Salı, Ağustos 19, 2008

BILL GATES’TEN SONRA YAŞAM


AIDS ya da sıtmayı dünya tarihinden silecek bir aşıyı bir ilaç şirketinin geliştirmesini beklemek o kadar imkansız mı? Hayır belki de değil. Ancak zihninde hiçbir düşünsel engelin olmadığı “o alanda yeni yetme birisinin” cesaretinin getireceği yaratıcılık da belki hiçbirisinde yok.


Sevseniz de sevmeseniz de Bill Gates ve onun önderliğindeki Microsoft firması, dünyanın her yerinde birey ve toplum bazında bilgisayarlaşmanın en büyük dinamosu oldu. 90lı yıllarında ortasında gelen internet dalgasına kadar kişisel bilgisayar dünyası dendiğinde herkes dönüp Microsoft’a bakıyordu; acaba ne yapacak diye.

Haziran sonu itibariyle Bill Gates Microsoft’taki tüm aktif görevlerini bıraktı. Artık zamanını bütünüyle kendisi ve eşi adına kurmuş olduğu vakıfın işlerine adayacak. Açıklandığına göre yönetim kurulu başkanı olarak haftada bir gününü Microsoft’ta geçirecek ancak bu pratikte ne anlama gelecek, birlikte göreceğiz.

Gates’in vakfının konsantre olduğu iki büyük alan AIDS ve sıtma. Her ikisinin ortak özelliklerinden birisi de tıbbın henüz kalıcı bir çözüm üretememiş olması. Basitçe birer aşı. Bu belki de Gates’in internet dalgasından çıkardığı en önemli derslerden birisi.

Bilimsel Devrimlerin Yapısı eserinde paradigma olgusunu öne süren Thomas Kuhn’un da belirtmiş olduğu gibi bir alanda yeni bir paradigmanın gerçekleşmesi, daha ziyade mevcut koşullarda avantajlı bir konumda olanlardan beklenmez. O pozisyondakiler o avantajlı konumlarını koruma yönünde doğal bir reflekste bulunur ve bu nedenle de paradigmasal sıçramalar yapmayı ıskalar. Beklentiyi mevcut koşullarda herhangi bir avantajlı durumu olmayanlar gerçekleştirir.

World Wide Web’i CERN araştırma laboratuvarlarında çalışan ve bilgisayar endüstrisi içinde kişisel bir çıkarı ya da beklentisi olmayan birisi icat etti. Internetin itici gücü haline gelen webin kitlelere ulaşmasını Mosaic (sonraki adı Netscape) yazılımını geliştiren bir doktora öğrencisi sağladı (sonra da milyarder oldu).

1995-2001 yılları arasında tüm dünyada irili ufaklı yaşanan dot-com balonunu sektörde hiçbir rolü olmayan genç girişimcilerin fikirleri şekillendirdi. Belki de her bin macaradan bir tanesi bugün anlamlı bir ürün ya da hizmet haline geldi ancak o gelenler de global bilgi teknolojileri dünyasında paradigmasal değişikliklerin yaşanmasını sağladılar.

Gates belki de bu nedenle artık Microsoft bünyesinde bir sonraki büyük şeyin mimarı olamayacağını gördü. Microsoft’un kaybedecekleri o kadar büyük ki bundan sonra ancak irili ufaklı da olsa evrimsel adımlarla ilerlemekten başka bir şey yapamaz.

Bu da Gates’i tatmin etmez. Çünkü o devrim yapmış birisi.

O halde ne yapmalı? Mevcut koşullarda kaybedecek hiçbir şeyinin olmadığı alanlarda bu tür büyük maceralara girmek bir çözüm olamaz mı? Evet her ne kadar kaybedecek müthiş bir parası olsa da o para artık şahsen onun değil; vakfının.

AIDS ya da sıtmayı dünya tarihinden silecek bir aşıyı bir ilaç şirketinin geliştirmesini beklemek bu kadar imkansız mı? Hayır belki de değil. Ancak zihninde hiçbir düşünsel engelin olmadığı “o alanda yeni yetme birisinin” cesaretinin getireceği yaratıcılık da belki hiçbirisinde yok.

Ben açıkçası çok kısa bir süre içinde olmasa da Gates vakfının içinde olduğu bir girişimin bu hastalıkların kökünü kazıyacak çözümleri üreteceğine inanıyorum. Herşeyin ötesinde üç beş ülkeyi dolaşıp, açlıktan ya da hastalıktan kırılan sekiz on köyü gezip birer çek yazmak için ayrılmamıştır ofisinden Gates. O kadarı ona yetmez.

Microsoft’a gelince. O resmin içine gelene dek liderliği elinde bulunduran IBM’e ne oldu? Yok olup tarihe mi karıştı? Hayır. Microsoft belli bir kategoride elinden bayrağı almış olsa da IBM varlığı sürdürdü; bir ara tökezledi ama doğru yönetim ve yöneticilerle bu sıkıntılı dönemi atlattı. Bugün aslına bakarsanız Microsoft’tan çok daha büyük ciroya ve kara sahip bir şirket oldu.

Yarın aynı şey Microsoft’un da başına gelecek. Belki Google onun yerini alacak ama Microsoft kendi güçlü olduğu alanlarda para kazanmaya, “büyük kalmaya” devam edecek. Belki de bir süre sonra bugün Microsoft için söylediklerimizi Google için söylüyor olacağız.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 15 08 2008

İKİ İDDİANAME ve BİLGİ TOPLUMU


“(Elimdeki güç yettiği kadar) Benim fikirlerim nesnel bilgilerdir” mottosu bireylerin zihnine şırınga edilmektedir. O halde bu bireylerin işlediği adi suçlardan medyada gördüğümüz seviyesiz tartışmalarına kadar her şeyin özünde de bu tohumu görmek bizi neden rahatsız ediyor? Yoksa bizi bu hale “bir kereden bir şey çıkmaz” zihniyeti mi getirdi?


Bilgi olgusu ele alındığında genelde bilgiden nasıl istifade edilebileceği, bunun için teknolojiden ve diğer araçlardan nasıl yararlanılabileceği, sürecin sonuçlarının birey ve toplumun yaşam kalitesini nasıl artırabileceği gibi hususlar gündeme gelir.

Oysa bilgi olgusunu Türkiye gerçeğinden incelediğimizde şu dilemmadan bir türlü kurtulamadığımızı görürüz : Nesnel bilgiler mi şahsi fikirler mi?

Bilgi olgusunun en güçlü kalelerinden birisi hukuk sistemidir. Matematiği çok iyi bilen birisi sanırım hukuk sisteminin işleyiş modelini de çok iyi kavrayacaktır (bu tümce bilimsel bir değere sahip olursa acaba toplum olarak hukukla aramızdaki sorunu da aydınlatmış olur mu?).

Hukuk sisteminde yürürlükte olduğu sürece eğilip bükülmemesi gereken olgular bütünü vardır. Bunlar yasalardır. Yapılan ve adalate yansıyan bir eylem bu yasalarda belirtilen önermelere göre değerlendirilir. Basit bir örnek vermek gerekirse yasada “beyaz renkli bir duvarı farklı renklerle karalamak suçtur ve cezası da şudur” deniyorsa hukuk sistemindeki tüm elemanların (savcı, hakim, avukat) söz konusu bir eylemi bu önermeye göre değerlendirmesi gerekir.

Birisi eğer sarı renkli bir duvarı karalamışsa yukarıdaki önermeye göre bu suç olamaz. Ancak bu kez kamu vicdanının rahat edip etmemiş olması söz konusu olur. Ha sarı ha beyaz fark etmez; duvarı kirletmenin cezalandırılmasının istendiği (ve yukarıdaki yasaya sahip) bir toplumda sarı duvarı kirletmiş birisi cezasız kalır ve bu yargı açısından doğrudur (yasada sarı duvar demiyor) ama yasama açısından hatalıdır (yasa önermesinde “duvarın rengi ne olursa olsun fark etmez” demek yerine “beyaz” denmiş).

Yasamadaki bu eksikliğin yargı tarafından çözülmeye çalışılması hukuki açıdan ne kadar sağlıklıdır bilemem. Ancak benim kişisel görüşüm yasamadaki eksikliklerin yargı süreciyle bertaraf edilmesinin çok daha büyük kaos yaratma potansiyeline sahip olduğudur.

Öte yandan adalet sisteminin ya da hukuk düzeninin güvenilirliği ya da kalitesi yasamadaki güdüklükleri bertaraf etme kapasitesinde aranmak yerine hızlı ve doğru kararlar vermesinde aranır. Bu da temelde süreçleri hakkını vererek icra etmeyi gerektirir.

Önümüzde şu an iki tane iaddianame var. Birisi AKP’yi kapatma davası kapsamında hazırlanmış bir iddianame. Diğeri ise Ergenekon rumuzlu dava kapsamında hazırlanmış olan iddianame.

Kapatma davasıyla ilgili süreç daha erken başladığından daha fazla yol katedildi. Elimizde bazı veriler var. Örneğin AKP yaptığı savunmada iddianamenin “kalitesizliğinden” dem vuracak somut deliller sunamadı. Onun yerine başsavcının Cumartesi günü oturup google’dan gazete arşivlerini taramış olduğuna atıfta bulundu. Daha ziyade iddianameye değil de topyekun böyle bir davanın açılmasına yoğun tepki verildi; bunun hukukla ilgili olmadığı ve siyasi olduğu söylemine başvuruldu. (Yani yasamada sorun olduğunu ve yargının bu sorunu çözmesi gerektiği istendi).

İddianamesi henüz yeni kabul edilmiş olan Ergenekon rumuzlu davada ise tüm gözler, belki de 2455 sayfa olmasından dolayı, iddianameye çevrildi. İddianamenin tek bir tümce ile ifade etmek gerekirse “hukuksal anlamda kalitesi” sorgulanıyor.

Kapatma davasına yapılan siyasi olma eleştirisinin bu kadar zaman ve hacim kaplamasını bir türlü anlayamıyorum. Matematiksel formül bazına indirgenebilecek bir sistem olan hukuk düzeninde yürürlükte olan kanunları baz alarak harekete geçen bir avukat, hakim ya da savcının eleştirilmesi bilgi toplumu olmak isteyen bir toplumu nasıl etkiler?

Ya da mensubu olduğu bir hukuk sisteminin kalitesini düşürecek türde çalışma yapan bir hakim, avukat ya da savcı bilgi toplumu olmak isteyen bir toplum üzerinde nasıl bir etki bırakacaktır? Şöyle: “(Elimdeki güç yettiği kadar) Benim fikirlerim nesnel bilgilerdir”.

Bu motto bireylerin zihnine şırınga edilmektedir. O halde bu bireylerin işlediği adi suçlardan medyada gördüğümüz seviyesiz tartışmalarına kadar her şeyin özünde de bu tohumu görmek bizi neden rahatsız ediyor? Yoksa bizi bu hale “bir kereden bir şey çıkmaz” zihniyeti mi getirdi?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 08 08 2008

Pazar, Ağustos 03, 2008

DİJİTAL EVRENİN BOYUTLARI


2007 yılı sonu itibariyle Dijital Evrenin büyüklüğü 2,25 x 10 üzeri 21 ya da 281 exabyte ya da 281 milyar kere milyar byte. Daha popüler ölçülerle ifade etmek gerekirse tüm evren müzik dosyalarından oluşsaydı 281 trilyon dakikalık müzik dosyasına karşılık gelirdi.


Diyelim ki dört arkadaşınıza ekinde 1 Mb (megabyte yani bir milyon küsur harf) büyüklüğünde dosya olan bir eposta gönderdiniz. Yapmış olduğunuz bu işlemin dijital evrende ne kadarlık bir yer işgal ettiğini tahmin edebilir misiniz? İpucu vermek gerekirse cevap dört ya da beş misli (yani 4 ya da 5 Mb) değil.

EMC firmasının sponsorluğunda IDC firmasının Dijital Evren ve onun büyüme hızı ve hacmiyle ilgili yayınlamış olduğu rapora göre cevap tam 51 buçuk misli. Nasıl mı? Açıklaması fazla teknik detaya girmeden şöyle: Dosya epostaya eklenince orijinal yerinden silinmiyor, ortalama olarak epostaya dosya dışında yazılan açıklama metni için de %10 ilave ediliyor. Eposta gönderildiğinde bir kopyası gönderenin bilgisayarında bir kopyası da eposta hizmeti veren sunucu bilgisayarda kalıyor. Gönderilen bilgisayarın yedeği, eposta sunucu bilgisayarının başına kötü bir şey gelirse diye onun tıpatıp aynısı bir kopyası daha. Bir de bu iki sunucu bilgisayarın yedekleri. Bunları topladığımızda 9,5 Mb ediyor.

Dört kişiye gönderilen epostaların yedeği, alıcı kişinin bilgisayarına giden kopya, bunların arşivleri, toplandığında 22 Mb ediyor. Epostaların bu dört kişiye gönderilmesi için telekomünikasyon düzeyinde oluşan dijital hacim ise 20 Mb. Bunların hepsi toplandığında ortaya 51 buçuk Mb’lık bir hacim çıkıyor.

Yukarıda bahsettiğim rapor bu çerçevede global anlamda oluşan dijital trafiği araştırmış ve bu çerçevede dijital evrenin boyutları konusunda çeşitli bilgiler üretmiş durumda.

Buna göre;

2007 yılı sonu itibariyle Dijital Evrenin büyüklüğü 2,25 x 10 üzeri 21 ya da 281 exabyte ya da 281 milyar kere milyar byte. Daha popüler ölçülerle ifade etmek gerekirse tüm evren müzik dosyalarından oluşsaydı 281 trilyon dakikalık müzik dosyasına karşılık gelirdi.
2006’da 180 extabyte düzeyinde olan dijital evren 2011’de ise bunun on katına yani 1,800 exabyte düzeyine ulaşması tahmin ediliyor.
İşin ilginci 2007 yılında ilk kez dijital evrenin hacmi yeryüzünde bulunan dijital saklama ünitelerinin kapasitesini aşmış durumda (yukarıdaki hesaplama mantığından da anlaşılacağı üzere dijital evren sadece saklanan byte’lardan, dijial bilgilerden oluşmuyor; iletişim hatlarından geçen bilgiler de bu evrene dahil). Keza 2011’deki 1,800 exabyte’lık evrenin de ancak yarısı kalıcı olarak saklama ünitelerinde korunan bilgilerden oluşacak.
Tüm evrenin %70’i bireyler, %30’u kurumlar tarafından oluşturulmaktadır.
Bireylerin üretmiş olduğu dijital evren hacminin yarısı doğrudan kişilerin yaptıklarından oluşmakla birlikte (örneğin dijital fotoğraf makinesiyle çekilen fotoğraflar, gönderdikleri epostalar vb) kalan yarısı kişilerin dahil olduğu faaliyetler çerçevesinde oluşan dijital gölge işlemlerden oluşmakta (örneğin güvenlik kameraları, web arama tarihçeleri gibi).
Kurumsal anlamda üretilen dijital evren ise sektörden sektöre değişiklik göstermekte ve teknolojiye yapılan yatırımla doğru orantı oluşturmamakta. Örneğin finans sektörü global anlamda yapılan teknoloji yatırımlarının %20’sini oluştururken, dijital evrende ancak %6’lık bir yer işgal edebilmekte.

EMC’nin konuyla ilgili web sayfasına gittiğinizde (web linki aşağıdadır) sizi bir sayaç karşılamakta. Bu sayaç 1 Ocak 2008’den itibaren üretilmekte olan dijital evrenin büyüklüğünü canlı olarak sunmakta. Şu an 262 exabyte düzeyinde olan dijital evrenin 2008 sonunda 500 exabyte düzeyine ulaşması beklenmekte.

Siz de dijital evrene ne kadar katkıda bulunduğunuzu tespit edebilirsiniz. İlgili web sitesinden indireceğiniz program önce size bazı sorular soracak (günde kaç eposta gönderiyorsunuz, dijital fotoğraf makinesiyle kaç fotoğraf çekiyorsunuz, kaç film indiriyorsunuz vb). Bunların sonunda saniyede dijital evrene kaç byte’lık katkıda bulunduğunuz ortaya çıkmakta.

Bu veriler çerçevesinde tıpkı web sitesindeki gibi bir sayaç bilgisayarınızda çalışmakta ve canlı olarak katkınız artarak sürmekte. Örneğin bu yıl benim dijital evrene katkım şimdiye dek 686 Gigabyte (686 milyar) düzeyinde.

http://www.emc.com/leadership/digital-universe/expanding-digital-universe.htm

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 01 08 2008

TELEFONUM OLMADAN ASLA - NOMOPHOBIA


Cep telefonu ile erişilemez bir noktada olmak neden bu denli korku verici bugünün modern bireyi için? Demek ki bugünün modern yaşamı kendisini bir şeyin parçası olarak göremeyen birey için dayanılmaz bir ortam sunuyor. Demek ki toplumsal yaşam daha acımasız, daha tehlikeli, daha katlanılmaz, vb.


21. yüzyılda hastalıklar da değişiyor. Bir yanda kanser ya da AIDS gibi çözüm bekleyen ölümcül hastalıklar dururken öte yanda insanı düşündürmeden edemeyen ilginç hastalıklar da ortaya çıkmıyor değil.

Daha önce Japonya’da ve İngiltere’de başgösteren bir hastalıktan bahsetmiştim. Hikikomori isimli bu hastalığa yakalanan evin (çoğunlukla) büyük oğlu odasına kapanıyor ve değil evden odasından bile aylarca çıkmıyor.

Geçtiğimiz günlerde İngiltere’de yapılan bir araştırma ortaya yeni bir fobinin de çıktığını gösterdi. Bu fobinin adı nomophobia. “No mobile phobia”nın kısaltılmış olan nomophobia mobil telefonunuzla erişim sağlayamama fobisi olarak tanımlanıyor. Çalınma, kontür bitmesi ya da kapsama alanı dışında kalma gibi nedenlerle cep telefonunuzla erişemez veya erişelemezseniz “vay başıma neler gelecek” fobisi yani.

İngiltere’de iki bini aşkın kişiyle yapılmış bir araştırmanın sonucunda katılımcıların %53’ünde böyle bir fobi olduğu tespit edilmiş. Nomophobia’ya sebep olan temel neden ise aile ya da yakın arkadaşlara ulaşamama korkusu. Diyelim ki telefonunuzun pili bitti ve tam da evi arayıp çocuğunuzun okuldan gelip gelmediğini teyid edeceksiniz. Bu durumda ne yapacaksınız?

İşte bu erişememe riskleri günümüz insanında bu tür korkular yaratıyor. Acaba dün neden böyle sorunlarımız, korkularımız yoktu? Ya da vardı da biz mi bilmiyorduk? Bu model bana Kaos Teorisi’ni anımsattı. Genel geçer fizik kuralları çerçevesinde “ihmal” edilen durumlar ihmal edilmeyip de ilgilenildiğinde ortaya “Çin’deki bir kelebeğin kanat çırpmasının Florida sahillerine tayfun getirebildiği” gerçeğini çıkabilmesi gibi.

Biz bunu bilmeden önce de kelebekler tayfuna sebep oluyordu. Değişen şey biz sadece “bilmediklerimiz alanını” biraz daha daralttık ve bunu bilebilir hale geldik. Bilinçlendik.

Dün de çocuğunun acaba zamanında ve kazasız belasız eve gelip gelmediğini merak eden ebeveynler vardı. Ancak o zamanın bilgi alanı içinde bunu öğrenmek ya imkansız ya da çok zordu. Ya sokaktaydı, ya evde telefon hattı yoktu vb. O nedenle de o bilgiden yoksun olarak geçen birkaç saat ile yaşamaya alışılmıştı.

Şimdi bilmediklerimizin alanı biraz daha daraldı. Elimizde cep telefonları var. O halde dilediğimiz an dilediğimiz kişiye ulaşabilir ve iletişim kurabiliriz.

Öte yandan bugün de “kabul ettiğimiz” bazı eksiklikler var. Örneğin telefonla konuşurken karşımızdakini görebilmek daha henüz yeni sınırı aştı; gerçekleşmek üzere. Ama örneğin telefon konuşması yaparken birbirimize dokunabilme imkanı hala o erişilemez bölgede. Hal böyle olunca biz de bugün telefon görüşmesi yaparken karşımızdakine dokunamamayı, onu öpememeyi vb bir eksiklik olarak görmüyoruz. Ne zaman ki bu imkan da sağlanacak onu da büyük bir eksiklikmiş gibi görecek ve bu eksikliği gidermek için derhal kullanmaya başlayacağız.

O halde elele giden iki durum söz konusu. Bir yanda yokluğunu bilmediğimiz şeyleri var edecek teknolojiler ortaya çıktığında o yokluktan kurtulma zorunluluğu. Diğer yanda ise kurtulamadıkça ortamın daha da dayanılmaz bir hale geldiği realitesi.

Yukarıdaki örneğe geri dönersek. Cep telefonu ile erişilemez bir noktada olmak neden bu denli korku verici bugünün modern bireyi için? Demek ki bugünün modern yaşamı kendisini bir şeyin parçası olarak göremeyen birey için dayanılmaz bir ortam sunuyor. Demek ki toplumsal yaşam daha acımasız, daha tehlikeli, daha katlanılmaz, vb.

Demek ki cebimizde telefon sayesinde bağlı olduğumuz o sanal iletişim ağı bile bize bir yere ait olma duygusunu veriyor. Eskiden yolda başımıza bir şey gelse sağdan soldan geçen hiç tanımadığımız insanlar bile kurtulmamıza yardımcı olabilirlerdi. Yani eskiden adı konmamış grupların doğal üyesiydi bireyler (mesela insanlık grubunun).

Bugün bu doğallığın yerini teknolojik çözümler alıyorsa bu biraz da o doğal üyeliklerin sona ermesinden ileri geliyor olsa gerek. Her ne kadar yukarıda anılan anket işin bu yönünü irdelememişse de zamanında “sosyal devletin öldüğünü” ilan edenler aslında bunları da söylemişler de kimse duymamış!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 25 07 2008