matrix etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
matrix etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Eylül 23, 2010

“HAKİKATİN ÇÖLÜ”

Kişinin bir fikir sahibi olması iyi birşey. Ancak bu aşırıya kaçtığında her türlü hayal mahsülü fikir, objektif bilgiden daha itibarlı hale gelebilir. Hakikatin çölünü reddetme eğiliminde olan birey için bu renkli hayal dünyası ne büyük bir nimettir! Dilediğin sebebi hayal et; olayların ardındaki gerçek o olsun!


Birkaç gün önce yazar Paulo Coelho Twitter üzerinden kendisini izleyenlere bir soru sordu : Matrix filminde “Hakikatin çölüne hoşgeldiniz” diyen karakter hangisiydi?

Hakikat neden çöle benzer? Çevremizde meydana gelen olayları ya da birilerinin söylediği bir sözü ya da aldığını bir kararı (doğrudan ya da dolaylı bizi ilgilendirdiği için) irdelememiz gerektiğini varsayalım. O olay neden oldu? O kişi neden öyle dedi? Ya da neden öyle bir karar almış?

Perdenin arkasında yatan gerçekleri ararken çok kritik bir noktadan geçeriz. Bu arama, tarama, irdeleme işini yaparken baz alacağımız temel paradigma nedir?

Bu noktayı o kadar hızlı geçeriz ki bunun bir değeri olduğunu bilmemekle kalmaz, bunun aslında tüm resmi değiştirecek güce sahip olduğunu da algılayamayız. Birisi bir vesile ile (mesela bu yazı) konunun altını çizmeye kalktığında da büyük bir olasılıkla onunla hem fikir olmamız olanaksıza yakın bir köşeye atılacaktır...

Nedir o paradigma? Basitçe, sadece kendine kapalı bir çevrede oluşmuş kişisel fikirlerimizi mi baz alacağız? Yoksa kendimizin, kendi fikirlerimizin de dışına çıkarak, başka bireylerin fikirlerini ya da daha objektif olduğu konusunda mutabakat sağlanmış fikir/bilgi kaynaklarını da resmin içine dahil edecek miyiz?

Bu kritik nokta bizim birey olarak, toplum olarak bilgi çağının neresinde olduğumuzu net bir şekilde gözler önüne serme gibi “kötü” bir özelliğe sahip!

Eğer sadece kendimiz ile sınırlı kalma yolunu seçersek; o olay, söz ya da kararla ilgili olarak fantezi dünyası önümüzde sonsuza dek açılmış olur. Hayal kurma kapasitemiz burada kendisini azami ölçüde gösterir ve inanılmaz sebepler icat ederiz. İcat edilen bu rengarenk sebeplerin ortak özellikleri de olacaktır. Mesela duruma göre bize en büyük kötülüğü yapacak olanlar gibi.

Böylece birisi bizi hiç dikkate almadan bir laf etmiş olsa bile bizim sınırsız hayal kurma dünyamız sonuçta aslında o kişinin oturup bize en büyük zararı dokunacak lafın ne olduğunu arayıp tarayıp bulmuş ve söylemiş olduğu fantezisini geliştirir.

Oysa kendi dışındaki kaynakları da resme dahil etme yolunu tercih eden birisi, o kişinin neden öyle demiş olabileceği konusunda daha objektif kaynaklara da başvurarak veri ve enformasyonu bir araya getirir ve bunlar ışığında bir bilgi üretir.

Fantezi dünyasındaki birey bunun etkisinde o derece kalabilir ki tesadüfen gerçek ile karşılaşsa bile gerçeğin çölünün renksizliği, hayalgücünden uzaklığı ona itici gelecektir. Bu çerçevede kişi gerçeğin çölünü acilen terk etmek ve kendi renkli hayal dünyasına geri dönmek ister. Böyle bir kişiye gerçeğin ne olduğunu bulmasını sağlamanın ya da anlatmanın ne anlamı olabilir ki? (Yine Matrix filminde Cypher karakterinin tüm ekibi ajan Smith’e sattığı yemek sahnesini anımsayın)

Bilgi toplumu bu açıdan bakıldığında hakikatın çölünde yaşar. Bilgiden istifade etmesini bellemiş birey de hakikatin çölünde yaşamaktan rahatsızlık duymaz. Bilgi tarih boyunca insanın gözlerine musallat olmuş aldatıcı gözlükleri çıkarıp atma eğilimindedir. Adem ile Havva’nın, cennetten kovulmalarına neden olan bilgi ağacının meyvesini yemelerinden beri. Belki de asıl husus cennet olgusuyla ilgilidir! Belki de o meyve cennete giriş anahtarıydı!


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1226) - Ooof Off Line Köşesi - 17 09 2010

Salı, Ocak 12, 2010

İNSAN BİR AVATAR MI?

Acaba bugün (sanal dünyada ya da bilim kurgu ürünlerde) kendi yarattığı avatarları yöneten pozisyonunda olan zeka gücüne sahip varlık konumundaki insanlar daha üst bir zeka gücü sahibi varlıkların avatarları olabilir mi?


ABD’li yönetmen James Cameron’un sinemada teknik bir devrim yaratan filmi sayesinde “avatar” kelimesi herkesçe bilinir hale geldi. Oysa daha önce Avatar isimli çizgi film serisi sayesinde çocuklar, dijital dünyadaki kullanımı itibariyle de sanal dünya müdavimleri bu kelimeye aşina idi.

Avatar aslında Hinduizm’den devşirme bir kelime. Basit olarak tanrıların yeryüzüne indiklerinde büründükleri fiziksel şekil anlamına gelmektedir. Dijtal dünyada avatar daha ziyade oyunlarda ya da sanal ortamlarda bireyin kendisini temsil etmesi için yarattığı karakterdir.

Popüler internet sitelerinden olan ve dünyanın bir tür simülasyonu şeklinde yorumlanabilecek SecondLife’da her bir üye bir avatara sahip olur. Ona verdiği komutlarla SecondLife’da “yaşar”. Ya da popüler konsol oyunlarından Nintendo Wii’de oyuncu önce kendisine bir avatar seçer ve elindeki cihazlarla yaptığı hareketler avatar tarafından oyuna yansıtılır.

Avatar olgusu sinemada daha önce Matrix üçlemesinde karşımıza çıktı. Daha sonra Bruce Willis’in son filmi Suretler ile Cameron’un son filmi Avatar filmlerinde. Her üç durumda da orijinal avatar deyiminin işaret ettiği anlamla paralellik arz eden bir durum var. Avatar’ı (ya da “bir başka” dünyanın doğal üyesini) uzaktan yöneten asıl zeka sahibi varlık, fiziksel olarak uzak bir mekanda ya da kendi doğal dünyasındadır. Avatar’ı yönetirken başka bir işle uğraşamaz. Avatar kullanmanın en büyük avantajı avatarın içinde bulunduğu sanal dünyada olanlar avatarın başına gelmesidir. Onu yöneten zeka sahibi varlık ise nispeten daha güvenlikli bir ortamda, bir tür trans halindedir.

Matrix filminde avatarın başına gelenler onu yöneten zeka sahibi varlığı da etkileyebilir. Suretler filminde normal şartlarda böyle bir durum yoktur ama geliştirilen özel bir teknoloji avatar üzerinden zeka sahibi varlığı da etkileyebilmekte, onu öldürebilmektedir. Avatar filminde ise iş bir kademe daha ileri götürülmekte ve zeka sahibi varlık, kendi doğal varlığını terk ederek, yönettiği avatarın içine girebilmekte(?) ve artık avatar zeka sahibi o varlık haline gelmektedir.

Avatar aslında televarlık olgusunun daha popülerlik kazanmış bir ismi olarak yorumlanabilir. Televarlık, teknolojik imkanlar sayesinde zaman ve/veya mekanda farklı bir konumda olabilmekle ilgili. Bu açıdan değerlendirildiğinde örneğin görüntülü/görüntüsüz telefon görüşmeleri de bir tür televarlık olma imkanıdır. Bir telefon görüşmesi sayesinde bulunduğunuz yerden binlerce kilometre uzaktaki birisinin yanına “gidebilirsiniz”. Hatta zihnimizin sınırlarını biraz daha zorlarsak tarihte bir miras bırakmak da bir tür televarlık olma hali olarak yorumlanabilir (bir yapı, bir sanat eseri ya da bir sonraki nesil, vb).Telefonla yapılan mekanı aşmak ise bir eser bırakmak zamanı aşmak olarak değerlendirilebilir.

Tabii bunlar televarlık olgusunun en ilkel versiyonları. Sanal gerçeklik alanında son yıllardaki gelişmeler kişinin bedenini bir kenara bırakıp zihin gücünü bir başka dünyadaki bir başka varlığa aktarma imkanını sunabilir hale getiriyor. Bugün bilim kurgu alanından giriş yapan bu olgular gelecek onyıllarda gündelik hayatımıza da ulaşacak gibi görünüyor.

Burada tabii evrenin fraktal ya da döngüsel yapısını da dikkate alarak şu soru da sorulabilir. Acaba bugün (sanal dünyada ya da bilim kurgu ürünlerde) kendi yarattığı avatarları yöneten pozisyonunda olan zeka gücüne sahip varlık konumundaki insanlar da daha üst bir zeka gücü sahibi varlıkların avatarları olabilir mi?

Düşünce, zeka ya da ruh gibi isimlerle adlandırılan şeyler insan denilen avatarlarla onları kendi doğal dünyasında yönetmekte olan üst varlıklar arasındaki iletişim kanalı mı? Beden fiziksel ömrünü tamamlandığında bu iletişim üst varlık tarafından bir başka bedene mi geçmekte? İnsan avatarların bu durumu tespit etmemesi için üst varlık konumundakiler o nedenle mi bir önceki bedende yaşanan deneyimi bir sonraki bedene transfer etmiyor?

Dan Brown’ın son kitabı olan Kayıp Sembol’de yan konulardan biri olarak tanıttığı noetik bilim alanı acaba bu alandaki soruları cevaplamada yardımcı olabilir mi?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1190) - Ooof Off Line Köşesi - 08 01 2010

FLASHFORWARD

Matrix üçlemesinde öğrendiğimiz dünyaya uzaktan erişim olgusu Bruce Willis’in son filmi Suretler’de geliştirilmiş olarak karşımıza çıktı. Bu da bana bir arkadaşımla uzun yıllardır yaptığımız futuristik konuşmaları anımsattı. Ve bir kez daha Vizontele’deki Deli Emin’in konumuna düştüğümüzü anladım.


ABD’de bu sonbahar yayınlanmaya başlayan ve derhal ülkemizde de gösterilen FlashForward dizisi sayesinde futuristik gelecek öngörüleri olgusu yeniden popüler oldu. Pazar gazeteleri, yeni yıla girmekte olduğumuz şu günleri de fırsat bilerek 2010’da ne olacak sorusuna cevaplar arıyor.

Bruce Willis’in son filmi Surrogates’i (Suretler) seyretmeseydim bu topa girmeyecektim. Uzun yıllardır teknoloji dünyasından bir arkadaşımla birlikte zaman zaman bir araya gelir ve bu tür “futuristik” değerlendirmeler yaparız.

Bu seanslarda gündeme gelen pek çok fikir bir kaç sene sonra “icat edilerek” karşımıza çıkar ve birbirimizi arayıp hayıflanırız. Artık Vizontele’deki Deli Emin’in dediği gibi “vallahi benim aklıma gelmişti” demekten de bıktık.

Mesela kitapların kağıda değil de dijital olarak “basılmasını”, “okunmasını” hayal ettik. Kısmen olmaya başladı. Amazon gibi ideefixe gibi internet üzerinden kitap satan web sitelerinin aynı zamanda “kişisel dijital kütüphane” hizmeti de vermesi gerektiğini düşündük (henüz bunu yapmadılar). Böylece bu sitelerden satın alınan elektronik kitaplar, satın alındığı anda kişinin dijital kütüphanesine aktarılır ve kişi kitabı dijital ortamda (bilgisayarından ya da kitap okuyucusu cihazdan) derhal erişebilir ve okumaya başlar.

Keza kişi kütüphanesindeki bir kitabı, yine aynı sitede kişisel dijital kütüphanesi olan bir arkadaşına ödünç verebilir. Bu durumda kendisi artık o kitaba erişemez ama arkadaşı kitabı okuyabilir hale gelir vb. (Üretim Tarihi : 2001).

Bir başka proje de müzik dünyası ile ilgili. Bu da henüz keşfedilmedi. İnanıyorum ki müzik dünyasına yön veren dev şirketler interneti kendi bildikleri mecraya çekip orada pataklayarak kontrol altına alma stratejisini terk etmeye karar verdilerinde bizim düşündüğümüz türden projeler de hayat bulacaktır. Bizim projemiz müzik parçalarındaki “tag” bilgileri denilen ve şarkının künye bilgilerini oluşturan kısımda şarkı türü olgusuna yepyeni bir bakış açısı getirmek.

Öyle ki müzik artık yaşanmakta olan ana şimdi olduğu gibi eklemlendirilmeyecek tersine o anın içine karışacak, yaşanan o duygunun, o ruh halinin değişmez bir parçası olacak. Ve bu deneyim dünya üzerindeki milyonlarca insan tarafından paylaşılabilecek.

Matrix üçlemesini seyredip de insanın “gerçek dünyaya” kafatasının arkasındaki bir delik vasıtasıyla yattığı yerden bağlandığı imgesini gördükten sonra aklımda dönüp dolaşan ileri düzey bağlantı modelini yukarıda bahsettiğim Suretler filminde gördüm (artık bıkmış olduğum için “vallahi benim aklıma gelmişti” demedim).

Suretler filminde insanlar artık gündelik angarya işlerini “avatar”larına yaptırıyorlar. Yani robotlara. Kendileri evlerinde tıpkı Matrix’te olduğu gibi bir koltuğun üstünde yatıyorlar, Matrix’ten farklı olarak avatarlarına kafalarının arkasındaki bir delikten değil göz ve kulaklara takılan bir başlıktan erişiyor; onları yönetiyorlar.

Bütün işi robotlar yapıyor. İnsanlar evlerinden dışarı çıkmıyor. Ve bu çerçevede gelişen olaylar. Robot almayı reddeden “has insanlar” ve bunların sisteme karşı direnişi. Bu tür sistemler söz konusu olduğunda derhal akla gelen “ya birisi bunu suistimal ederse” korkularını körükleyen hususlar...

Bugün bilgisayar karşısında saatler geçirdiği için asosyal olmakla itham edilen gençler mi acaba gelecek yıllarda bu teknolojileri icat edecek? “Hayatımızı neden riske atalım ki, başımıza bir şey gelecekse bu robotun başına gelsin, biz evde güven içinde olalım” diye düşünerek.

Peki o zaman sormazlar mı insana, “Ya kardeşim o zaman evde sabahtan akşama kadar yatarak robotu yönetmekten başka bir şey yapmayan senin ne katma değerin var?” diye. Bu kadar teknoloji üretenler robotların karar verme süreçlerini de “robotize” edebilirler nasılsa.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1188) - Ooof Off Line Köşesi - 25 12 2009