telif hakları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
telif hakları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Kasım 05, 2010

REMİKS KÜLTÜRÜ

Dijital dünyada bir esere erişirken, onun bir kopyası bizim için oluşmak zorunda. Bu dinamiklik kültürün sadece-oku modelinden oku-yaz modeline dönüşmesine neden olmakta. Bugünün dijital yerlileri bir malzemeyi alıp, onu değiştirip, kendisine ait yepyeni bir malzeme haline getirmekte ve bunu yasadışı olarak algılamamakta.

ROM ya da RAM gibi kısaltmaları bilgisayar eğitimimizin ilk yıllarında öğrenmiştik. Bellek bir bilgisayarı oluşturan önemli parçalardan biridir. ROM ve RAM de bu parçanın iki farklı türüdür. Her bilgisayarda ikisi de yer alır. İlki sadece okuma yapılabilen bellektir. Sınırlı ama önemli bir işlevi vardır. İkincisi ise bilgisayar alırken “Bunun hafızası ne kadar?” diye sorduğumuzda kastettiğimiz bellektir. Tüm programlar bu bellekte çalıştırılır. O nedenle bu bellek hem okunabilen hem de yazılabilen bellektir. (ROM=Read Only Memory, RAM=Read Access Memory).

Remiks Kültürü
olgusunu araştırırken bu bellek türlerine özgülenen bir metaforun da kullanıldığını görünce önce duraksadım; sonra hak verdim. Remiks Kültürü’nü ilk öne süren Harvard Üniversitesi’nde hukuk profesörü olan Lawrence Lessig’dir. Bunu, internetten ücretsiz olarak indirebileceğiniz, Remix isimli kitabında ele almıştır.

Internetten ücretsiz indirebileceğiniz ifadesi pek çok okurun aklına bunun yasal olup olmayacağı sorusunu getirmiştir. Hemen belirteyim ki yasal!

Remiks kültürü, en basit anlatımıyla, yeni bir şey üretirken, halihazırda üretilmiş malzemelerden de istifade etmeyi doğal karşılayan kültürü işaret etmektedir. Örneğin bir süre önce ülkemizdeki televizyonlarda da sık sık yayınlanan bir video-klip vardı. George W. Bush ve Tony Blair’in konuşmaları ile Lionell Richie’nin Endless Love şarkısının remikslenmesi sonucunda oluşturulan.

Lessig, Remix kitabında, kültürü Read-Only ve Read-Write olarak ikiye ayırıyor. Sadece okunabilen kültür, biz dijital göçmenlerin yüzyıllardır bildiği kültür modeli. Bir eserle olan dialogumuz sadece onu “okuma” şeklindedir. Bir tabloyu izleriz, bir romanı okuruz, bir müzik eserini dinleriz. Bu kültür modelinde zaten bu eylemlerin ötesine geçmek yasadışı sulara girmek anlamına gelmektedir.

Oysa dijital altyapının getirdiği imkanlar sayesinde kültürde kökten bir dönüşüme neden olacak imkan da hayatımıza girmiş durumda. O da aslında dijital dünyada herhangi bir eser ya da malzemeye erişirken, onun bir kopyasının bizim için oluşmasıdır. Örneğin bir web sitesine gidip de bir sanatçının çektiği bir fotoğrafı görmek isterseniz, o fotoğrafın saklandığı sunucu bilgisayardaki dosyanın bir kopyasının sizin bilgisayarınıza indirilirmesi gerekir.

Bu basit ama dramatik değişiklik kültürel düzeyde Oku/Yaz (Read-Write) modelinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. İşte bu nedenden ötürü bugünün dijital yerlileri (Y Kuşağı) herhangi bir malzeme üzerinde oynayarak ondan yeni bir şey üretmeyi yaşamın, kültürün çok doğal bir parçası olarak algılamaktadır. Her ne kadar Sadece-Oku kültürünün mensubu olan dijital göçmenler açısından bu durum telif hakklarına aykırı, o nedenle de yasadışı olarak değerlendirilmesi gereken bir olgu olsa da.
Oku-Yaz Kültürü giderek daha da baskın hale gelmekte; çünkü dijital teknolojiler inanılmaz bir hızda değişmekte. Örneğin blogosfer gibi bir imkanın ortaya çıkması medyayı dramatik bir şekilde etkiledi. Bugün eli klavye tutan herkes bir köşe yazarı olabilir (kendisine bir blog açıp, fikirlerini tüm dünya ile paylaşabilir – hem de bedavaya). Ya da profesyonelce bu işi yapan bir kişinin dijital köşesindeki makalelerle ilgili görüşlerini yazara ve tüm okurlara iletebilir.

Oku-Yaz kültürü biz istesek de istemesek de burada ve büyük bir fanatik kitlesine sahip. Öyle ki eski köye yeni adet getirmekten, telif olgusunu günümüz dijital kültürüne göre yeniden ele almaktan başka bir seçenek kalmadı!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1233) - Ooof Off Line Köşesi - 05 11 2010

Salı, Şubat 16, 2010

KİM DAHA KORSAN ?

Bütün gerginlik, konvansiyonel dünyada ayrıcalıklı konuma sahip olanların dijital dünyada da aynı konumlarını talep etmeleri. Ama bunun için hiçbir değişim ve dönüşümü kabul etmemeleri. O halde yeniden kaos ve yeniden akabinde gelecek yeni bir düzen!

İrlandalı rock grubu U2’nun beyni konumundaki Bono’nun 2 Ocak 2010’da New York Times'da yayınlanan “Gelecek 10 Yılı Etkileyecek 10 Şey” konulu makalesinde ikinci sırayı dolaylı yoldan da olsa internet almış.

Bono, internetin şimdiye dek müzik ve medya endüstrileri üzerinde yarattığı olumsuz etkiyi gelecek on yıl içinde özellikle film endüstrisi için de yapacağı kehanetinde bulunuyor. Bunun için temel aldığı olgu ise gelecek yıllarda internete bağlanma hızlarında ortaya çıkacak artış. Hat kapasitelerindeki bu artış sayesinde bir dizinin ya da filmin bir kaç dakika içinde bilgisayara indirilebilir hale gelmesi daha çok insanı internet üzerinden film indirme ve izleme yoluna sevk edecek (örneğin “24 dizisinin tüm bir sezonunu indirmek 24 saniye sürebilecek”).

Bono’nun düşüncesine göre bugün filmlerin müzik albümleri kadar internet üzerinden korsan yollarla indirilmemesinin nedeni, film dosyalarının, müzik dosyalarına kıyasla daha büyük olması nedeniyle daha uzun sürede indirilmeleri. Halbuki bir müzik albümü bugün birkaç dakika içinde indirilebilmekte.

Buna ek olarak Bono telif hakkı olan bu tür ürünlerin korsan(!) bir şekilde edinilmesinden en çok o eseri yaratanların olumsuz etkilendiklerini ifade etmekte ve tam da bu noktada hedef şaşırtmakta.

Artık hepimiz biliyoruz ki bugün on liraya satılan bir üründen onun yaratıcısının hesabına düşen miktar bir ya da iki lira. Kalan kısım ise o telif eseri satın alınabilir bir mal haline getiren materyal ya hizmet tedarikçileri (hammadde satıcıları, üreticileri, dağıtıcıları, son noktadaki satıcıları). Yani kalan sekiz dokuz lira telif eserin yaratılmasıyla doğrudan ilgisi olmayan bu tedarikçilerin cebine gitmekte. Doğaldır ki bu resmin içinde olan her biri bu işten para kazanmakta. Bir başka deyişle bu sekiz dokuz liranın en az yarısı bu değer katıcıların hanesine kar olarak yazılmakta.

Bir müzik albümü internetten korsan(!) olarak indirildiğinde evet o eserin sahibinin cebine bir ya da iki lira gitmiyor belki ama konvansiyonel dünyanın değer katıcılarının cebine de sekiz dokuz lira gitmiyor. Şimdi bir daha düşünelim; bir müzik albümü “korsan bir yoldan(!)” internet üzerinden edinildiğinde, öteki hususları bir an için unutsak bile, bu haliyle kime daha çok zarar veriyor? Cevap ortada.

“Öteki hususlar”dan birini ele alalım. Eser sahibi her bir eseri için o bir ya da iki lirasını herhangi bir sorunla karşılaşmadan tahsil edebiliyor mu? Yoksa bunun için o sektörün önde gelenlerinden olması mı gerekiyor?

Konvansiyonel dünyada bir telif eserin ticari bir meta haline gelebilmesi için bu arabuluculara gereksinim vardı. Hala da var. Ama artık konvansiyonel dünyanın yanında yeni bir dünya daha var. Dijital dünya.

Bütün gerginlik, konvansiyonel dünyada ayrıcalıklı konuma sahip olanların dijital dünyada da aynı konumlarını talep etmeleri. Onları bu hale düşüren ne yazık ki telif eserleri korsan(!) yollarla edinme eğilimi değil. Bu eğilim, başlangıçta bu devlerin dijital dünyanın kendi dinamiklerini reddetmeleri, bu dünyanın kendine has kurallarına göre dönüşme konusunda ayak diretmeleri sonucunda bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Yani eğer bir suçlu aranıyorsa uzağa gitmelerine gerek yok. Bireyleri telif eserlere bu yollarla ulaşmak zorunda bırakan kendileridir suçlu olanlar.

AB’nin telekom ve dijital medyadan sorumlu bakanı Viviane Reding’in daha önce bu köşede de altı çizilen şu sözünü yeniden anımsamak gerekir : “İnternet korsanlığının giderek artması mevcut iş modellerimize ve yasal çözümlerimize karşı güven eksikliğinin bir göstergesidir.”

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1191) - Ooof Off Line Köşesi - 15 01 2010

Çarşamba, Ocak 21, 2009

FİKRİ MÜLKİYET


Fikir aslında potansiyel bir eser olduğu için bir gizil değere sahiptir. Potansiyel değeri vardır yani. O değer ancak fikir eser formuna dönüşebilirse ortaya çıkar. Eser haline dönüşmediği sürece o haliyle kimsenin işine yaramaz.


Fikirlerin mülkiyeti olur mu? Ülkemizde telif haklarına verilen bir başka isim de fikri mülkiyet (hakları). Örneğin FikriMulkiyet.com sitesinde konuyla ilgili yapılan temel açıklamada şöyle deniyor: “Telif hakları, eserin meydana getirilmesiyle kendiliğinden doğar”.

Bir başka deyişle telif hakkı aslında fikrin eyleme geçmesi sonucunda oluşan eserle ilgili. Daha doğru bir ifade kullanmak gerekirse, fikri mülkiyet hakları dediğimizde aslında eser mülkiyet hakkını kastediyoruz.

Eğer benim eser haline getirildiğinde çok büyük bir maddi getiri sağlayacak fikrim varsa ve halihazırda fikir düzeyindeyse, bu fikrin bir mülkiyeti olabilir mi?

Aslında olamaz. Bunun bir başka nedeni de şu değil mi? Aynı fikri bir başkası da benim gibi düşünmüş ve zihninde geliştirmiş olabilir. Dikkat; henüz bu birbirini tanımayan iki kişinin de zihninde yer alan ve “bir eser” haline getirilmemiş, “fikir formatında” beklemekte olan olgu sahiplenilebilir mi? Alınıp satılabilir mi? Cevap evet ise “fikir düzeyindeki bu olgunun” sahibi bu iki kişiden hangisi olacak? İlk harekete geçen mi?

Bilişim dünyasında pratikte bakıldığında fikirlerin hiçbir değeri yoktur. Ancak o fikirlerin gerçekleştirilmiş formları olan eserlerin bir değeri vardır. 90lı yıllarda izlediğimiz küçük yazılım firmalarının internet teknolojilerini baz alarak yapmaya heveslendikleri işleri yansıtan dot-com çılgınlığı sürecinde her ekibin hayata geçirmek için yola çıkmış olduğu fikirler vardı.

Piyasa o denli ham, potansiyel kar beklentisi o denli yüksekti ki, cebinde para olan sektör içi ya da dışı firma ya da yatırımcılar bu fikirlerin esere dönüştürme sürecini finanse ederek sonuçta ortaya çıkacak potansiyel eserlerin pay sahibi oldu. Bu maceralardan belki de yüz tanesinin doksan küsür tanesi hezimetle sonuçlandı; o firmaları ve ürünlerini ya hiç duymadık ya da duyar gibi olduk ama geldikleri gibi gittiler.

Öte yandan olgunun “fikir formundaki” halinin teliflik bir değer içermesi bir başka tartışmayı gündeme getirecektir. O da kişinin o parlak fikri oluşturma sürecinde kullanmış olduğu çok çeşitli kaynakların sahiplerine de mülkiyetten paylarına düşeni vermesi zorunluluğu. Diyelim ki bir üniversitede lisans sonrası eğitim alıyorsunuz ve kendi alanınızla ilgili hayata geçirildiğinde maddi imkanlar sağlayacak bir fikir geliştirdiniz ve bunu yaparken de üniversitenin pek çok kaynağını kullandınız (bilgisayarlarını, elektriğini, kütüphanesini vb). Bu durumda o fikir ne kadar bütünüyle size aittir? Ne kadarı üniversitenin payıdır?

İçinde bulunduğumuz dijital dünyada bu tür kavramları yeniden gözden geçirmek ve dijital kültürün getirmiş olduğu koşulları inceleyerek mevcut standardları, kanunları, açıklamaları elden geçirmek gerekmektedir.

Fikir aslında potansiyel bir eser olduğu için bir gizil değere sahiptir. Potansiyel değeri vardır yani. O değer ancak fikir eser formuna dönüşebilirse ortaya çıkar. Eser haline dönüşmediği sürece o haliyle kimsenin işine yaramaz.

Her insanın aklında kendi ilgi alanlarıyla ilgili pek çok ileriye götürücü fikirleri vardır. Bir süreci daha düşük maliyetle yapmayı sağlatacak ya da daha çok getiri elde etmeye neden olacak. Ancak bunlar hayata geçirilmediği sürece sadece birer fikirdir. O kadar.

Ülkemizde telif haklarına ya da entellektüel mülklere “fikri mülkiyet” demek şeklen hatalı ancak zihinlerde yer etmiş olduğu anlam itibariyle doğru görünüyor. Fikri mülkiyet dediğimiz zaman hiçbirimizin aklına fikir düzeyindeki bir olgunun telifi gelmiyor. Daha ziyade bir fikirden yola çıkılarak ortaya çıkarılmış bir eseri ve o eserin telif haklarıdır aklımıza gelen (ki bu doğrudur).

Bu tıpkı Windows’u kapatmak için BAŞLAT yazan düğmeye basmak gibi. Adı yanlış ama doğru çalışıyor ve beklenen işlevi yerine getiriyor. Yıllarca eyleme geçirmediği halde düşündüğü için suçlanan ve cezalandırılan düşünce suçluları ise aynı olgunun bir başka açıdan bakıldığında görülen çarpık tablosudur.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 16 01 2009

Cuma, Kasım 28, 2008

EN DERİN GERÇEK!


Sevdiğiniz bir şiiri, izlediğiniz bir programı bir arkadaşınıza anlatırken de telif haklarına aykırı mı davranıyorsunuz? Yayıncısından izin aldınız mı o programı bir başkasına anlatırken? Ya da şöyle yazılı olmayan bir kural mı var: Okuduğunuz bir kitabı üç beş kişiye ödünç verirseniz teliflik bir sorun yok ama üç beş bin kişiye verirseniz sorun var.


Sayın Zülfü Livaneli Vatan Gazetesi’ndeki köşesindeki 31 Ekim 2008 tarihli yazısına YouTube Meselesi adını vermiş. Hayatta gördüğü her şeyin özeti olarak şu sözle başlıyor: “Esas çelişki gerçekle yalan arasında değil, gerçekle daha derin gerçek arasındadır”.

Bu çerçevede yasaklama ve sansür olguları bir gerçek olarak dünya kamuoyunun dikkatini çekerken, Sn Livaneli daha derin gerçek olarak youtube’un telif olgusuna hiçbir saygı göstermeden yayın yapıyor olduğunun altını çiziyor ve nazikçe bu durumu kınıyor. Bu kınama Türkiye ile ilgili değil, global çapta bir tespit.

Gerçeğin bu anlamda kademelendirilmesi ile ilgili açıklaması ise şöyle: “Gördüğüm kadarıyla insanlar, kavrayış kapasitelerine göre herhangi bir katmandaki gerçeğe sarılıp, onu canla başla savunuyorlar. Ama bilmiyorlar ki o katmandan daha derinlerde başka gerçeklikler var. Bu ilkeyi birçok kişiye ve tartışmaya uygulayın, bana hak vereceksiniz.”

Benim merak ettiğim acaba Sn. Livaneli tam da bu sağlıklı kıstası ölçüm kriteri olarak gözler önüne sererken kendi bakış açısından da derinde bir gerçeğin olup olmadığını analiz edip etmediği. Ya da en azından kendi bakış açısının ona gösterdiği gerçekten daha gerçek bir katmanın varlığı söz konusu olursa bu gerçek karşısında mevcut bakış açısını rafine edip etmeyeceği.

Öncelikle bir yanlış saptamayı gözler önüne sermekle başlamak gerek. Sn Livaneli youtube için “Eline gelen her konseri, her görüntüyü, her televizyon programını ve her şarkıyı yayınlıyor” diyor. Oysa bu doğru değil. Youtube hiçbir şey yayınlamıyor. O yayınları yapan o konseri, o görüntüyü, o televizyon programını izlemiş, o şarkıyı dinlemiş birileri. Eğer sokaktaki korsan kitap satıcılarıyla bir analoji yapmak gerekirse youtube kaldırımda korsan kitap sergisi açmış bir satıcı değil; olsa olsa üstüne korsan kitap sergisi açılacak bir sokağı, kaldırımı inşa etmiş bir belediye olabilir. Kaldırımın üzerine ne koyacağı ve o koyduğu şeyle ne yapacağı o kaldırımın müdavimlerine aittir.

Eğer youtube’un problemi dünyanın her yanından meraklıların ne var ne yok diye öteki tüm olası kaldırımları bir kenara bırakıp gelip bu kaldırıma bakacak kadar popüler olması ise bundan dolayı korsancılıkla suçlanması ne kadar mantıklı bir tutum bir kez daha düşünmek gerekir.

Telif olgusuna değer vermemek konusunda ise Youtube’un dünyaya ilan etmiş çok net bir politikası var. Eğer telif haklarıyla çelişen bir içerik söz konusu ise bunun Youtube’a bildirilmesi durumunda firma o içeriği siteden kaldırıyor. Siteden bir içeriği kaldırma koşulu sadece telif ile sınırlı da değil. Örneğin rencide edici bir içerik de söz konusu ise bu da onu oraya yükleyen kişiden olur almadan siteden silinebiliyor.

Şimdi bu durum kafalarda soru işaretleri uyandırabilir. Madem böyle ilkeleri var neden telif hakları olan içerikler sitede yayınlanmaya devam ediyor? Basit cevap şu: Demek ki telifi elinde bulunduran kurum ya da kişi herhangi bir itirazda bulunmamış. Peki neden? Nedeni de basit: Bir içeriğin youtube’da yayınlanmasının getireceği artılar telifinin ödenmemesinin getireceği eksiler yanında o kadar büyük ki. Bedava reklam, tanıtım.

Şimdi gelelim Sn Livaneli’nin belirlemiş olduğu gerçeğin kademelendirilmesi bakış açısına. Derinde telif hakları, izin vb söz konusu ise onun daha da derininde telif olgusunun yeniden gözden geçirilmesi gelmektedir. Sokakta yapılırken bir sorun yaratmayan bir olgu neden dijital kültüre taşındığında bir anda teliflik bir konu oluveriyor?

Sevdiğiniz bir şiiri, izlediğiniz bir programı bir arkadaşınıza anlatırken de telif haklarına aykırı mı davranıyorsunuz? Yayıncısından izin aldınız mı o programı bir başkasına anlatırken? Ya da şöyle yazılı olmayan bir kural mı var: Okuduğunuz bir kitabı üç beş kişiye ödünç verirseniz teliflik bir sorun yok ama üç beş bin kişiye verirseniz sorun var.

Bunlar bütünüyle dijital kültüre klasik kültür açısından bakarak eleştiri getirmektir. Dijital kültür onun kendine has özellikleri dikkate alınarak değerlendirilmelidir. O zaman da daha derindeki gerçeğin de derininde bir gerçek olduğu ortaya çıkar. Her ne kadar hiçbir gerçeklik katmanı en derindeki gerçek olamayacaksa da.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 28 11 2008

Pazartesi, Haziran 09, 2008

TELİF OLGUSUNA DİJİTAL BAKIŞ


Kulaktan kulağa pazarlamanın göz ardı edilen yanı şu: Aslında bu olgu da telif değeri olan bir şeydir. Sırf ben, herhangi bir ticari kaygı beklemeden, kendi arzum çerçevesinde, kendi çevreme, tavsiye yayını yapıyorum diye bunu telif değeri olmayan bir olgu olarak yorumlamak, artık bugünün dijital dünyasında, ne kadar doğrudur?


Malum konu; internetten bedava müzik indirmek telif haklarına aykırı bir olgudur diye tüm dünyada tu-kaka ilan edildi; pratikte bir şey değişmemiş olmakla birlikte vicdanlara pranga vurulmuş oldu. “Eğer bedava müzik indiriyorsan, suç işliyorsun”.

Peki bir de şu açıdan bakalım. Lost dizisi Türkiye’de düzenli olarak gösterilmediği halde, internet üzerinden yapılan indirmeler sayesinde çok geniş bir izleyici kitlesi oluşturdu. Öyle ki dizinin kahramanlarından bir tanesi bir reklam filmi çekimi için Türkiye’ye getirildi. Türkiye’de en popüler programlarda canlı yayın konuğu oldu. Şimdi Lost’un bir sinema filmi çekilse sanırım Türkiye’de (de) çok ciddi bir gişe geliri elde eder.

Peki bu popülaritenin gerisinde ne yatıyor? Türkiye’de de, ABD dahil pek çok ülkede olduğu üzere, dizinin internet üzerinden, korsan bir şekilde indirilerek izlenmesi. İzleyenlerin, diziyi kendi arkadaş çevrelerine tavsiye etmesi ve bunun bir çığ etkisi yaratarak artması.

Bu süreçte göz ardı edilen temel bir olgu var. O da “kulaktan kulağa” tavsiye müessesesi. Bu olguyu bireyler pek ciddiye almıyor olabilirler ama pazarlama dünyasında çok ciddi bir yere ve öneme sahip bir araçtır bu “kulaktan kulağa pazarlama”.

Kulaktan kulağa pazarlamanın göz ardı edilen yanı şu: Aslında bu olgu da telif değeri olan bir şeydir. Sırf ben, herhangi bir ticari kaygı beklemeden, kendi arzum çerçevesinde, kendi çevreme, tavsiye yayını yapıyorum diye bunu telif değeri olmayan bir olgu olarak yorumlamak, artık bugünün dijital dünyasında, ne kadar doğrudur?

Madem bir müzik parçasını indirmek telif olgusuyla çelişiyor, o zaman kulaktan kulağa tavsiye sürecinin de bedeli olmalı ve bu bedel sahibine ödenmelidir.

Dijital kültür ögeleri, bildiğimiz kültürel ögelerden biraz farklı çalışıyor. O nedenle burada telif haklarıyla ilgili global anlamda bir yasalar silsilesinin çıkarılması için mücadele etmek ve bunun resmi olarak (?) telif haklarına dahil etmek, olaya ancak konvansiyonel dünyadan bakınca çizilecek bir tablo olabilir. Dijital kültüre uymaz!

Dijital dünyada bu süreç kendi içinde yerini zaten bulmuş durumdadır. Güya suç işleyerek bir eseri indiren kitleler, o esere fayda sağlayacak faaliyetleri, dijital yaşamlarının doğal bir parçası olarak, gerçekleştirerek aslında telif bedelini dolaylı da olsa eser sahibine ödemekteler.

Telif eser ile bu eserin cisimleştirilmiş halinin telifi aynı şey değildir. Bir müzik albümü ile bir müzik albümü CD’si aynı şey değildir. Bir müzik CD’sinden en çok kazanan da ne yazık ki o müziğin bestecisi değildir.

Dijital dünya, tanım gereği bir müzik CD’sini çoğaltamaz; çünkü o anlamda cisimlerin paylaşılmasına imkan vermemektedir. Ancak o CD’nin içindeki müzik paylaşılabilir ki bu da direkt bestekarın telifi ile ilgili bir durumdur. Aynı durum kitap için de film için de geçerli.

Herkesin de bildiği üzere bir eser sahibi, eserinden çok onun yan ürünlerinden daha çok gelir elde etmektedir. Örneğin reklam gelirleri, ödül gelirleri, konser vb etkinlik gelirleri gibi.

Bu çerçeveden bakıldığında aslında bir eseri internetten ticari bir kaygı gütmeden (yani onu alıp cisimselleştirip satışa sunma amacı olmadan) edinmenin telifi, doğrudan ya da dolaylı yoldan o eserin reklamı yapılarak ödenmektedir.

Belki konuyu daha da ileri götürmenin zamanı geldi. Yani acaba cisimselleştirilmiş hali yirmi lira olan bir eseri dijital ortamdan edindikten sonra “kulaktan kulağa pazarlama” yoluyla ona sağlanan katkı gerçekten de sadece yirmi lira düzeyinde midir? Yoksa çok daha fazla mıdır?

Belli ki fazladır. Peki o zaman dijital kültürün müdavimleri bu teliflerini hangi ajanstan tahsil edecekler?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 23 05 2008