara Tunus Caddesi’ndeki otobüs durağının hemen karşısında yer alan Merih Kıraathanesi’nde tanışmıştım. 80 yılların ortasıydı. Tilt makinesi büyüklüğünde bir dolap üzerinde oynanıyordu.Ancak Rus yazılımcılar sağolsunlar daha sonra PC versiyonu da çıktı ve uzun yıllar değişik versiyonlarını oynama imkanı buldum.

Bugün internette, facebook’ta yer alan oyunları hep özünde Tetris oynarken aldığım zevki verecek mi diye değerlendiriyorum. Beklendiği üzere binlerce oyun içinden çok azı bu kategoriye giriyor (örnek facebook/mindjolt’ta yer alan Chromatica, Staries).

Geçtiğimiz günlerde ABD menşeili Mind Research Network (MRN)’den Dr. Richard Haier’in 26 genç kızla yaptığı bir deney, Tetris’in beyin fonksiyonlarını olumlu etkilediğini bilimsel olarak ispatladı. Bu çalışmaya göre Tetris oynayanların beyin zarları kalınlaşıyor. Bu da aslında beyindeki gri maddenin artmasının bir göstergesi. Gri maddenin artması kritik düşünme, dil yeteneği, planlama ile ilgili düşünme eylemleri geliştirmeyi sağlıyormuş.

Sadece Tetris değil, yukarıda bazı örneklerini verdiğim türden, ilk bakışta sıkıcı görünen, oyunlar hakkında ben de uzun zamandır benzer şeyler düşünüyordum. Örneğin Tetris oynarken kritik konu sadece hız değildir. Düşmekte olan şeklin en uygun nereye yerleştirileceğini düşünmek benzer şekilde taktik ya da stratejik düşünme becerilerini geliştirmeyle bence yakından ilgili. Yukarıda belirtilen planlama becerilerinin geliştirilmesine katkıda bulunduğu tespiti sanırım bunu destekliyor.

En iyi lokasyonu tespit etmek sadece o şekli halletmekle ilgili değil. Ardından gelecek şekilleri düşünerek yapılan hareketler daha çok puan almayı sağlamaktadır (sadece bir sonraki şekil ekranda gösterilmektedir).

Öte yandan tetris oyununda belli bir deneyim kazanan oyuncu zaman içinde kendisine özgü bir oyun modelini (ya da stratejisini) de geliştirir. Oyuncunun geliştirdiği modele bakarak onun hakkında genel bir yorumda bulunulabileceğini de düşünüyorum.

Örneğin kimi oyuncular yere düşen şekilleri tablodan süratle kaldıracak şekilde hareket ederler. Bu daha anlık sorun çözme yeteneği gelişmiş ancak orta vadeli çözüm üretme modeline pek sıcak bakmayan okulun hareket planıdır. Bir başka alternatif ise biraz daha riskli bir yoldur. Burada şekiller boşluksuz olarak üst üste, yanyana yığılır ve belli bir aşamada gelecek bir ya da bir kaç şekil ile bunların üçerli beşerli şekilde tablodan topyekun kaldırılması sağlanır.

Bu model gelecek şekillerin tamamı bilinmediği için tasarruflu, tedbirli davranmanın da bir göstergesidir. Örneğin en çok işe yarayan şekil olan çubuk dikey olarak genellikle en kenara oynanır. O sırada çoğunlukla o kenarda iki sıra boşluğu vardır ve iyiymiş gibi görünen bu hareket aslında riski artırır. Çünkü çubuk yerleştirildikten sonra satırları ortadan kaldırmak için bir çubuğa daha gereksinim duyulacaktır ve çubuklar oyunda az çıkan şekillerdendir. Bu tür bir oyun stili kişinin mevcut problemi çözmek uğruna gelecekteki olası problemleri göz ardı ettiğine bir işaret olabilir.

ABD’de Microsoft gibi firmalar, eleman alırken, “Sokaklardaki gider ızgaraları neden daire şeklindedir?”, “Bir ampülün iç hacmini nasıl tespit edersin?” gibi sorular sorduğu için taktir toplar ama örneğin yönetici pozisyonu için eleman alma sürecinde adaylara tetris oynatanı duymadım.

Belki bunu bir Türk firması yapar da sınavda tek kelimelik tek bir soru soran (“Neden?”) ODTÜ’nün efsane hocalarından merhum Muhan Soysal’ın yanında onun ismini de anarız. (Merak edenler için; Muhan Hoca cevap olarak “Neden olmasın” diye yazanlara 100, “Çünkü” diye yazanlara 80 verirdi - hikaye anlatanlara ise sıfır).

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1179) - Ooof Off Line Köşesi - 23 10 2009

Pazartesi, Ekim 19, 2009

OLTAYA TAKILMAYIN !


"Tembellik yapmayın, oltaya takılmayın. Bilgi çağı bireyin karşısına gelen bilgiyi değerlendirebilme becerilerine sahip olmasını gerektirir."


Ekim ayı içinde Microsoft’un eposta hizmeti veren Hotmail sitesine üye binlerce kullanıcının eposta şifreleri phishing denilen yöntemle sanal korsanların eline geçti.

Phishing modelinde korsanlar orijinal sitenin aynısını yapıyor ve o site kullanıcılarını yanıltarak sanki orijinal siteymiş gibi kullanıcı kodu ve şifresini girmesini sağlıyor. Bu oltayı yutan kullanıcı kişisel bilgilerini girdiği andan itibaren şifresini kaptırmış oluyor.

Burada tabii ilk akla gelen şey URL satırından orijinal sitenin adresini yazdığınız halde oltaya nasıl takılınacağı. Büyük bir olasılıkla URL satırına orijinal web adresini yazdığınızda (yukarıdaki örnekte http://www.hotmail.com/) karşınıza gelecek site orijinal sitedir.

Öte yandan kullanıcıları yanıltan şey epostalardır. Diyelim ki eposta kutunuza girdiniz ve Hotmail Admin isimli bir kullanıcının size bir eposta göndermiş olduğunu gördünüz. Epostanın içinde diyelim ki o gün bir bakım çalışması yapılacağı için epostanıza girip posta kutunuzu kontrol etmeniz gerektiği konusunda bir uyarı ve altta da siteye erişmek için gerekli olan web adresinin linki var. Linkin adı da Hotmail olsun.

Buraya kadar herşey normal, herşey güzel. Ancak “Hotmail” kelimesine iliştirilmiş olan web linki seçtiğinizde gideceğiniz yer çok önemli. Linki tıklamadan bile kelimenin üstüne geldiğinizde sol alttaki satırda o linkin nereye bağlantı verdiğini görebilirsiniz. İşte phishing’de tuzak tam burada kuruluyor. Linkin http://www.hotmail.com/ sitesine gitmesi beklenirken aslında başka (korsan) bir siteye gidiyor.

Gelen site orijinal sitenin tıpkısının aynısı. O nedenle tıkladığı linki ya da gelen sayfanın URL adresini kontrol etmeyen kullanıcı gördüğü ekran karşısında tuzağa düşüp şifresini girebiliyor. Hatta bazı korsan siteler şu oyunları da resmin içine dahil etmekten çekinmiyor. Örneğin kullanıcı adı ve şifre bilgilerinin girildiği kısım hariç yüklenen korsan sayfanın tamamının orijinal siteden getirilmesini sağlayabiliyor. Böylece orijinal sitede anlık bir içerik değişikliği söz konusu ise korsanlar bunu kendi korsan sitelerine kopyalamak için zaman kaybetmiyor.

Bazı durumlarda ise korsan sitenin kendisinde “aman korsanlara dikkat” gibisinden açıklamalar olabiliyor. Bunun nedeni de asıl kontrol edilmesi gereken bilgi olan link ve URL adresini kontrol ederek sitenin orijinal olup olmadığını anlamak yerine ekrana gelen bilgilere bakarak karar veren kullanıcıların zihninde bir güven unsuru oluşturmak. Bu tür bilgileri okuyan kullanıcı sitenin orijinal olduğuna kanaat getirebiliyor.

Öte yandan bir hususun daha altını çizmek gerekir. Kullanıcı kodu ve şifre girilerek erişilen web siteleri, kullanıcılarına şifre girerek yapılması gereken bir işlemin haberini eposta aracılığıyla vermez.

O nedenle eposta kutunuzda, her ne olursa olsun, şifrenizi girmenizi gerektirecek bir işlem yapmanızı belirtilen bir eposta aldığınızda bu büyük bir olasılıkla tuzaktır. Epostanın içinde ne yazıyor olursa olsun.

Böyle bir eposta aldığınızda işlemi yapıp yapmama konusunda tereddüt ediyorsanız, orijinal siteye ulaşmak için epostadaki linke tıklamayın, orijinal web site adresini URL satırına bizzat yazın. Yukarıdaki örnekte belki de tuzak linkte http://www.homail.com/ gibi orijinal site adresine çok benzer bir link vardı. Bunu ister tıklayarak ister haricen yazın fark etmez tuzağa düşersiniz. Ancak gelen eposta Hotmail sitesinden olduğuna göre bu sitenin orijinal adresi http://www.hotmail.com/ olduğundan, URL satırına http://www.hotmail.com/ ‘u yazarak siteyi çağırın.

Bu kural kullanıcı kodu ve şifre ile erişilen tüm siteler için geçerlidir. Tembellik yapmayın, oltaya takılmayın. Bilgi çağı bireyin karşısına gelen bilgiyi değerlendirebilme becerilerine sahip olmasını gerektirir.


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1178) - Ooof Off Line Köşesi - 16 10 2009

Cuma, Ekim 09, 2009

GOOGLE’A GÖRE EĞLENCE DÜŞKÜNÜ ve TEMBELİZ


Google arama eğilimlerinin gösterdiği üzere Türkiye’de internet eğlence amaçlı kullanılmakta, URL satırına web site adresi yazmak yerine bu iş için Google “taciz edilmekte”.


Ağustos ayı içinde Google’un, arama eğilimlerini Google Arama Trendleri adıyla Türkçe olarak da hizmet vermeye başlamasından olacak bazı medya kuruluşlarında haber oldu. Haber bu hizmeti doğrudan tanıtmak yerine, son dönemde Türkiye’den yapılan aramalarda ekonomik krizin de bir göstergesi olarak iş aramaya yönelik anahtar kelimelerin daha sık kullanıldığının tespitiyle ilgiliydi.

Keşke öyle olsa. Birkaç yıl önce (Kasım 2006) Google’da yapılan aramalar yine yalan yanlış haberlerin kaynağı olmuştu. O kez de İzmirlilerin pornografik konularda aramalar yaptığı ile ilgiliydi. O zaman da bu köşede belirtildiği üzere (Bkz 11 Kasım 2006 – İzmirliler Google’da Ne Arıyor?) Google Arama Trendleri hizmeti, hacimsel değil orantısal bilgiler vermektedir. Biraz da bundan olacak bu hizmetin adı “Google Arama İstatistikleri” değil “Google Arama Trendleri”dir.

Eğilim analizi yapıldığı için de toplam arama adetleri yerine normalleştirilmiş oransal bilgiler sunulmaktadır. Örneğin bir ülkeden belli bir dönemde en çok aranan kelime 500 bin kere aranmış olsun. Bu kelime eğilim grafiklerinde 100 birim ile gösterilir. Bir başka kelime elli bin kere aranmışsa o kelime de grafikte 10 birim ile yerini alır.

Öte yandan eğilim grafikleri tüm kelimeler baz alınarak yapılabileceği gibi, belli bir tarih aralığı baz alınarak da sorgulanabilir. Keza sadece belli bir kelime grubu baz alınarak da arama yapılabilir.

Örneğin Türkiye’de eğilim bilgilerinin toplanmaya başladığı 2004 yılından beri yapılan google aramalarında en popüler kelime FACEBOOK’tur. Şehirlere göre kırılımına bakıldığında bu kelimenin en çok Edirne (100), Zonguldak (96), Muğla(85), İzmir (83), Karaman(82) şehirlerinden arandığı görülür. Parantez içindeki sayılar da birbirine göre orantılıdır. Yani Edirne’den yapılan her 100 “facebook” aramasına karşın Karaman’dan 82 arama yapılmıştır.

Tüm zamanların eğilimleri incelenirse facebook kelimesini sırasıyla oyun(70), mynet(65), youtube(50), oyunlar(45), indir(40), msn(35), milliyet(30), haber(30), hürriyet(25) kelimelerinin izlediği görülür.

2004-2009 dönemi arasında herhangi bir dönem analizi yapılabilir. Örneğin son bir yılın eğilimlerine bakıldığında yukarıdaki listenin kısmen değiştiği görülür (facebook-mynet-oyun-izle-oyunlar-video-milliyet-indir-hürriyet-haber).

Görüldüğü üzere ekonomik kriz Türk halkının şu iki eğilimini değiştirmeye yetmemiştir: Birincisi interneti eğlenmek, vakit öldürmek için kullanmak. İkincisi de adını bildiği bir web sitesine gitmek için URL satırına sitenin adını yazmak yerine onu google’un arama kutusunun içine yazıp, oradan gelen ilk linke tıklayarak siteye ulaşmak (facebook kelimesini imla hatası olmadan düzgün yazabilen bir kişi www.facebook.com yazmak yerine google üzerinden facebook’a erişiyorsa bu tembelliğin başka bir izahı olabilir mi?)

Öte yandan medyadaki haberlere konu olan durumu da irdelemekte fayda var. Doğal olarak “evde iş” gibi, “bayilik” gibi ifadeler de google’da aranmış. Ancak bu ifadeler, yapılan tüm aramalar dikkate alındığında ilk ona girecek miktarda değil. Ne 2004’ten beri ne de son bir hafta ya da bir ay içinde. Ancak bu ifadeleri bünyesinde barındıran aramaların eğilimlerine bakıldığında ortaya çıkan grafikler, Google Arama Trendleri isimli hizmetin nasıl çalıştığını anlamayanları yanlış yönlendirmekte ve görünen o ki hatalı manşetlerin atılmasına neden olmakta.

Son olarak, 2006 yılında pornografik içerikli aramalarda Türkiye’nin şehir bazındaki istatistiğine bakıldığında Doğu’daki kimi şehirlerimizin eline ne İzmir’in ne İstanbul’un su dökemediğini görüyoruz. İster Türkçe ister İngilizce kelimelerle olsun.

Not: Google’un ilgili hizmeti şu sitededir:

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1177) - Ooof Off Line Köşesi - 09 10 2009

Pazartesi, Ekim 05, 2009

TWITTER DA ÜNLÜ OLDU; YASAKLANMASI YAKINDIR


Anlaşılan dünyada çok az ülke (örneğin Çin, Türkiye) internetin gerçek gücünü tespit etmiş durumda. Bu gücün getireceği yıkıcı sonuçlardan vatandaşlarını korumak için gece gündüz çalışıyor.


Renkli medyamız sağolsun Twitter’i da ünlü yaptı. Bazı köşe yazarlarının Twitter’dan “dedikodu” kıvamında yayın yapması sonucunda onlardan hazzetmediği anlaşılan başka bazı köşe yazarların “bu tür teknolojik araçları anlamsız amaçlarla kullanmayın kardeşim” türünden çıkışları sayesinde neymiş bu twitter diyenlerin sayısı bir anda geometrik olarak arttı.

Mikro blog olarak tanımlanabilecek twitter, cep telefonlarındaki SMS imkanını blog mantığı ile internete entegre etme fikri sonucunda ortaya çıkmış bir “sosyal ağ”. O nedenle twitter’a yazılan mesajlar (twit deniyor) 140 harften oluşabiliyor. Bu mesajları ister web sitesinden ister cep telefonundan izleyebilirsiniz.

Internet üzerindeki bloglar belli bir konuda daha uzun yazı, resim, video vb içeriklerini paylaşma imkanı sağlarken twitter dar bir imkanla (140 harflik metinler) çok daha anlık bir imkan sunuyor. Amaç daha ziyade bir kişi, olay ya da konuyu daha hızlı, daha yakından izlemek.

İzleme işi bu denli hızlanıp yakınlaşınca haliyle ortaya farklı bir dünya çıkabilir. Konular tam da kıvamına gelmeden izleyicilerinin gözleri önüne serilebilir. Bütünüyle bu aracı kullanma kabiliyetine ve amacına bağlı olarak.

Örneğin popüler bir sanatçı twitter üzerinden fanatikleriyle çok daha sıcak bir temas kurabilir. Günlük olarak, saatlik olarak yapmakta olduğu şeyleri basit birer SMS mesajı formatındaki twitlerle izleyici kitlesine ulaştırabilir.

Ya da çekilmekte olan bir filmin film setininin günlüğü benzer şekilde twitter’dan meraklılarına ulaştırılabilir. Keza izlenecek kadar popüler olmuş bir kişinin (örneğin bir ülkenin başbakanının) bir ziyareti sırasında (örneğin ABD’ye) başından geçen olaylar (örneğin hotel girişindeki itişip kakışma) twitter’dan saat saat, gün gün geniş bir kesime iletilebilir.

Tabii twitter sunduğu bu imkanlar sayesinde kısa zamanda yasaklayıcı zihniyetin radarına girerse kimse şaşırmasın. Devasa bir web sitesindeki bir makaleye dışarıdan yazılmış bir yorum nedeniyle kişilik haklarına saygısızlık yapıldığını tespit eden ve sonucunda o yorumu siteden sildirmek yerine tüm siteyi ihtiyaten erişime kapatma kararı veren bir adalet model bence twitter’i daha incelemeden direkt erişime kapatmalıdır. Çünkü illa ki bu sitede de birilerinin kişilik haklarına saldıran bir mesaj mutlaka vardır.

Aslında bu yaklaşım farklı teknolojik imkanlar için de uygulanabilir. Mesela cep telefonu altyapısından bir kişi bir başka kişiye kişilik haklarına saldırıcı bir SMS mesajı gönderdiğinde genellikle konu gönderici ile alıcı arasında çözülmeye çalışılıyor. İlgili telefon numaraları ve bu numaraların sahipleri bulunuyor ve bu kişiler hakkında yasal işlem yapılıyor.

Öte yandan internette uygulanan ihtiyati tedbir kararları cep telefonu dünyasında da uygulansa sadece bu türden tek bir örnek için tüm operatörlere ait SMS gönderme imkanı ihtiyaten kapatılabilir. Hatta eğer bu nahoş durum SMS mesajıyla değil de cep telefonundan sesli görüşme yapılarak gerçekleştirildiyse tüm şebekelerin tüm sesli görüşme imkanları da durdurulabilir.

Size içinde tehdit unsurları yer alan bir mektup mu gönderildi postayla, o halde ülkedeki tüm posta hizmeti durdurulmalıdır.

SMS, cep telefon görüşmeleri, posta hizmetleri söz konusu olduğunda bu tür yasaklamalar mantıksız gelirken iş internete gelince mi birden mantık ortaya çıkıyor? Anlaşılan dünyada çok az ülke (örneğin Çin, Türkiye) internetin gerçek gücünü tespit etmiş durumda. Bu gücün getireceği yıkıcı sonuçlardan vatandaşlarını korumak için gece gündüz çalışıyor. Diğer ülkeler ise twitter’dan birbirlerine dedikodu içeren mesajlar gönderip, dalgalarını geçiyor olsa gerek.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1176) - Ooof Off Line Köşesi - 02 10 2009

İÇERİK KRALDIR


İçeriğin kral olması kolay; ama krallık yapabilmesi zor. Bu zorluğun temelinde iki önemli unsur var. Birincisi içeriği oluşturanların bilgi seviyeleri ise ikincisi de hattın öbür ucundaki kamuoyunun bilgi seviyesi.


Internetin ve webin popülerleşmeye başladığı doksanlı yıllardı. Bugün dijital kültürü bir şekilde etkilemiş teknolojik gelişimlerin pek çoğu ya henüz icat edilmemişti ya da emekleme aşamasındaydı.

Web 2.0 yoktu. Blog yoktu. Facebook, twitter, myspace, youtube yoktu. MSN yerine ICQ kullanılırdı. En büyük internet başarıları denildiğinde üç örnek verilirdi: Amazon.com, ebay.com, dell.com. Google bile yoktu. O kadar eski (!)

O emekleme evresinde internet dünyasında öne çıkan ilk büyük sloganlardan bir tanesi de şuydu : İçerik kraldır (content is the king). Bu aslında o zamanın imkansızlıkları içinde kaçınılmaz bir gerçekti. Çünkü web sayfalarını renklendirecek, kullanıcıların birbiri ile etkileşim sağlayacak teknolojik imkanlar söz konusu değildi. En ileri sitelerde içerik yazı, hareketli görüntü ve video kliplerle sınırlıydı.

Bu imkansızlıklar içinde web sitelerine trafik çekmek doğal olarak siteye eklenecek içeriğin gücüyle doğrudan ilgiliydi. Web sitesindeki içerik (metin, fotoğraf vb) öyle bir içerik olmalıydı ki insanlar başka bir web sitesine değil de o web sitesine gelmeyi tercih etsindi.

Geçtiğimiz günlerde Akşam Gazetesi’nden Serdar Turgut; Financial Times CEO’su John Ridding’in Columbia Journalism Review dergisine vermiş olduğu bir röportaja atıfta bulunarak, gazeteciliğin ve gazetelerin geleceği konusunu gündeme getirdiğinde satır aralarında ortaya çıkan basit strateji onbeş sene öncekine göre pek bir fark arz etmiyordu : İçerik kraldır.

Financial Times gazetesi başından beri web sitesini ücretli bir hizmet olarak sunuyor. Ancak ücretli abonelik çekmek için basit bir yaklaşım izleniyor. Belli bir miktarda içerik ücretsiz. O sınır geçildiğinde ücretsiz üyelik gerekiyor. Ücretsiz üye olarak da belli bir miktarda daha içeriğe erişmek mümkün. Ancak o da yetmiyorsa bu kez ücretli üyelik gerekiyor.

Bu basit modelin verimli çalışabilmesi için gerekli olan en kritik şey, dijital dünyada gazete okumak isteyecek kişinin daha fazla içerik talep edebilmesini sağlamak. Bu da ancak kaliteli bir içerikle söz konusu olabilir.

Internetin sunduğu çeşitlilik, okurun bir şey vermesi söz konusu olduğunda derhal devreye girer. Örneğin site sizi ücretsiz olsa dahi abone yapmadan içerik sunmuyorsa ilk tepkiniz abone olmak için bir form doldurmak yerine hemen Google’a gidip, aradığınız şeyi direkt bulabileceğiniz bir başka web sitesini aramak olacaktır.

Ancak başka yerde bulamayacağınızı bildiğiniz bir içerikse orada sizi bekleyen, o zaman vakit harcayıp üye de olursunuz. Para harcayıp abonelik aidatı da ödemeyi göze alırsınız.

Ne ilginçtir ki ülkemizde medya siteleri, medya organları (tv, gazete, dergi vb) içeriklerini kalitesizleştirme açısından birbirleriyle yarış halindeler. Bu sadece “sıkıcı” denilebilecek haber türü içerikle sınırlı da değil. Her konudaki içerik için geçerli. Dizilere bakın, spor programlarına, spor sayfalarına bakın. Ya da köşe yazılarını inceleyin.

İçeriğin kral olması kolay; ama krallık yapabilmesi zor. Bu zorluğun temelinde iki önemli unsur var. Birincisi içeriği oluşturanların bilgi seviyeleri ise ikincisi de hattın öbür ucundaki kamuoyunun bilgi seviyesi. Bu iki unsurdan en az birisinde seviyesizlik zaafiyeti baş gösterirse içeriğin krallığının bir anlamı kalmaz.

Bu durumda içeriğe önem vermek, okur ve yazar tabanında belli bir seviyeyi yakalamış kültürlerde odaklanılması gereken en temel unsurken, bilgi olgusunun değer verilecek bir şey olduğunu henüz idrak edememiş Türkiye gibi ülkelerde içeriğin kral ya da soytarı olmasının bir anlamı yoktur. Önce hem okur hem de yazar soytarılığı bıraksın.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1175) - Ooof Off Line Köşesi - 25 09 2009