Cuma, Aralık 26, 2008

KRİZ VAR; KERİZ VAR


Bilişim dünyasında çalışan genç bir yeteneği çözüm üretmek üzere harekete geçiren tek unsur bir sorunu ya da bir eksikliği tespit etmesi değildir. Aynı zamanda içinde yaşadığı çevrenin çeşitli faktörlerinin de böyle bir çözüm üretmek üzere yola çıktığında yanında olacağını bilmek ister.


Uzun süredir dünyanın böyle daha ne kadar gideceğini merak eden şüphecilerin beklentileri gerçekleşti ve global bir kriz başladı. Bu kez biraz farklı olarak kriz gelişmekte olan bir (grup) ülkeden değil de direkt ABD’den patlak verdi. ABD grip olsa Türkiye zatürre olur formülünü bu duruma uyguladığımızda bizim çok daha vahim bir durumda olmamız gerekirdi.

Ancak kriz yönetim metodu olarak önce onu yok sayma sonra da adım adım zaruri tedbirleri alma (ve bunu yaparken gelecek yerel seçimlerde oy kaybetmemeyi hedefleme) yolunu seçmiş görünüyoruz.

Bir yandan krizin getireceği etkileri en aza indirmek üzere neler yapılmalıysa bunlar yapılırken diğer yandan da aslında çok daha dramatik, kökten çözümler üzerinde düşünmemiz gerekmekte.

Türkiye son bir kaç yıldır ihracat rekorları kırdığı için gurur duyuyor. Ama yüz liralık ihracat için yüz on liralık ithalat yaptığımız gerçeği gölgede kalıyor. Bir başka deyişle zararına taşeronluk yaparak ülke olarak kalkınmamız, borcumuzu bitirmemiz söz konusu değil. Tam tersine cari açık vererek borç her geçen yıl katlanarak artmakta.

Tüm bu ekonomik (ve dolayısıyla siyasi) tablonun içinde teknolojinin, internetin yeri neresidir?

Bilişim ya da internet teknolojileri kökten çözüm üretebilmemizi sağlayacak imkanlardan birisidir. Nispeten daha stabil hale gelmiş sektörlerle kıyaslandığında bilişim ve internet sektörü daha hala beklenmedik figürlerin sürpriz başarılar üretebilmesine açıktır. Bluetooth Danimarka, Skype Estonya, Blackberry Kanada icadı.

Müthiş bir buluş yapmak her zaman başarıyı beraberinde getirmez. Hele bir de buluşun ait olduğu sektörün mevcut liderlerini olumsuz şekilde etkileme potansiyeli yüksekse. O nedenle örneğin bor madenleri marifetiyle gerçekleştirilebilecek yeni bir enerji modeli üretmenin önüne çıkacak engellere şaşırmamak gerekir. Gerek enerji gerekse de otomotiv sektörü oldukça gelişmiş ve güçlüdür; paradigma değişikliklerine kolay izin vermez (bakınız ABD Senatosu üç otomotiv devini yeni teknolojilere yatırım yapmaya ikna edemiyor).

Bilişim sektörü ise hem nispeten yeni bir sektör olması hem de bu sektöre yön veren oyuncuların bu sektörün içinden yetişmiş olması nedeniyle farklı bir açılım yapmaya imkan sağlayabiliyor.

Örneğin küçücük Microsoft 80li yıllarda dünya devi IBM’i PC yazılımları konusunda dize getirdi. Ancak bu kez 90lı yıllarda internetin herkesin erişimine açılması sonucunda kendisi ismi duyulmamış mucitlerin icatları karşısında önemli mevzi kaybına uğradı.

Internet dünyası belki de tanım gereği stabil hale gelip de ancak adım adım ilerlemeye tabi olacak bir sektör değil.

Ülkemizde bilişim ya da internet konularında yeni açılımlar getirme potansiyeli tahmin edilenden fazlasıyla var. Bu konuda çeşitli devlet kurumları vasıtasıyla ARGE projelerine verilen hibe ya da düşük faizli krediler de mevcut.

Eksik olan nedir? Eksik olan vizyonerlerin ortaya çıkıp, hayallerini gerçekleştirebilmek için canla başla mücadele etmesidir. Öte yandan vizyon eksikliğini gidermek sadece şahısların kişisel becerileriyle aşılacak bir sorun değildir. Bireylerin vizyon sahibi olabilmesi için kamunun bu yaratıcılığa gereksinim duyması ve bunu çeşitli kanallarla dile getirebilmesi, bu yola baş koyacak kişileri motive edip onlara liderlik yapabilmesi gerekir.

Bilişim dünyasında çalışan genç bir yeteneği çözüm üretmek üzere harekete geçiren tek unsur bir sorunu ya da bir eksikliği tespit etmesi değildir. Aynı zamanda içinde yaşadığı çevrenin çeşitli faktörlerinin de böyle bir çözüm üretmek üzere yola çıktığında yanında olacağını bilmek ister.

Farklı bir tümce ile ifade etmek gerekirse; çevre faktörlerinin olumlu imkanlar sunduğu ortamlarda yaratıcı fikirler de daha hızlı filizlenir ve türlü çözümler kolaylıkla üretilebilir.

Belki çok idealist olacak ancak kamu yönetiminin daha hala ülkemizi borçlarından arınmış, hem siyasi hem de ekonomik açıdan tam bağımsız bir ülke konumuna getirmek üzere görevde olduğunu varsayıyorsak, herkesin gittiği yoldan gidip herkesin önüne geçebilmeyi hedeflemenin nasıl bir strateji olduğunu idrak edebilmiş değilim.

Ya kimseyi geçmek filan istemiyoruz yerimizden durumumuzdan memnunuz ya da bizi yönetenler bu işi bilmiyor.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 26 12 2008

ŞAPKA NUMARASI


Sandık görevlilerinin yapmaları gereken en önemli iş oy sayımı tamamlandıktan sonra düzenlenen sandık tutanaklarının sayılmış oyları istisnasız yansıttığından ve daha sonra da sandık sonuç bilgilerinin gerek ilçe, gerekse de il ve merkeze iletilmiş hallerinin birebir aynı olduğundan emin olmaktır.

Yeni bir seçim macerası bizi bekliyor. Mart 2009’da tüm Türkiye’de yerel seçimler yapılacak. Daha şimdiden medyaya düşen kimi haberler kafalarda soru işaretleri oluşturdu. Örneğin adrese dayalı olarak yapılan son nüfus sayımı baz alındığında nüfusumuz altı milyon artmış durumda.

2007’deki genel seçimlerin sonuçlarının zihinlerde yarattığı soru işaretlerinin yanına bu bilgi de eklenince ortaya çıkan durum daha da fazla tartışma yaratacak gibi görünüyor.

En azından seçimlere dört ay varken kim neler yapabilir, belki de bunun analizini yapmakta fayda var. Öncelikle YSK’nın seçim sonuçlarını iletme süreçlerini bilgisayarlı ortama geçirmiş olması konunun detayını bilmeyenlerin kafasında bilgisayar altyapısını günah keçisi olarak damgalandı.

Oysa en temelde dikkat edilmesi gereken husus sandıklardır. O nedenle iddialı tüm partilerin, istisnasız tüm sandıklarda birer temsilci bulundurması ve temsilcilerin görevlerini fiilen yerine getirmesi çok önemlidir.

Sandık görevlilerinin yapmaları gereken en önemli iş oy sayımı tamamlandıktan sonra düzenlenen sandık tutanaklarının sayılmış oyları istisnasız yansıttığından ve daha sonra da sandık sonuç bilgilerinin gerek ilçe, gerekse de il ve merkeze iletilmiş hallerinin birebir aynı olduğundan emin olmaktır.

Buradaki bam teli YSK’nın merkeze ulaşan tüm bilgileri sadece il ya da ilçe değil sandık bazında da olmak üzere ve kendisine ulaştığı andan itibaren düzenli olarak kamuoyuna duyurmasıdır.

Bu işlem iki kanaldan paralel olarak gerçekleştirilmelidir. Birincisi internet üzerinden tüm halka duyurulmalı ve dileyen kişi internet üzerinden sorgulama yaparak sandık sonuçlarını görüntüleyebilmelidir. İkincisi ise partilerin yetkililerine özgü bir erişim sistemidir. Böyle ayrı bir erişim imkanının olma nedeni internetten gelen yığılma nedeniyle sistemin kilitlenmesini ve hiçkimsenin erişemez hale gelmesini engellemektir. (Bu tür lojistik nedenler kafalarda soru işaretleri yaratır).

Buradaki kritik konu verinin değil ancak erişim modellerinin çoğaltılmasıdır. Veri tek bir kaynakta olmalı ve sorgulayan herkes istisnasız aynı veritabanından gelen bilgiler ışığında değerlendirme ve görüntüleme yapabilmelidir.

Merkeze ulaşan bilgilerin sandıkta düzenlenen tutanaktakilerle aynılığının sağlanması sandıktan yola çıkan tutanak bilgilerinin başına yolda hiçbir kazanın gelmediğinin garantisi olacaktır.

Bu sağlamanın güvenilir olmasını sağlamak için de partilere ait sandık temsilcilerinin imza edilen tutanak bilgilerinden bir kopya almaları gerekir. Bu resmi bir kopya olursa ne güzel (yani tutanağın bir kaç nüsha olarak tutulması). Çeşitli nedenlerle resmi kopya sandık görevlilerine verilemeyecekse görevlilerin en azından kendileri not tutarak tutanak bilgilerini edinmeleri şarttır.

Sandık tutanak bilgilerinin ilçe seçim merkezlerinde bilgisayar sistemine girişi yapılırken söz konusu olabilecek operasyonel problemler (bilgilerin sisteme yanlış girilmesi, kaydırma vb gibi) ve bunlara karşı yapılacak itirazlar ancak bu şekilde sağlıklı olarak sonuçlandırılabilir.

Öte yandan siyasi partilerin de bu süreci suistimal etmemeleri gerekir. Sonuçların ilanını geciktirmek ya da başka bir amaçla yerli yersiz yapılacak itirazlar faydadan çok zarar getirir. Bunu bahane ederek her itirazı değerlendirmeyi göz ardı edecek yetkili merciler bu vesile ile yapılacak olası sahtekarlıkları da tespit edemez hale gelebilir.

Öte yandan süreçte sistematik olarak herhangi bir müdahalenin, önceden hazırlanmış sandık oy sayım bilgileri gibi şablonların sanki ilçe seçim kurullarından gelmiş gibi sonuçlara yansıtılmadığının şüpheye mahal bırakmadan ispat edilebilmesi için YSK bilgi işlem altyapısının da bu spesifik konuda uzmanlaşmış bağımsız denetçi kurum ya da firmalar tarafından seçim takvimi boyunca (seçim öncesi, seçim günü-gecesi ve seçim sonrasında resmi sonuçlar ilan edilene dek) yerinde denetimle denetlenmesi kurumun yıpratılmasını engelleyecek en sağlıklı çözümdür.

Malum sahnelerde gösteri yapan sihirbazların en büyük mahareti “sihiri” onu izleyen yüzlerce, binlerce, milyonlarca kişinin hiç beklemedikleri (başlangıçta) bir anda gerçekleştirip bitirmesidir. Böylece izleyiciler gösteriye ve sihirbaza konsantre oldukları andan itibaren (yani iş işten geçtikten sonra) karşılarında icra edilen gösterinin her bir anını pür dikkat izledikleri halde “numaranın” nerede yapıldığını çözemez ve bu nedenle de sihirbazı alkışlar.

Umalım ki seçim sandıkları ülkemizde sihirbaz şapkası olmasın. Televizyonlardan izlediğimiz sonuçlar, sandıklarda kullandığımız oyları birebir yansıtsın ve kimsenin bundan şüphesi olmasın. Ne bugün ne de yarın.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 19 12 2008

EĞİTİMDE DEVRİMİN YENİ ADI INTERNET


Önümüzdeki en büyük sorun internetin doğasında yer alan demokrasi, konuşma özgürlüğü gibi olguların toplumun çoğunluğu tarafından algılanabilmesi ve gündelik sorunlarının çözümünde aktif olarak kullanılabilmesinin sağlanmasıdır.


22-23 Aralık günlerinde Ankara’da Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde onüçüncüsü gerçekleştirilecek olan Türkiye’de Internet Konferansı bu yıl demokrasi ve internete uygulanan yasakları ele alınıyor olacak.

İlk gün Internet ve Demokrasi ikinci gün ise Internet Yasakları konulu panellerde katılımcılar internet, demokrasi, yasaklar konularını çeşitli açılardan irdeleyecekler.

Internet bugün artık sadece teknolojik bir kavram olmanın ötesine geçmiştir. ABD’nin 44. başkanı seçilan Obama bir yandan internet teknolojilerini başkanlık kampanyası boyunca azami ölçüde kullandı diğer yandan da internetin açıklık, konuşma özgürlüğü özelliklerinin sonuna dek savunucusu olacağını kendi web sitesinden tüm dünyaya duyurdu.

Internet denilince ilk akla gelen şey, konuşma özgürlüğüdür. Bunun nedeni sadece pratik kullanımıyla ilgili değildir. Ondan da önce ta 1960larda teknik altyapısını kuran teknoloji mimarlarının interneti eşitlik olgusunu, açıklık olgusunu hiçbir engelle karşılaşmadan tüm kullanıcılarına sunabilecek şekilde tasarlamış olmaları gelmektedir.

Bir başka deyişle konuşma özgürlüğü, açık toplum denildiğinde internetin akla gelmesinin nedeni bu kavramları destekleyenlerin internetten istifade ediyor olması değildir. Internetin kendisi, yapısı gereği, konuşma özgürlüğü demektir; açıklık demektir.

Öte yandan bu özelliğinden dolayı internet toplumsal bir turnusol kağıdı işlevi de görmektedir. Gerek geniş halk kitleleri gerekse de bu kitlelerin kamusal yöneticileri internet önünde tarihi bir sınav vermektedir.

Internet enine boyuna araştırılması gereken sosyolojik bir fenomendir. Toplumların ya da toplum içinde değişik grupların internete karşı tutumları nelerdir? Ülkenin yöneticilerinin, yasama yürütme ve yargı mercilerinin internet algılaması nasıldır? Toplumu oluşturan bireyler internetten nasıl istifade etmektedir?

Türkiye’de internetin karnesi ne yazık ki daha ilk günden beri kırıktır ve o şekilde devam etmektedir. Sorunlar önce internete erişim sürecinde yaşanmış ve internete yatırım yapan özel kuruluşların konuya küsmesi için elden gelen yapılmış daha sonra da ADSL marifetiyle pastanın ilgili (bugün artık özelleşmiş olan) kamu kurumu tarafından yenmesi sağlanmıştır.

Erişim sorunu ortadan kalkınca bu kez yasaklar gündeme gelmiştir. Her ne kadar bugün ülkemizde yasal düzenlemeler bulunsa da bilgisizlik, özensizlik, önem vermeme gibi nedenlerle daha hala internet erişimine haksız yasaklar getirilmektedir. Mahkemeler önlerine gelen dosyaları doğru yasaları devreye sokarak değerlendirme konusunda zaafiyet içine girebilmektedir.

Önümüzdeki en büyük sorun internetin doğasında yer alan demokrasi, konuşma özgürlüğü gibi olguların toplumun çoğunluğu tarafından algılanabilmesi ve gündelik sorunlarının çözümünde aktif olarak kullanılabilmesinin sağlanmasıdır.

Bugün interneti ne yazık ki işin özünü idrak etmiş bir kaç düzine fedakar insanla sivil toplum örgütü savunmakta, onu herkese ulaştırmak için mücadele vermektedir. Ekonomik açıdan büyük sorunları olan ülkemizin yöneticilerinin bu sorunları aşmak için yaratıcı fikirleri, çözümleri aramaları gerekirken, bu alanda en büyük çözüm olacak internet teknolojilerinin özde sahiplenilmemesi, “hala keşfedilmemiş olması” aslında bu sorunları çözme niyetlerinin olmamasından başka nasıl açıklanabilir?

Öte yandan açıklığın beraberinde getirdiği önemli bir özelliği de gözardı etmemek gerekir. O da bireylerin haklarını koruma işini hiçkimseye havale etmemesi ve bu alanda fiilen hareket etmesi gereğidir.

Oysa bizim kültürümüzde hepimiz herşeyden yakınırız ama iş bir şey yapmaya geldiğinde hepimiz o ilk adımı ötekinin atmasını bekleriz. Öteki bir adım atsa aslında bizde de elli adım atma potansiyeli vardır ama ya bir türlü o ilk adımı atan çıkmaz ya da bir kaç istisna dışında çoğunlukla yanlış yöne giden birileri o rolü üstlenir ve her seferinde toplumu daha kötü bir yere götürüp orada bırakır.

Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanılığı’nın verdiği Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü alan Yaşar Kemal, yaptığı teşekkür konuşmasında gerek ülkemizde gerekse de dünyada eğitim sorununa dikkati çekti. İnsanlar bu şekilde eğitildiği sürece dünyada barış sağlanamaz dedi. Yaşar Kemal’in özlemini duyduğu ve ülkemizde Köy Enstitüleri ile denemesi yapılan eğitimsel devrim 21. yüzyılda ancak konuşma özgürlüğünün diğer adı haline gelen internet ile sağlanabilir.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 12 12 2008

OBAMA: İLK e-BAŞKAN ?


Obama’nin ilk sözü, internetin açıklığını koruma ile ilgili. Internetin tarihinde ve doğasında yer alan “açıklık” olgusunu benimsemiş görünüyor ve buna karşı tutum içinde olacakların karşısında yer alacağını net olarak belirtiyor.


Başbakan Erdoğan “Ben Youtube’a girebiliyorum” diyerek internet yasaklarına yeni bir boyut kattı. Demek ki neymiş “iş bilenin kılıç kuşananın”. Siz de o kadar meraklıysanız teknolojinin imkanlarından istifade ederek youtube’a erişebilirsiniz. Arayın bulun. Bu arada bu kadar zahmete katlanamayacak olanlar da (çoğunluk) erişememeye devam etsin.

Kasım ayında ABD’nin 44. başkanı seçilen Obama ise farklı düşünüyor. Kendi ismiyle yayında olan web sitesinde bakın teknoloji ve internet konusunda ne gibi açılımlar getirme sözü veriyor.

Obama’nin ilk sözü, internetin açıklığını koruma ile ilgili. Internetin tarihinde ve doğasında yer alan “açıklık” olgusunu benimsemiş görünüyor ve buna karşı tutum içinde olacakların karşısında yer alacağını net olarak belirtiyor.

Bununla paralel olarak gündeme getirdiği ikinci husus ise medya sahipliğinin tekelleşmesinin engellenmesi. Medyanın teknoloji ve internetle doğrudan bir ilgisi yok ki diye düşünüyorsanız bir kez daha düşünün. Beş on sene içinde internet ile medya arasındaki son farklılıklar da ortadan kalkacak ve ikisi et ile tırnak statüsüne kavuşacak.

Internet sözü olanın konuşabilmesi için dünya kültürünün geliştirmiş olduğu en yeni öge. Internetin herhangi bir nedenle sınırlandırılması, engellenmesi ya da yasaklanması aslında çok daha derin bir anlama gelmektedir. O da interneti yasaklayan ülke ya da toplumun aslında açıklık olgusuna hazır olmamasıdır.

Bu son tümceyi biraz daha irdelemek gerekir. Acaba hazır olmayan o toplum mu yoksa açıklıktan zarar göreceğini düşünen yöneticiler mi (ister seçilmiş olsun ister atanmış)? Kısaca bir anımsayalım ülkemiz çok kanallı TV yayıncılığına nasıl geçti? Ya radyoların yaygınlaşması?

Kamuoyunu yönlendirme gücüne sahip herhangi bir kuvvet söz konusu olduğunda bu açılımlar hep pratik zorlama ile gerçekleştirildi. Özel TV kanalları kendi imkanları ile yayına geçti; yani resmi statüde “korsan” idi. Sonra yasalaştılar. Keza radyoların yaygınlaşmasında da benzer bir durum gözlendi. O zamanların bacımız olan TC Başbakanı da “radyomu istiyorum” diyenlerin arasına katıldı.

Benzer bir süreç internet için de yaşanmakta. Önce internet erişimi sunan firmalar kuruldu ancak nuh nebiden kalma yasal zorunluluklar nedeniyle bu şirketler en az iki sene hizmet veremediler.

Bugün artık internete erişim telefon hattından erişim ile aynı statüye geçti. Telefon hattı olan internete de erişebiliyor. Ancak bu kez engelleme genelden nokta atışı hedeflere odaklandı.

Dün hapiste olan ve hakkında siyaset yapamaz hükmü olan bir TC vatandaşı yıldırım hızıyla yapılan yasal düzenlemelerle yeniden siyasete dönebiliyor; yapılan bir itiraz nedeniyle yenilenen seçim bölgesinden aday olup meclise girebiliyor ve ardından da başbakan olup altı sene aralıksız başbakanlık yapabiliyorsa, internete yasak getirmenin nedenlerini yasaların yetersizliğine bağlamak tatminkar bir açıklama olamaz. İstenirse internet üzerindeki tüm engellemeler, yasaklar bir gecede çözüme kavuşturulabilir.

Obama’nın web sitesindeki diğer hususlar içinde dijital uçurumun enaza indirilmesi, hükümetin şeffaf bir modelle yönetilebilir hale getirilmesi, özel yaşama saygı gösterilmesi yer almakta.

Öte yandan teknoloji sadece bilişim ve internet ile sınırlı değil. Sağlık konuları da en az internet kadar önem arz ediyor. Kök hücre araştırmaları, genetik ve biyoloji bilimleri özellikle altı çizilerek destekleniyor. Yakın gelecekte dünyada hala çaresiz hastalıklar statüsünde yer alan kansere, kalple ilgili hastalıklara kalıcı çözümler bulma imkanı yeniden gündeme gelmiş oluyor.

Obama şu sıralarda yeni yönetim ekibini oluşturmakta. Bu kişilerin kariyerlerine bakıldığında pek çoğunun bir önceki Demokrat yönetim olan Clinton yönetiminde de önemli görevler icra etmiş kişiler olduğu görülmekte.

Bu açıdan bakıldığında Clinton yönetiminin kaldığı yerden devam edileceği sonucunu çıkarmak zor değil. İster teknoloji ya da internet olsun ister otomotiv sektörü olsun önemli olan en üst düzeyde bu konulara stratejik olarak önem verilmesidir. Sözle değil eylemle. Obama’nın kampanya sırasındaki teknoloji kullanımına bakarak bu konuda ciddi gelişmelerin olacağını düşünmek hayal olmayacaktır.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 05 12 2008

Cuma, Kasım 28, 2008

EN DERİN GERÇEK!


Sevdiğiniz bir şiiri, izlediğiniz bir programı bir arkadaşınıza anlatırken de telif haklarına aykırı mı davranıyorsunuz? Yayıncısından izin aldınız mı o programı bir başkasına anlatırken? Ya da şöyle yazılı olmayan bir kural mı var: Okuduğunuz bir kitabı üç beş kişiye ödünç verirseniz teliflik bir sorun yok ama üç beş bin kişiye verirseniz sorun var.


Sayın Zülfü Livaneli Vatan Gazetesi’ndeki köşesindeki 31 Ekim 2008 tarihli yazısına YouTube Meselesi adını vermiş. Hayatta gördüğü her şeyin özeti olarak şu sözle başlıyor: “Esas çelişki gerçekle yalan arasında değil, gerçekle daha derin gerçek arasındadır”.

Bu çerçevede yasaklama ve sansür olguları bir gerçek olarak dünya kamuoyunun dikkatini çekerken, Sn Livaneli daha derin gerçek olarak youtube’un telif olgusuna hiçbir saygı göstermeden yayın yapıyor olduğunun altını çiziyor ve nazikçe bu durumu kınıyor. Bu kınama Türkiye ile ilgili değil, global çapta bir tespit.

Gerçeğin bu anlamda kademelendirilmesi ile ilgili açıklaması ise şöyle: “Gördüğüm kadarıyla insanlar, kavrayış kapasitelerine göre herhangi bir katmandaki gerçeğe sarılıp, onu canla başla savunuyorlar. Ama bilmiyorlar ki o katmandan daha derinlerde başka gerçeklikler var. Bu ilkeyi birçok kişiye ve tartışmaya uygulayın, bana hak vereceksiniz.”

Benim merak ettiğim acaba Sn. Livaneli tam da bu sağlıklı kıstası ölçüm kriteri olarak gözler önüne sererken kendi bakış açısından da derinde bir gerçeğin olup olmadığını analiz edip etmediği. Ya da en azından kendi bakış açısının ona gösterdiği gerçekten daha gerçek bir katmanın varlığı söz konusu olursa bu gerçek karşısında mevcut bakış açısını rafine edip etmeyeceği.

Öncelikle bir yanlış saptamayı gözler önüne sermekle başlamak gerek. Sn Livaneli youtube için “Eline gelen her konseri, her görüntüyü, her televizyon programını ve her şarkıyı yayınlıyor” diyor. Oysa bu doğru değil. Youtube hiçbir şey yayınlamıyor. O yayınları yapan o konseri, o görüntüyü, o televizyon programını izlemiş, o şarkıyı dinlemiş birileri. Eğer sokaktaki korsan kitap satıcılarıyla bir analoji yapmak gerekirse youtube kaldırımda korsan kitap sergisi açmış bir satıcı değil; olsa olsa üstüne korsan kitap sergisi açılacak bir sokağı, kaldırımı inşa etmiş bir belediye olabilir. Kaldırımın üzerine ne koyacağı ve o koyduğu şeyle ne yapacağı o kaldırımın müdavimlerine aittir.

Eğer youtube’un problemi dünyanın her yanından meraklıların ne var ne yok diye öteki tüm olası kaldırımları bir kenara bırakıp gelip bu kaldırıma bakacak kadar popüler olması ise bundan dolayı korsancılıkla suçlanması ne kadar mantıklı bir tutum bir kez daha düşünmek gerekir.

Telif olgusuna değer vermemek konusunda ise Youtube’un dünyaya ilan etmiş çok net bir politikası var. Eğer telif haklarıyla çelişen bir içerik söz konusu ise bunun Youtube’a bildirilmesi durumunda firma o içeriği siteden kaldırıyor. Siteden bir içeriği kaldırma koşulu sadece telif ile sınırlı da değil. Örneğin rencide edici bir içerik de söz konusu ise bu da onu oraya yükleyen kişiden olur almadan siteden silinebiliyor.

Şimdi bu durum kafalarda soru işaretleri uyandırabilir. Madem böyle ilkeleri var neden telif hakları olan içerikler sitede yayınlanmaya devam ediyor? Basit cevap şu: Demek ki telifi elinde bulunduran kurum ya da kişi herhangi bir itirazda bulunmamış. Peki neden? Nedeni de basit: Bir içeriğin youtube’da yayınlanmasının getireceği artılar telifinin ödenmemesinin getireceği eksiler yanında o kadar büyük ki. Bedava reklam, tanıtım.

Şimdi gelelim Sn Livaneli’nin belirlemiş olduğu gerçeğin kademelendirilmesi bakış açısına. Derinde telif hakları, izin vb söz konusu ise onun daha da derininde telif olgusunun yeniden gözden geçirilmesi gelmektedir. Sokakta yapılırken bir sorun yaratmayan bir olgu neden dijital kültüre taşındığında bir anda teliflik bir konu oluveriyor?

Sevdiğiniz bir şiiri, izlediğiniz bir programı bir arkadaşınıza anlatırken de telif haklarına aykırı mı davranıyorsunuz? Yayıncısından izin aldınız mı o programı bir başkasına anlatırken? Ya da şöyle yazılı olmayan bir kural mı var: Okuduğunuz bir kitabı üç beş kişiye ödünç verirseniz teliflik bir sorun yok ama üç beş bin kişiye verirseniz sorun var.

Bunlar bütünüyle dijital kültüre klasik kültür açısından bakarak eleştiri getirmektir. Dijital kültür onun kendine has özellikleri dikkate alınarak değerlendirilmelidir. O zaman da daha derindeki gerçeğin de derininde bir gerçek olduğu ortaya çıkar. Her ne kadar hiçbir gerçeklik katmanı en derindeki gerçek olamayacaksa da.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 28 11 2008

BLOGOSFER ÖLDÜ MÜ?


Savaş sadece ekonomik ya da siyasal arenada cereyan etmiyor. Savaş toplumsal boyutta da son hızla devam etmekte. Dün “nolur yardım edin Mehmet Ali Bey” diye telefonun ucunda ağlayanlar bugün kendilerine verilen kömür yardımlarını alırken ya da oylarını bir altına satarken gururları hiç incinmiyor.


Daha ne olduğunu yeni öğrendiğimiz, kişilik haklarına saldırıdan dolayı ilk erişime kapatılma cezasını yeni almış olan blog dünyası ölüyor mu? Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir teknoloji dergisi dünyadaki bu eğilimden bahsediyordu.

Bir web sitesi oluşturacak imkanı, bilgisi, zamanı olmayanlar için müthiş bir açılım getiren blog dünyasının popülaritesi arttıkça bünyesinde de belirgin bir değişiklik gözlendi. Bugünün blog dünyasında en popüler blogların pek çoğu bloglardan profesyonelce istifade etmek isteyenlerden oluşmakta. Sesini duyurmak isteyen amatörler ise marijinal bir boyuta sürüklenmekte.

Ülkemizde bloglar global düzeyde gördüğü kadar ilgi göremediğinden, ulusal düzeyde herkes tarafından düzenli olarak izlenen bloglar filizlenemediğinden bu eğilim de gözümüzün önünden geçip giden trenlerden biri olarak yerini almak üzere.

Oysa bloglar yaygınlaşmaya başladığında dünyada bu trene atlayan ilk profesyoneller sokaktaki yaşamlarında düzenli yazı yazanlar idi. Yani gazete ya da dergi gibi periyodik yayınlarda boy gösteren köşe yazarları.

Önceki günün köşe yazarları bir anda blogcu, yazdıkları köşeler ise blog olmuştu. Bunu herkesin ne yaptığını merak ettiği kimi ünlü kişilerin blogları izledi. Bu popülaritenin artmasında blog altyapısına getirilen yeni teknik özelliklerin de önemli bir payı var. Önceleri sadece basit metin yazma imkanı sunan blog altyapıları giderek ses, görüntü gibi malzemelerin de metne entegre edilmesine imkan sağladı.

Blogosferin ölüp ölmemesi bir yana, dünya ile Türkiye’yi kıyasladığımda bu örnek vesilesiyle gözlediğim bir ortak özelliğin altını çizmek istiyorum. Günde ortalama bir kaç kez “balık hafızalı” bir toplum olduğumuzu çevremizden duyar olduk. Değil bir kaç yıl öncesindeki bir kaç ay ya da hafta öncesinde yaşanmış olayları bile hızla unutma konusunda üstün bir becerimiz olduğunun altı çizilmekte.

Gerçekten de öyle mi? Sorun gerçekten de bizim belleğimizde mi? Öyleyse o kadar unutturulmaya çalışıldığı halde Ata’mızı neden bir türlü unutamıyoruz? Sorun tabii ki bizim belleğimizde değil. Hatalı ya da yanlış olan biz değiliz.

Yanlışlık geçen her bir ana, her bir saate, güne yepyeni bir gündem maddesi oturtmak taktiğini izlemek zorunda bırakılan medya. Medyayı suçlamak yaygın bir şey ama dikkat edilirse medya da neye alet edildiğinin farkında değil. Çünkü hangi stratejinin masasında meze olduğunu bilmiyor; bilemez. Bilmeye kalksa yok edilir.

Yukarıda değinmeye çalıştığım ortak nokta işte burada devreye giriyor. Japonya’da, K.Amerika’da giderek Avrupa ve İskandinavya’da da izlemekte olduğumuz toplumsal kimi olguların fırtına hızında birer salgın olarak toplumun üstüne çökmesi ve aynı hızla yerini bir başka salgına bırakması döngüsü açısından baktığımızda ülkemizle bu ülkeler ya da bölgeler arasında bir fark bulunmamakta. Tek fark salgının içeriği ve geride bıraktığı.

ABD’de blogosfer salgını yerini Twitter-vari minimalist alternatiflere bırakırken biz de mesela yılbaşı akşamı Taksim’deki nahoş sahnelerden, Ergenekon’a, şeytana uymaktan neredeyse gurur duyacak tacizci köşe yazarlarından, ümmüğe, düellodan daniskaya bir salgından ötekine koşturup duruyoruz.

Fark ne yazık ki bizi kırıp geçiren salgınların geride toplumsal olarak artı hiçbir şey bırakmaması; tam tersine gerek birey gerekse de toplum olarak suçlu, nefret edilesi olduğumuz duygularını bilinçaltımıza yerleştirmesi.

Savaş sadece ekonomik ya da siyasal arenada cereyan etmiyor. Savaş toplumsal boyutta da son hızla devam etmekte. Dün “nolur yardım edin Mehmet Ali Bey” diye telefonun ucunda ağlayanlar bugün kendilerine verilen kömür yardımlarını alırken ya da oylarını bir altına satarken gururları hiç incinmiyor.

Ancak ataları seksen sene önce acaba onlar böyle yozlaşsın diye mi yaşamlarını cephelerde feda etti? Mezarlarının başına iki dua okumak için gittiklerinde doğal olarak bunu es geçmeye özen gösteriyorlar...


Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 21 11 2008

Pazartesi, Kasım 17, 2008

2012’DE BAŞKAN KİM OLACAK?


Krizin babası gerçekten Alan Greenspan mi? Krizin yatakçısı gerçekten internet mi? Bugün aklı başında, yakın geçmişi renkli medya bombardımanına esir etmemiş her küresel birey herşeyin Reegan-Thatcher ikilisi ile başladığını bilir. Bugün yaşadığımız kriz aslında geçen (yaklaşık) otuz yılın tortularının toplamıdır.


Newsweek Dergisi’nin 27 Ekim tarihli sayısının kapağında global krizin babasının fotoğrafı yer alıyordu: ABD Merkez Bankası’na 1987-2006 arasında 19 sene başkanlık yapmış Alan Greenspan.

Ancak dergi her tarafa eşit düzeyde vurmak istemesinden mi yoksa yeni gelen Demokrat başkan Obama’nın Clinton gibi yapmaması için usturuplu bir dille uyarma niyetinde olmasından mı bilinmez, Greenspan isminin yanına ilginç bir isim daha yerleştirmiş: Internet.

Meğer işin özünde Greenspan’in, 90lı yıllarda gelen internet dalgasına inanması yatıyormuş. Öyleymiş ki internet dalgasının getireceği ekonomik patlama herşeyi çözecekmiş, Greenspan da bu nedenle elindeki yetkileri çerçevesinde ekonomiyi yönlendirmiş, buna uygun kararlar almış. Ancak gelin görün ki sonuç ortada. En büyük kazık internetten gelmiş.

Şimdi bu mişli mışlı yorumu biraz daha derinlemesine inceleyelim. Söylemek istenen şey şudur: 90lı yıllarda ekonomi çok kötü bir durumda idi. Bir kurtarıcı aranıyordu. Internet bulundu. Ancak internetin özünde yer alan bilginin özgür olması, sansüre karşı olmak, konuşma özgürlüğü gibi özellikler nedeniyle (ki bunlar yukarıda anılan makalede haricen belirtilmekte) internet üzerinden yapılan dijital ekonomi işlemlerinde de kamu otoritesi herhangi bir sınırlama, düzenleme getiremedi.

Bu düzensizlik ortamında ilerleyen ekonomi de giderek riski ölçülemeyen, izi sürülemeyen ve bu nedenle de herhangi bir düzenlemeye tabii tutulamayan türev ürünler icat etti. Bunun sonucunda da dünya ekonomisi battı.

Bu basiretsizliğe, bu beceriksizliğe kim inanır? Gerçekten de global ekonomiyi etkileyen ve her türlü düzenlemenin ötesinde yer alan karmaşık ekonomik ürünlerin ortaya çıkmasının nedeni konuşma özgürlüğünü savunan internet gibi bir altyapı mıdır?

Güya ekonomi analistleri ellerindeki cep telefonlarının eposta ya da SMS imkanlarıyla trilyon dolarlık işlemler yapıyormuş da kimse şimdiye dek bunu görememiş; denetleyememiş.

Bu yorumlara çocuklar bile gülerken böyle bir makalenin Newsweek’e kapak olması da düşündürücü. Tıpkı ABD’nin kitle imha silahları var diye Irak’a girmesi olayında olduğu gibi. Burada da aslında Greenspan ve internet kelimelerini yanyana getirecek ve tüm bunlar aslında herkesin sorunu dedirtecek bir imaja gereksinim varmış anlaşılan ki böyle bir makale bu amaca hizmet etmek üzere dergiye alınmış.

Krizin babası gerçekten Alan Greenspan mi? Krizin yatakçısı gerçekten internet mi? Bugün aklı başında, yakın geçmişi renkli medya bombardımanına esir etmemiş her küresel birey herşeyin Reegan-Thatcher ikilisi ile başladığını bilir. Bugün yaşadığımız kriz aslında geçen (yaklaşık) otuz yılın tortularının toplamıdır.

Bu ne yazık ki sadece ABD ya da Avrupa için değil; Türkiye için de geçerli. Bugün rejim tartışmalarını yapacak kadar gerilemiş bir Türkiye’nin temelleri 12 Eylül 1980 günü atıldı.

Newsweek dergisinde yayınlanan makalede internet ya da dijital ekonomi kavramları tesadüfen ya da bilgisizce yer almamaktadır. Daha ziyade konvansiyonel ekonomi kanallarını sekiz senedir kullanan mekanizmaların, buna alternatif yollar üretme konusunda her zaman kararlı olanlara bir uyarısıdır.

Demokrat Clinton döneminin icadı olan internetin konvansiyonel ekonominin büyük oyuncularına 90lı yıllarda atmış olduğu kazık gerçekten çok büyüktü. Bu sadece bilişim sektörü ile sınırlı olmayıp, tüm sektörleri etkilemişti (yanlış anlaşılmasın, internetin bu anlamda icadı, bilişim sektörünün diğer sektörleri mat etmesi anlamına gelmemektedir; tersine bilişim sektörünün o zamanki devleri de yanıbaşlarında biten tüysüz mucitler sayesinde bundan büyük zararlar görmüştür).

Burada aslında her ne kadar internet adı geçse de mesaj daha geneldir. Obama’nın bir kez daha interneti Clinton zamanındaki gibi lanse edeceğini sanmıyorum. Onun yerine bu onyılın internet muadili başka bir şeyini bulması gerekiyor (belki yenilenebilir enerji, belki ciddi hastalıklara çözüm getirecek genetik buluşlar). Verilen uyarı mesajı da biraz onunla ilgili.

Bak senin ağabeyin de zamanında böyle jan-janlı işlere kalkışmıştı ama cevabını aldı. Otur oturduğun yerde. Dört sene boyunca, bizim geçen (yirmi) sekiz senede ürettiğimiz tortuları temizle. Yüzünü gözünü kirlet. Ki 2012’de Sarah Palin yeni başkan olsun!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 14 11 2008

Çarşamba, Kasım 12, 2008

SEBEP ADLİ TEMBELLİK Mİ?


Özdeğer olgusu gerek birey gerekse de toplumsal düzeyde davranışları etkileyen önemli bir olgudur. Son yıllarda özdeğerler teorik ve pratik olarak ikiye ayrılmaya başladı. Farkında bile olmadan.


Sanırım internette kişilik haklarına en çok saldırılan Türk olan Adnan Hoca, geçtiğimiz günlerde bu kez Vatan Gazetesi’nin web sitesini mahkemeye verdi ve mahkeme siteyi kapatma cezası uyguladı.

Buraya kadar herşey normal. Ancak anormallik bundan sonra Vatan Gazetesi’nin avukatlarının yaptığı titiz çalışmayla başladı. Avukatlar, bu tür bir adli davanın, davacıların belirttiği gibi Medeni Kanun’a değil, internet suçlarıyla ilgili 5651 Sayılı kanuna dayandırılması gerektiğini öne sürdüler.

İşin ilginci eğer bu kanun devreye sokulursa, davanın açıldığı Asliye Hukuk Mahkemesi’nin görevsizlik kararı vererek, davayı Sulh Ceza Mahkemesi’ne yönlendirmesi gerektiği. Sulh Ceza Mahkemesi’nin de kanundaki açıklamalar gereği vereceği hüküm temel olarak belli: Kişilik hakkına saldırı niteliğinde olan açıklamaların web sitesinden çıkarılması.

Görüldüğü üzere ortada web sitesini kapatmayı hükmeden bir durum yok. Oysa Asliye Hukuk Mahkemesi, ihtiyati tedbir niteliğinde tüm web sitesini kapattı. Ertesi gün yapılan itirazlar üzerine de kişiyle ilgili haberlerin çıkarılması şartıyla tedbiri kaldırdı. Web sitesi açıldı.

Yukarıda anılan yasa 23 Mayıs 2007’den beri yürürlükte. Yani bir yılı aşkın bir süredir. Davacı konumundaki avukatların, yasalardan kendilerine en çok hangisi lehte bir durum yaratıyorsa onu kullanma motivasyonunda olması kendi içinde tutarlı bir durum. Ancak ortada nesnel değerlendirmeyi yapacak mahkeme heyetlerinin baştan savma bir yaklaşım içine girmelerini gerektirecek bir durum olamaz.

Üstelik internet artık marjinal bir olgu değil. Günlük yaşantımızda hergün adını sık sık duyuyoruz; kullanıyoruz, ondan istifade ediyoruz. Profesyonel yaşantımızda da internetin etkilerini sadece altyapı unsuru olarak dolaylı yoldan değil doğrudan gözlemliyoruz. Mesleğimiz ne olursa olsun.

Bugün örneğin doktorlar internet, bilgisayar kullanımı nedeniyle şikayetçi hastalarla ilgilenmekte, finansçılar pek çok kararlarını internet üzerinden eriştikleri bilgileri değerlendirerek vermekte, öğretmenler, öğrenciler derslerde işlenen konularla ilgili olarak internete başvurmakta.

Benzer şekilde yargı sürecinin mensubu olan avukat, hakim ve savcıların da interneti yakınen izlemeleri, önlerine internetle ilgili bir dosya geldiğinde en son yasal gelişmeleri izlemiş olarak dosyayı irdelemeleri, incelemeleri gerekmekte.

Tabii gerek kamu gerekse de özel sektörde bu tür doğal tepkiyi tüm profesyonellerin vermesini sağlamak için bireylere belli bir “güven” duygusunu aşılamış olmak gerekiyor. Bu güven duygusu ancak sosyal devletin gücünü, varlığını vatandaşlarında hissettirebildiği ortamlarda kuvvetlidir.

Devlet (ya da özel sektör örneğinde yönetim) otoritesini yitirmişse ve o otoriteyi başkaları ele almışsa ya da bazı vatandaş gruplarına gösterdiği ihtimamı başka bazı vatandaş gruplarına göstermiyorsa güven duygusunda zaafiyet oluşur. Bunun sonucunda da doğru olanı yaptığı sürece ardında onu destekleyecek bir yönetim ya da devleti bulamayan profesyonelin doğru olanı yapamaması zaafiyeti oluşur.

Kağıt üzerinde atması gereken bir adımı atamayan bir kamu görevlisini eleştirmek hepimize çok doğal geliyor. Bu tür eleştirilerin doğal olabilmesi için, öteki tüm koşulların “normal” olması gerekmekte. Peki öteki tüm koşullar normal mi? Bugün verdiğim bir karar nedeniyle akşam eve giderken başıma bir şey gelirse ne olacak?

Doğru olanı yapanların başlarına gelen geri dönüşü olmayan kazalar sadece geride kalanların sindirilmesinde ibretlik birer ders olmuyor aynı zamanda kazaların müsebbibi olanları ve olma yolunda ilerleyenleri de olumlu anlamda motive ediyor (“Türkiye seninle gurur duyuyor”).

Özdeğer olgusu gerek birey gerekse de toplumsal düzeyde davranışları etkileyen önemli bir olgudur. Son yıllarda özdeğerler teorik ve pratik olarak ikiye ayrılmaya başladı. Farkında bile olmadan.

Teorik özdeğerler; “özdeğerleriniz nedir?” diye sorduğunuzda aldığınız cevaplardır. Pratik olanları ise davranışlarınızın, tepkilerinizin gerisinde yatan gerçek özdeğerlerdir. Örneğin çıkıp AB’ye girmek bizim düsturumuzdur dersiniz ama yaptıklarınızla AB’ye değil olsa olsa karanlığın deliğine girersiniz. Ya da ben demokrasinin, açık toplumun, herşeyin özgürce konuşulmasının tarafındayım dersiniz. Davranışlarınız ise herkesi susturmaya yöneliktir.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 07 11 2008

TAHMİN OYUNU


Tahmin yapmak eskiden belki bir sanattı ancak kapitalist sistem içinde tahminin kendisi kirli oyunlara alet edilen bir olgu haline geldi. Ayakları yere basmayan tahminler, yatırımcıları yanlış yönlendirmeye ya da belli alanlara yatırım yapmaya zorlamakta. Sonuçta kazanan o tahminleri yapanlar ya da yaptıranlar oluyor; yatırımı yapanlar değil.


Ülkemizde iki cildi de yayınlanan John Perkins’e ait Bir Ekonomik Tetikçinin Anıları (April Yayıncılık) kitabının özünde kapitalist düzenin doğal kaynaklara sahip ülkelerin kaynaklarını nasıl ele geçirdiği anlatılmaktadır. Gerçi bu bilgiler çok-satar listesine giren kitaplara dönüşecek kadar ayağa düştüğüne göre çoktan demode olmuştur diye düşünülebilir ama bugün hala az ya da çok geçerli olduğunun göstergeleri de mevcut (örneğin bakınız Irak’ın ele geçirilişi).

Kitapta bahsedilen metodoloji kabaca şöyle çalışmaktadır: Doğal kaynaklara sahip ancak ondan istifade edip kalkınamamış ülkelere danışmanlık veren çokuluslu ABD şirketleri öncelikle ülkenin gelecek beş, on, yirmi yıllık sosyal, demografik ve ekonomik büyüme tahminleri yaparlar. Buna göre ülkenin gereksinim duyduğu altyapı yatırımları tespit edilir (bu altyapı gereksinimleri yollardan, konutlara, enerji santrallerine kadar geniş bir yelpazededir). Bu altyapıları kuracak imkanı olmayan, ama sahip olduğu doğal kaynak nedeniyle gelişme potansiyeli olan ülkeler, bu tablo karşısında, yine ABDli çokuluslu şirketlere ya da onların desteklediği yerel büyük şirketlere bu altyapıları kurma ihaleleri verilir. Karşılık olarak da devletler doğal kaynaklarını belli bir süre için bu ABDli şirketlere devrederler.

Tahmin edileceği gibi “ya deve ya deveci ya da padişah ölür”, o kadar uzun sürede önden tahminleri yapılan büyümeler gerçekleşemez, ancak o altyapılar kullanılmayacak da olsa kurulur ya da yarı kurulur. Her durumda doğal kaynaklar sömürülür.

Bu tahmin oyunu teknoloji, bilişim dünyasının da başına bela bir olgu. Bir süre önce internetin sükse yaptığı son onbeş yılda elektronik ticaretin büyümesi konusunda hangi tahminlerde bulunulmuş ve buna karşılık gerçekleşen figürler ne çıkmış diye bir araştırayım dedim. Karşıma ilginç bir tablo çıktı.

Tahmin yapan ve tahmin yapma konusunu profesyonel bir hizmet olarak sunan firmalar da dahil olmak üzere hiçbir kişi ya da kuruluş tahmin yaptığı konuyla ilgili olarak zamanı geldiğinde arkasına dönüp de gerçekleşen figürlerin ne olduğunu araştırma zahmetine bile katlanmamış.

Diyelim ki 1995 yılında şöyle bir tahmin yapılmış olsun: 2000 yılında toplam global e-ticaret hacmi 1 Trilyon dolar olacak. 2000 yılına gelindiğinde ne kadarlık bir e-ticaret yapıldığı konusunda hiçbir bilgi yok. Dolayısıyla da beş sene önce tahminde bulunan firmanın bu çalışmasının ne kadar doğru çıktığı hakkında bir yorum yapmak mümkün olmuyor. İşin ilginci bu firmalar bugün de örneğin 2015 için benzer tahminlerde bulunmaya devam ediyorlar.

Yapılan bu tahminler sadece yukarıdaki örnekte olduğu gibi sayısal olgularla sınırlı da değil. 1996 yılında ABD’de katıldığım bir konferansta gelecek beş-on seneye damgasını vuracak beş teknolojiden bahsediliyordu ve bunlar içinde tv, bilgisayar ve telefonun artık farklı birer cihaz olmaktan çıkıp tek bir cihaz haline geleceği söyleniyordu. Bugün bu cihazlar hala ayrı ayrı yerlerini koruyorlar. O gün bu stratejiye yatırım yapmış olanlar ise avuçlarını yaladı.

Tahmin yapmak eskiden belki bir sanattı ancak kapitalist sistem içinde tahminin kendisi kirli oyunlara alet edilen bir olgu haline geldi. Ayakları yere basmayan tahminler, yatırımcıları yanlış yönlendirmeye ya da belli alanlara yatırım yapmaya zorlamakta. Sonuçta kazanan o tahminleri yapanlar ya da yaptıranlar oluyor; yatırımı yapanlar değil.

Elbette ki gelecek ile ilgili adım atmadan önce tahmin yapma müessesine başvurulmalı. Ancak bu müessese suistimal edilmemeli. Teknoloji dünyası bunun son örneğini 90lı yılların ikinci yarısında gördü. Yapılan tahminlerin de şişirmesiyle diyelim ki bir kaç ürünü/firmayı doyuracak alanlara düzinelerce ürün/firma için yatırım yapıldı. Sonuçta ya o firmaların hepsi birden battı ya da sadece birkaç tanesi ayakta kaldı ve yatırım yapılan diğer firmalar yok oldu.

Şimdi 2009 yılıyla birlikte teknolojide global olarak yeni bir şahlanış potansiyeli var. Eğer benzer hatalar 2009-2012 döneminde de yapılırsa, bu kez dünyayı öyle Afganistan ya da Irak’taki gibi bölgesel savaşlar bile kurtaramaz. Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkması kaçınılmaz hale bile gelebilir.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 31 10 2008

Pazartesi, Kasım 10, 2008

“BEN MİR’İM” ya da BİLGİ OLGUSUNUN İĞFALİ


Söylenen sözün doğruluğunu irdelemeye çalışmıyoruz; gözümüze kim daha çok güçlü görünüyorsa ya da öyle bir imaj çiziyorsa (“Ben Mir’im!”), bilinçaltımızdaki korkudan olacak, onun haklı olduğuna doğru meylediyoruz.


Malum biz düello yerine pusu kurmayı tercih ederiz. Kültürel bir olgu. Ancak yine de geçtiğimiz günlerde birbirleriyle rakip partinin birer milletvekili biraz da gaza geldiklerinden medyanın önünde sözlü düello yapmaya kalktılar.

Pusu kültürü “sağ kalan kazanır ölmüş olan kaybeder” gibi net bir kıstasa sahip olduğundan, bu düello sonucunda kimin kazanıp kimin kaybettiğini anlayamadık. İki taraf da kazananın kendisi olduğunu söylemeyecek kadar diplomasi kültürüne sahip olduklarından, rakibinin kaybetmiş olduğunu ifade ederek üçüncü şahısların kendisini galip ilan etmelerini bekledi.

Ertesi gün medyaya yansıyan sonuçlar da düello cahilliğimizi tasdikledi. Sonuçlar ortada ya da birbirine çok yakın duracak şekildeydi. Kimse net olarak AKP’li Fırat ya da CHP’li Kılıçdaroğlu’nun kazandığını (ya da kaybettiğini) söyleyemiyordu.

Tartışmanın önemli bir kısmını canlı olarak izledim. Görünen o ki bu “ilk defa oluyor” havası Uğur Dündar’dan izleyicilere kadar herkesi öyle bir etkilemiş ki içeriğe odaklanma konusunda büyük sıkıntılar çekmişiz.

Örneğin bir hayali ihracat davasının sürecinin nasıl işlediğini bilmiyoruz. Hatta bir noktada Kılıçdaroğlu bunun kısa bir tanımını da yaptı. Bir hayali ihracat davasının vergisel ve ağır cezalık iki bağımsız dava sürecinin olduğunu söyledi. Bunu söyleyene kadar Kılıçdaroğlu vergi davasıyla ilgili belgeleri sunarken, Fırat kendisini ağır ceza davasıyla ilgili belgeleri göstererek savundu.

Kılıçdaroğlu iki dava olayını açıklayınca bu kez Fırat başka bir ağır ceza davasındaki sonuçları belge olarak göstermeye başladı. Bunu da Ukrayna, İngiltere farklılığında anladık.

Uyuşturucu kaçakçılığı konusundaki iddialar ise bilgi olgusunun iğfal edilme sürecinin zirvesi niteliğindeydi. Suç; taşıyıcı konumundaki tır şoförüne atılıyor ve bunun kanıtı olarak da şoförün ifadesi ile uyuşturucu paketleri üzerinde yapılan parmak izi karşılaştırması gösteriliyordu. Nasıl yani? Uyuşturucu kaçakçısı olmak için kaçırılan uyuşturucu paketleri üzerinde parmak izinin olması mı gerekiyor? Silahın üzerinde parmak izi aramak gibi?

Tır şoförünün itirafını güçlendirmek için, tır şoförünün pek de tekin biri olmadığı şeklinde bir yorum yapan Fırat, böyle bir insana neden mal taşıtıldığı konusuna da, söz konusu firmanın gümrüklerdeki uygulama çerçevesinde neden her şeyinin didik didik aranması gerekenleri simgeleyen kırmızı hat listesinde bulunduğuna da bir açıklama getirmedi.

Firmalar herhalde geçmişteki performanslarına bakılarak kategorize ediliyor. Bu firma temiz bir firma olsaydı en azından en temizler listesinde olmasa bile ortalama bir düzeyde olurdu (gümrük sürecinde firmalar üç kategoriye ayrılıyormuş).

Kılıçdaroğlu, Fırat’ın konsantrasyonunu bozan kırmızı listeden çıkarılma talebini içeren belgeyi açıklarken, aslında bir taşla iki kuş vurma imkanından istifade edemedi. Böyle bir dilekçede adınız ne arıyor diye ikinci kuşu vurmaya çalışırken; madem sizin firmanız temiz bir firma neden kırmızı listede diye sormayı ihmal etti.

Tüm bu detaylar aslında bize bilgi olgusuna değer vermediğimizi, onu kendi çıkarımız doğrultusunda ve gerektiği yerlerde suistimal ederek kullandığımızı göstermesi açısından çok önemli.

Böyle yapıyor olduğumuzun ve bunun farkında bile olmayışımızın temelinde bilgi toplumu olabilmek için gerekli olan ön koşulları yerine getirememişliğimiz yer almaktadır. Daha da vahimi bu açığı kapatmak değil tam tersine açmak üzere her türlü kamu imkanı da seferber edilmiş durumdadır.

Yukarıdaki gibi örneklerde söylenen sözün doğruluğunu irdelemeye çalışmıyoruz; gözümüze kim daha çok güçlü görünüyorsa ya da öyle bir imaj çiziyorsa (“Ben Mir’im!”), bilinçaltımızdaki korkudan olacak, onun haklı olduğuna doğru meylediyoruz.

(Huzurlu olmamız istendiği için) Huzurlu koyunlarız biz. Yine de zaman zaman öndeki koyunun ardından uçurumdan aşağı atlayan koca bir koyun sürüsü haberini okuduğumuzda şaşırıyoruz!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 24 10 2008

Cuma, Ekim 17, 2008

YENİ DÜNYA DÜZENİ KRİZİ


Bugün canı yanan, batan, yok olan firmalar 2001’den beri dünyanın canını acıtarak para kazananlar değil mi? Cumhuriyetçiler, son dört yıldır varlığı bilinen krizi, W’nun başkanlık döneminin sonuna dek taşımayı başardı. Şu anki planları da olsa olsa, Demokratların kesin zaferi ile sonuçlanacak gibi görünen başkanlık seçimi sonucunda iktidara gelecek Demokrat başkanı, başkanlık yapacağı dört yıl boyunca bu krizin pisliklerini temizlemekle meşgul edip yıpratmak. İkinci kez seçilmesini engellemek ve dört yıl sonraki başkanlık seçimini almak.


Dünya ABD merkezli ekonomik krizle sarsılıyor. Daha önceki Asya, Rusya merkezli krizleri fırsata dönüştüren çokuluslu finans şirketleri birer ikişer dökülüyor. Ya devletleştiriliyorlar ya da ayakta kalmayı beceren sağlamcı kurt eski-dostları tarafından yutuluyorlar.

Tüm bunların teknolojiyle ne ilgisi var? Aslında bu krizin nedenini ve ardından gelecek yeni dünyayı düşündüğümüzde soru biraz daha anlamlı gelecektir. Malum ABD’de başkanlığının parti değiştirdiği her dönemde global anlamda dramatik değişiklikler de beraberinde geliyor.

Benim anımsadığım “Yeni Dünya Düzeni” kavramından ilk bahseden “Baba Bush” idi. Birinci Irak Savaşı’nı TV’den izledik. Ardından iki dönemlik Demokrat Clinton başkanlığında dünya ekonomisi yepyeni bir olgu ile tanıştı : Internet.

Bildik, klasik ticaret ve ekonomi dünyası aşağılandı. Onun yerine başına e- getirilen yeni kavramlar sükse yaptı: e-ticaret, e-ekonomi, e-eğitim vb. Aslında bu dönüşüm de Demokratların vizyonundaki “Yeni Dünya Düzeni” idi. Ancak ne yazık ki Demokratlar, biraz da Clinton’ın sansasyonel gönül ilişkileri nedeniyle üçüncü dönemi kazanamadılar. Al Gore, valiliğini şu anki başkanın kardeşinin yaptığı Florida eyaletinde seçimleri bir kaç yüz oyla kaybetti. Seçim o denli atbaşı gidiyordu ki Florida’yı kazanan, tüm ülkeyi kazanmış oldu. Böylece “W” Bush dönemi başladı.

Seçildikten altı ay sonra desteği dibe vuran Bush’un daha birinci yılı dolmadan Cumhuriyetçilerin Yeni Dünya Düzeni’nin ikinci versiyonu devreye girdi. Bu kez çok daha ciddi bir oyun sahneleniyordu. Terör ABD’den içeri girdi. Dünya TV’den bu kez 11 Eylül saldırılarını izledi.

Ardından gelen Afganistan, Irak savaşları ve dünyanın o bildik, konvansiyonel, “yık-yeniden yap-o arada sömür-para kazan” modeline yeniden zorlanması.

Bugün canı yanan, batan, yok olan firmalar 2001’den beri dünyanın canını acıtarak para kazananlar değil mi? Cumhuriyetçiler, son dört yıldır varlığı bilinen krizi, W’nun başkanlık döneminin sonuna dek taşımayı başardı. Şu anki planları da olsa olsa, Demokratların kesin zaferi ile sonuçlanacak gibi görünen başkanlık seçimi sonucunda iktidara gelecek Demokrat başkanı, başkanlık yapacağı dört yıl boyunca bu krizin pisliklerini temizlemekle meşgul edip yıpratmak. İkinci kez seçilmesini engellemek ve dört yıl sonraki başkanlık seçimini almak.

Petrol sanayii bunu güzelce gerçekleştirdi. 30 dolarlık petrolun fiyatını neredeyse 200 dolara çıkardı. O fiyattan yapılan işlemlerin yarısından fazlası gelecek yıllardaki “petrol rekoltesi” ile ilgili kağıt üzerinde yapılan alım-satımlardı. Bugün elinde örneğin 2011 yılının Nijerya petrolünü 170 dolardan almış olanlar, 2011’de petrolün reel fiyatı 50 dolar olursa, 120 dolar zarar etmiş olacak yani.

Sonuçta kıyasıya bir mücadele söz konusu. Dünyanın refahı neye dayandırılacak? 20. yüzyıl vahşi kapitalizmin silinmez izleri ile geçti. 31 sene içinde (1914-1945) toplam on sene süren iki tane dünya savaşı, kritik doğal kaynakların ya da stratejik konumların dibinde çıkarılan sayısız bölgesel savaşlar.

Birileri 21. yüzyılın da böyle geçmemesi için savaşırken, başka birileri eski tas eski hamam devam etmesi için elinden geleni yapıyor. Değişim isteyenler teknolojiye, bilime, bilişime, genetik bilimine, yenilenebilen alternatif enerji kaynaklarına yönelmek istiyor. Başka birileri ise elinin zayıflaması anlamına gelecek bu sıçramayı reddiyor.

Bugün global ekonomi sahnesinden çekilenleri, elinin zayıflamaması için direnenlerin, bu sıçramayı reddedenlerin ekonomik kanadı olarak yorumluyorum. Onların yerini yenileri alacak. Fatura çoktan çok, azdan az olacak şekilde herkese kesilecek (kimse “ama ben bir şey yapmadım” demesin, demokrasinin güzelliği burada, bu pisliği yaratanlar yetkiyi halkların oylarıyla aldılar).

Evin sımarık çocuğu evin kaynakları tüketti ve geriye evin sorumlu çocuğunun herkesin gözünden ırak biriktirdiği kaynaklar kaldı. Mecburen o kaynaklar da eritilecek. Ancak bu kez şımarık çocuk evden kovulacak gibi görünüyor. En azından dünyada böyle oluyor.

Biz ne yapmalıyız? Ne vurup yıkanların yanında olup bundan istifade edebiliyoruz, ne de taş üstüne taş koyup yeni bir şey icat edebiliyoruz.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 17 10 2008

Pazartesi, Ekim 13, 2008

GOOGLE : 10 YILDA 1 TRİLYON SAYFA


Bugün Google da dahil hiç bir arama motoru indeksledikleri web sayfalarının içindeki kelimelerin semantik düzeyden ne anlama geldiklerini bilmemektedir. Bu tıpkı bilmediğiniz bir lisanda yazılmış metinlere bakmaya benzer. Metnin ne anlama geldiğini bilmezsiniz ama aynı işaretlerin aynı şeyi ifade ettiğini kolaylıkla anlayabilirsiniz.


Google 10. yaşını kutluyor. Bu aralar google.com sayfasına giderseniz Google’ın geçen bu on yıllık tarihçesinin kilometre-taşlarını yıl yıl görebilirsiniz. Onuncu yılında Google’ın internet üzerinde yaptığı tarama sonucunda indekslemiş olduğu toplam web sayfa sayısının 1 trilyona ulaştığı da yine bu tarihçenin sonlarına doğru yer alıyor.

Uzmanların tam “arama motoru savaşları bitti; kazanan yahoo” diye açıkladıkları bir sırada (90ların ikinci yarısı) sislerin arasından çıkıp gelen iki genç tüm resmi alt üst etti. Mücadele yeniden başladı ancak bu hiç de birinci dönemdeki kanlı savaşlara benzemiyordu. Google en güçlü rakibi olan Yahoo’ya bile daha ilk günden itibaren öyle bir fark attı ki ikinci arama motoru savaşları neredeyse kansız bir şekilde sona erdi.

Bugün pek çok kişi bilgisayarını açıp da internete bir şey aramak ya da araştırmak için giriyorsa ilk gittiği sayfa Google.com.

Şüphesiz Google’un bu başarısının ardında yatan temel öge arama modelinin liberalliği. Arama sürecinin en kritik iki ögesi doğru sayfaların bulunması ile listede ilk çıkacak sayfaların hangi sırada yer alacağıdır. Google’dan önce bu ikinci ögeyi oluşturan listede üst sıralarda yer almak daha ziyade arama motoru dünyasının en değerli ürünü olarak pazarlanıyordu. Parayı veren adını üste yazdırabiliyordu.

Google ile birlikte bu listenin oluşumu belli bir mantığa göre sistematiğe bağlandı. Bu mantık ise bugün yaygın bir şekilde Web 2.0 diye adlandırılan akımın temelinde yer alan mentalite ile aynı aslında: Yani listeyi kullanıcıların yapmasını sağlamak!

Google arama metodolojisinde bu durum, bir arama yapıldığında listelenecek web sayfalarının sırasının, aynı aramanın daha önce yapıldığı durumlarda en çok hangi web sayfalarına gidildiğine bakılarak oluşturulması. “ODTÜ” diye yapılan aramalar sonucunda kullanıcılar en çok http://www.odtu.edu.tr/ (ve Ingilizcesi olan http://www.metu.edu.tr/) sitesine gitmiş olduklarından dolayıdır ki bugün siz de google’a gidip odtü diye arama yaparsanız ilk sırada ODTÜ’nün bu web siteleri gelecektir.

Web 2.0 diye adlandırılan içinde bulunduğumuz dönemde bu mentalite web sitelerinin içeriğine taşındı. Öyle ki web sitelerinin içeriği artık o sitenin yöneticileri tarafından değil, doğrudan kullanıcı tarafından doldurulmakta. Örnek olarak bugün Türkiye hariç dünyanın diğer ülkelerinden erişilen youtube.com sitesinin devasa video klip içeriği, o sitenin sahipleri ya da personeli tarafından değil kayıtlı kullanıcıları tarafından siteye yüklenmekte.

Arama motoru dünyasında yukarıda altını çizdiğim iki ögeden ilki bugün hala sorunlu durumunu koruyor. Yani yapılan bir aramada arzu edilen doğru web sitelerinin listelenebilmesinin sağlanması. Doğruluk yanlışlık olgusu belki iki düzeyde incelenebilir. Birinci seviyedeki temel hatalı durum bugün aşılmış durumdadır. Yani ne google ne yahoo ne de başka bir arama motoru siz “bugün tv’de ne var” diye aradığınızda Paraguay’daki seçimlerle ilgili bir web sayfasını listelemez.

Öte yandan yaptığınız arama ya da araştırma çok spesifik değilse, bu durumda ekranda listelenecek sayfalar içinde sizin asıl aradıklarınızı ayıklamak sorun yaratmaya bugün de devam etmekte. Sevdiğim müzisyenlerden Fish’i örnek olarak ele alalım. Marillion topluluğunun eski solisti olan şov dünyasında kendisine Fish adını takmış olan Derek William Dick ile ilgili Google’da bir arama yaptığınızda karşınıza müzisyen Fish ile ilgili web sayfalarından çok (fish kelimesi İngilizce’de balık anlamına geldiğinden) balıklarla ilgili web siteleri listelenecektir.

Bugün Google da dahil hiç bir arama motoru indeksledikleri web sayfalarının içindeki kelimelerin semantik düzeyden ne anlama geldiklerini bilmemektedir çünkü. Bu tıpkı bilmediğiniz bir lisanda yazılmış metinlere bakmaya benzer. Metnin ne anlama geldiğini bilmezsiniz ama aynı işaretlerin aynı şeyi ifade ettiğini kolaylıkla anlayabilirsiniz.

Arama motorları da benzer bir körlükte çalışır. Fish diye aradığınızda içinde “fish” kelimesi yer alan tüm sayfalar en popülerinden başlayarak sıralanır.

Webin mucidi Sir Tim Berners Lee’nin başını çektiği bir grup internet öncüsü son yıllarda bu konuya odaklanmış durumdalar. Semantik Web adını verdikleri bu dalga belki de web’in üçüncü kuşağını oluşturacak. Ben de o zaman şarkıcı Fish diye aradığımda akvaryumlarla ilgili web sayfalarını ayıklamak zorunda kalmayacağım.

Doğum günün kutlu olsun Google! Bakalım on yıl sonra herkes nerede olacak...

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 10 10 2008

Çarşamba, Ekim 08, 2008

BİLGİNİN SIVI HALİ


Dijital yerliler bilginin sıvı halini yaşıyor; şeffaf dogma kalıpları içinde kirlendikçe onları döküp temiziyle yeniden doldurabiliyor. Bilginin katı halini yaşan dijital göçmenler için dogma kalıbı ile katılaşmış bilgi olan dogmatik düşünce aynı şey. Onu oradan çıkarıp atması ve yerine yeni ve daha temizini yerleştirmesi ne yazık ki çok zor.


Sonuçta tüm dünya bir kez daha Türk’ün dediğine geliyor. Önce matbaayı sınırlarından içeri yüzyıllarca sokmadığı için sonra da atalarından devraldığı bu mirası kitap okumama şeklinde sürdürdüğü için suçlanan, eleştirilen Türk insanı meğer 21. yüzyılın bilgi çağını daha o yıllarda görmüş de ondan dolayı böyle davranıyormuş.

Internetin, özellikle de webin son onbeş yılda dünya sathında yayılması, dünyada okuma alışkanlıklarını da değiştirmeye başladı. Yapılan araştırmalarda insanların artık uzun makale ya da kitapları okuyamadıkları, konsantrasyonlarının giderek çok daha kısa sürede dağılmaya başladığı tespit ediliyor.

Dijital Kültür’ün dünyaya nüfuz etmesiyle birlikte gündeme Dijital Yerli ve Dijital Göçmen olguları geldi. Dijital Yerli; dijital kültürün içine doğmuş gençler ya da çocuklar. Bugün en yaşlıları üniversite çağındalar. Dijital yerliler doğduğunda evlerinde bilgisayar vardı, cep telefonu vardı. Dolayısıyla onlar için bilgisayar, internet, cep telefonu, dijital iletişim, dijital kültür adapte olunması gereken bir engel değil.

Ancak dijital yerlilerin ebeveyni ya da daha yaşlı akrabaları durumunda olanlar için bu olgular gerçekten de “mertlik bozan tüfek” statüsünde, ortaya sonradan çıkan şeyler. Ancak boynuz kulağı öyle bir geçti ki dün yeni dünyalar yaratan bu insanlar, bugün yaratmış oldukları o yeni dünyalara adapte olmakta zorluk çeken birer dijital göçmen durumuna düştüler.

Ne paradoks! Bugün dijital göçmen statüsüne giren yirmili yaşlardan büyük ötekiler, son kırk yıllarını aslında bugün dijital kültür denilen olgunun altyapısını, donanımını, yazılımını, haberleşmesini icat etmekle geçirdiler. Interneti, webi, epostayı, chatleşmeyi, cep telefonunu, SMS ile haberleşmeyi icat eden kuşaklar, bugünün dijital yerlileri (kendi çocukları ya da torunları) tarafından ikinci sınıf vatandaş olarak sınıflandırılıyor. Evinde teknoloji bilgisizliği nedeniyle çocuğundan ya da torunundan fırça yememiş bir ebeveyn var mı?

İşte bu yeni dijital dünyanın temel ögelerinden birisi de webin ortaya çıkmasıyla kendini gösteren hiper-metin (hypertext) olgusu. Hiper-metin, metnin içine bir yandan her türlü (görsel, işitsel) ögenin girmesini sağlamakta ve metni sadece kelime ve tümcelerle sınırlamamakta; diğer yandan ise metnin statik ve yukarıdan aşağıya doğru sabit bir yönde ilerlemesi olgusunu yerle bir etmektedir.

Bugün bir web sitesini açıp da bir paragraf okurken, linklenmiş bir kelimeyi tıklayarak bambaşka bir sayfaya geçebilir ve bambaşka bir metni okurken bulabilirsiniz kendinizi. Ya da metnin altına eklenmiş link sizi bir video klibine götürebilir; o video klibinin altında ise o kliple benzer özellikler içeren başka klipler bulabilir ve o kliplerin sayfalarına yelken açabilirsiniz.

Nerede kaldı yukarıdan aşağıya okuma?

Evet sınıfta kaldı. Artık kimse uzun uzun metinleri, yukarıdan aşağıya doğru okumak istemiyor. Onun yerine araya girmiş bir videoyu izlemeyi, bir resme bakmayı, belki o görsel malzemenin anımsatacağı başka bir şeyi yapmak üzere başka bir web sayfasına dallanmayı tercih ediyor. İşin ilginci dijital yerliler için bu çok doğal bir “okuma” serüveniyken benim gibi dijital göçmenler için konsantrasyonun yok olmasına neden olan tek ve en büyük tehlike nedeni.

Dijital yerliler bilginin hızlı bir şekilde aynı anda birden fazla çoklu ortamdan ekranına gelmesini tercih ederken, dijital göçmenler bilginin yavaş ve kontrollü bir şekilde ve sınırlı kaynaklardan akmasını bekliyor. Hal böyle olunca göçmenler için internet güvenilirlikten uzak bir bilgi kirliliği.

Biz göçmenlerin zihni bugün, gündelik hayatımızda pek de işe yaramayan, ama güvenilir ve doğru pek çok bilgi ile dolu. Yerlilerin sahip olduğu bilgi ise belki bizimki kadar temiz ve doğru değil ama pratik yaşamlarına derhal kanalize edebildikleri bilgiler bunlar ve doğrusu yeri geldiğinde kirli olanı temiziyle değiştirme konusunda çok yetenekliler.

Dijital yerliler bilginin sıvı halini yaşıyor; şeffaf dogma kalıpları içinde kirlendikçe onları döküp temiziyle yeniden doldurabiliyor. Bilginin katı halini yaşan dijital göçmenler için dogma kalıbı ile katılaşmış bilgi olan dogmatik düşünce aynı şey. Onu oradan çıkarıp atması ve yerine yeni ve daha temizini yerleştirmesi ne yazık ki çok zor.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 03 10 2008

KÖR DÖĞÜŞÜ


Tüm bu ihbarlar sonuçta 5,987 ayrı web sitesiyle ilgili. Yapılan değerlendirme sonucunda bu yaklaşık altı bin web sitesinden 853 tanesine erişim engellenmiş durumda. Bu 853 web sitesinden sadece 241 tanesi mahkeme kararıyla kapatılmış. Kalan 612 tanesi ise re’sen.


Geçtiğimiz günlerde tesadüfen İngiliz Prof. Dr. Richard Dawkins’e ait web sitesinin mahkeme kararıyla kapatıldığını öğrendim. Dawkins son dönemde Türkçe’ye “Tanrı Yanılgısı” adıyla çevrilen kitabıyla, daha doğrusu kitap adına açılan davayla gündeme gelmişti. Yayıncısı mahkemeye verilmiş ancak daha sonra beraat etmişti.

Dawkins, kendince “yeni bir ateist” akımın destekleyicilerinden. Yukarıda anılan kitabında da ateist bir bakış açısıyla konuyu irdeliyor. Kitabı edindim ve okudum. Okuma amacım; öne sürülen fikirlerin ne kadar tutarlı, ne kadar nesnel olduğunu irdelemek, konuyla ilgili kişisel düşüncelerimi bir tür elekten geçirmekti.

Dürüst olmak gerekirse kitap benim için büyük bir hayalkırıklığıdır. Bugün her ülkede her dinle ilgili görülebilecek kökten-dinci yaklaşım, kendi dini inançları çerçevesinde dini ve tanrıyı hangi muhafazakar bakış açısıyla yorumluyorsa Dawkins de ateizmi ve tanrıtanımazlığı aynı muhafazakarlıkla savunmakta. İnanıyorum ki kitap bu haliyle hiçbir deisti ya da agnostiği ateist yapamaz.

Sitenin kapatılma nedenine gelince... Anlaşılan o ki sitenin forum kısmında yer alan bir haber ve bu haberle ilgili üyelerin yazmış oldukları yorum; habere konu olan kişinin kişilik haklarını zedelediğinden mahkeme bu yönde bir karar almış durumda.

Bu yasakçı zihniyetin sorumlusu, daha önce de belirttiğim gibi, ne yargı süreci ne de yargı sürecine başvuranlar. Sorun, yargıyı böyle bir durum karşısında böyle bir karar almaya mecbur bırakan yasal düzenlemeler.

Bugün ne yazık ki hangi sitelerin, hangi sebeple, hangi mahkeme tarafından hangi tarih itibariyle kapatıldığını inceleyebileceğimiz halka açık resmi bir web sitesi yok. Sadece Guvenliweb.org.tr isimli Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı bir web sitesi var. Bu web sitesi kendilerine çeşitli kanallarla yapılan ihbarlarla ilgili bir istatistiği duyurmuş durumda.

Buna göre 18 Ağustos 2008 itibariyle 21.738 ihbar/şikayet başvurusu yapılmış. Bunun 11.494 adedi ihbar. Bu figürün %55’i yani 6,411 adedi müstehcenlikle ilgili yapılan ihbarlardan oluşuyor. Bunu 1,335 ile çocukların cinsel istismarı, 1,309 adetle de Atatürk aleyhine işlenen suçlarla ilgili. Tüm bu ihbarlar sonuçta 5,987 ayrı web sitesiyle ilgili. Yapılan değerlendirme sonucunda bu yaklaşık altı bin web sitesinden 853 tanesine erişim engellenmiş durumda. Bu 853 web sitesinden sadece 241 tanesi mahkeme kararıyla kapatılmış. Kalan 612 tanesi ise re’sen.

Demek ki bir web sitesinin kapatılması için illa ki bir mahkeme kararı gerekmiyor. Bakanlık gelen bir ihbarı değerlendirerek kendi başına bir web sitesini de engelleme hakkına sahip.

Tüm bu istatistiklere baktığımızda eksik olan bir bilgiyi görüyoruz. O da şudur: Kapatılan bu 853 web siteleri hangileridir? Bunlardan hangilerini, hangi sebeple Bakanlık re’sen, mahkeme kararı olmadan, kapatmıştır? Mahkeme kararı ile kapatılan 241 web sitesi, hangi mahkeme kararları itibariyle ve hangi tarihten beri kapalıdır? Bugün hepimizin youtube.com sitesinin kapalı olduğunu biliyoruz; ama geriye kalan 852 web sitesinin hangileri olduğunu bilmiyoruz.

Öte yandan herhangi bir web sitesinin, yukarıdaki ihbar/değerlendirme/mahkeme kararı vb süreci olmadan, belki de yetkili personel tarafından görevini kötüye kullanmak kaydıyla, keyfi olarak kapatılmamış olduğunu nereden bileceğiz? Koy oraya bir “Bu site mahkeme kararıyla kapatılmıştır” yazısı; kapat siteyi olsun bitsin. Kim nereden bilecek bir mahkeme kararı ya da re’sen alınmış bir karar olup olmadığını?

Bu sorunlar, ancak bireylerin oluşturacağı baskı unsurlarının kararlı çabalarıyla giderilebilir. Yoksa “oraya bir sürü adam seçip gönderdik, yapsınlar” demekle; yapmadıkları için yakınıp bir sonraki seçimde aynı kişileri seçmekle giderilmez.

Prof.Dr. Dawkins’e göre ateist; a-teist değil, öyle ya da böyle bir tanrı olgusunu resmin içine alan herşeye karşı olmakla ilgili. Sadece teist değil deist ve agnostikler de dahil. Oysa kitap tam bir teisti tuzağa düşürecek, nesnellikten uzak, militan pasajlarla dolu. Hal böyle olunca en çok tepkiyi teistlerden alması da normal.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 26 09 2008

AĞIN SOSYALLEŞMESİ


Sosyal ağ oluşturma siteleri bir yandan ucu nereye varacağı belli olmayan bir teşhircilikle bireyleri esir almışken, diğer yandan da yatırımcılarını “acaba nereden para kazanabilirim” diye kara kara düşündürüyor.


Internete erişenlerin karşılarında hazır web siteleri bulmak yerine içi boş web sitelerini doldurmaya başlamasıyla ortaya çıkan Web 2.0 kod adlı dalga sonunda kendine uygun bir isim buldu : Sosyal Ağ Oluşturma (Social Networking).

Bu tür sitelerde ister uzun uzun metinler yazın, ister video klip paylaşın, ister şu anda ne yapıyor olduğunuzu tüm dünya ile paylaşın; fark etmez. Yeter ki siz de deli danalar gibi ağa bir şeyler ekleyin. Kendinizden.

İnsanlar şu an akın akın bu dalganın peşinden sürükleniyor. Hal böyle olunca iki konu öne çıkıyor. Birincisi bireylerin kendi özel hayatlarını bu şekilde şeffaflaştırmasının sonunun nereye varacağı. İkincisi ise bu işe para yatıranların nereden para kazanacağı.

Bir yanda bireyler özel yaşamlarını herhangi bir sıkıntı duymadan tüm dünya ile kolayca paylaşabiliyor ve bunun sosyal boyutlarının yeryüzü kültürünü nasıl değiştireceği konusunda kimsenin bir fikri yok. Söyle desen söylemeyecekleri şeyleri iş teşhirciliğe geldiğinde gönüllü bir şekilde gerçekleştiriyorlar. Demek ki insanları konuşturma konusunda yıllarca yanlış metodlar uygulanmış. Teşhirciliğe hitap eden bir metod geliştirilmiş olsaymış daha yüksek verim elde edilirmiş.

Tabii bu pek de etraflıca düşünülmüş de yapılmış bir yorum değil. Son yıllarda toplumsal yaşamdaki değişiklikleri de resmin içine dahil etmek gerekir. Öteki her alanda yaşamın hızı katlanarak artmışken kişinin kendisiyle ya da yakın çevresiyle sınırlı tutmak isteyebileceği bir özel hayatının kalmaması ilintili konular. Bir yandaki zorlama diğer yanda bulduğu supaplarla dengelenmeye çalışılıyor. İnsanlar neden böyle bir şeye gereksinim duyduklarının bile farkında değiller.

Gelelim ikinci hususa. Bu işe ciddi paralar yatırılmakta ve doğrusu daha bu sosyal ağ oluşturma sitelerinden nasıl para kazanılacağı konusundaki altın kural keşfedilebilmiş değil. Herkesin ağzına sakız olan web sayfalarına reklam alma durumu webin ilk gününden beri orada duruyor. Ancak bu webin her evresinde yatırımcıları pek de tatmin etmeden bugünlere dek geldi.

Bunun da basit bir nedeni var. Sanal dünyanın özünde “bilgi özgür olmak istiyor” ruhu var. O nedenle sanal dünyada, internette doğrudan para kazanma yolları arayanlar sürekli hüsrana uğramakta.

Internette herşey daima ucuzluyor. Bu ucuzlama süreci internet dışına da taşıyor.

Bugün iki saatlik bir sinema filmini ya da bir müzik albümünü dünyanın öbür ucuna bedavaya gönderme imkanı varken, yanıbaşınızadaki kişiye cep telefonunuzdan SMS göndermenizin paralı olması henüz bu konuda daha katedilecek çok yolun olduğunun basit bir göstergesi.

Internetin getireceği ucuzluk dalgası sadece bilgisayar ya da telekom sektörü ile sınırlı da değil. İş sürecini internete taşıyan her şirket, her sektör burada farklı bir fiyatlama yapması gerektiğini ya kolay ya da zor yolla öğreniyor. Zor yolla öğrenenler bunun bedelini maddi olarak ödemiş oluyor.

İş sosyal ağ oluşturma sitelerine geldiğinde belki de temel sorun popüler olduğu için oradan illa ki para kazanmam gerekiyor bakış açısı ile yaklaşıyor olmakta yatıyor. Neden illa ki para kazanmak gerekiyor? Elbette ki bu sitelerin de giderleri var. Hem de azımsanmayacak derecede önemli meblağlarda. Ancak şimdiye dek izlenen halka arz, satış gibi metodlarla elde edilen paralar bu giderlerin çok çok üstünde.

Bakalım “delikanlı” bir sosyal ağ oluşturma sitesi çıkıp da “benim stratejim giderim kadar gelir elde edecek bir modeldir; bundan fazlasını da kazanmak istemiyorum” diyebilecek mi? İncelemeleri gereken güzel bir örnek de Türkiye’de var. Sanal olmayan gündelik yaşantımızda. Nedir o? Mizah dergileri.

Gırgır ekolünden gelen bildiğim kadarıyla hiçbir dergi, Oğuz Abi’lerinin kemiklerini sızlatıp da dergilerine reklam almadılar. Almadan ayakta durmaya da devam ediyorlar.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 19 09 2008

KANDİLLİ SAHİLİNİN HACKER’LARI


Madem bu iş bu kadar kolay neden herkes yapmıyor? Bu soruya bilgisayar dünyasından değil de gündelik hayatımızdan bir örnek ile cevap vereyim. Bir dükkana girip hırsızlık yapmak da çok üstün yetenekler istemiyor; ama herkes de dükkanlara girip hırsızlık yapmaya kalkmıyor!


Aslında bilgisayar korsanlığı ile ilgili her haber çıktıktan sonra “hacker” kimdir “bilgisayar korsanı” kimdir diye yazıp, ikisini ayırt etmeye çalışmaktan ben sıkıldım. Ancak gördüğüm kadarıyla medya bu ikisi hatalı kullanmaktan, bilgisayar korsanlarına inatla “hacker” diye hitap etmekten sıkılmadı.

Geçtiğimiz günlerde yine bir bilgisayar korsanlığı haberi manşetlerde idi. Türk ve Rus korsanların karıştığı olay çerçevesinde binlerce Amerikalı banka müşterisinin bilgilerini ele geçirip, bu kişilerin hesaplarından milyonlarca doları boşaltmış oldukları belirtiliyordu.

Hacker bilgisayar dünyasında bilişim konularında ortalamanın çok ötesinde bilgi, deneyim ve beceriye sahip kişilere takılan bir sıfat. Yani işin kompetanı, üstadı anlamında. Ancak kompetan ya da üstad sıfatlarının bu deneyimini olumlu anlamda icra edenler için kullanılması gibi hacker sıfatı da (illa ki kullanılacaksa) bilgisayar, bilişim alanındaki üstün becerilerini olumlu anlamda değerlendirenler için kullanılması gerekir. Sanırım hırsızlık yapmak bu kategorilerin içinde yer alamaz!

Öte yandan medyaya yansıyan olaylar incelendiğinde bunların teknik anlamda üstün bilgisayar becerileri gerektiren türden korsanlıklar olmadığı da anlaşılacaktır. Kabaca incelendiğinde yapılmış olan şey, binlerce kişiye eposta gönderip, o kişileri banka bilgilerini değiştirmek amacıyla sahte bir web sitesine yönlendirmeye sevk etmek ve oltaya takılıp da o siteye gidenlerin ekrandan girecekleri kullanıcı adı ve şifre bilgilerini bir dosyada saklamak.

Bu süreçte kişinin o epostayı gerçekten de kendi bankasından geliyor olarak algılaması için yapılan hiçbir teknik girişim yok. Sadece ve sadece kişinin zokayı yutup yutmamasına bağlı bir korsanlıktır bu. Keza sahte olarak kurulmuş olan web sitesine girilecek bilgileri bir yere saklamak ve sonra onları kullanmak da üstün teknik beceri gerektirmez.

Tabii burada akla şöyle bir soru gelecektir. Madem bu iş bu kadar kolay neden herkes yapmıyor? Bu soruya bilgisayar dünyasından değil de gündelik hayatımızdan bir örnek ile cevap vereyim. Bir dükkana girip hırsızlık yapmak da çok üstün yetenekler istemiyor; ama herkes de dükkanlara girip hırsızlık yapmaya kalkmıyor!

Demek ki dikkat edilmesi gereken husus bu tür korsanlıkları yapma nedeninin bilgisayar becerilerine sahip olup olmamakla değil etik kurallara saygılı olup olmamakla ilgili olduğudur.

Bu tür korsanlıklarda belki de teknik anlamda en kritik olarak değerlendirilebilecek konu eposta adreslerinin nasıl ele geçirildiği olabilir. Bunun değişik yolları var. Yine teknik anlamda bir beceri gerektiren senaryo birilerinin bu eposta bilgilerinin saklı olduğu firma bilgisayarlarına yasadışı yollardan erişip, bilgilerin bir kopyasını almasıdır.

Belki de ekibin işbölümü bu şekilde yapılıyordu. Birileri işin bu zor kısmını gerçekleştiriyor; tetikçi düzeyindeki diğerleri de bu epostaları sağa sola gönderip birilerinin oltaya takılmasını bekliyordu.

Bugün Nijerya’nın genç nüfusunun önemli bir kısmı her gün internet kafelerde akşama dek birilerinin bu tür oltalara takılmasını bekliyor. Yılda bir kişiyi avlasalar bile kazançlı çıkabiliyorlar.

Peki gerçekte hacker olarak adlandırabileceğimiz kişiler kimlerdir? Neden medyada onların isimlerini ve yapmış oldukları olumlu işleri göremiyoruz? Son dönemden bir örnek vereyim. Youtube’u ya da Facebook’u kuran gençler; bir gecede dolar milyarderi oldukları bilgisini bize vermekten öte medyanın ne kadar ilgisini çekebiliyor? Oysa bu gençlerin gerçekleştirmiş oldukları hayalleri tüm dünyayı bir daha eskisi gibi olmayacak şekilde dönüştürmekte.

Ayrıca “erbab”, “üstad”, “hacker” olmak sadece belli bir alanla ilgili değildir. Örneğin Kandilli’ye gittiğinizde, vapur iskelesinin kapalı olduğu zamanlarda bile denize girmek isteyen çocukların iskelenin kilitli kapılarını nasıl “hack”leyerek, yüzmek üzere iskelenin ucuna dek gidebildiklerini görebilirsiniz. Kapılara hiçbir zarar vermeden!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 12 09 2008

TAKIYYENİN DANİSKASI


Bugün AB’ye girmeyi en çok savunur görünen hükümet ve onu oluşturan siyasi oluşum hiçbir AB ülkesinde uygulanmayan bir şeyi fiilen icra etmektedir. 21 yüzyılın ilk bölümünde bireylerin özgürlüğünün en önemli göstergelerinden birisi haline gelmiş olan interneti sansürleyerek (sansürlemeye çalışarak).


Fatih Altaylı’nın TV’de yayınlanan programında “Atatürk’ü seviyor musunuz?” diye sorulması üzerine “Atatürk’ü sevmiyorum” diyen iki kişi hakkında açılan davada Cumhuriyet Savcısı Muzaffer Yalçın takipsizlik kararı verdi. Savcı mütalasında şöyle yazmış:

“Onlar sevmiyor diye Atatürk değerinden hiçbir şey kaybetmez. Mustafa Kemal Atatürk ulusal bir kahramandır. Türk tarihi ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ve dünya tarihinde ulusal kahraman, devrimci olarak hak ettiği yeri almıştır. Atatürk, birisi kötü söz söyledi diye ne küçülür, ne de değerini korumak için özel kanunlara ihtiyaç duyar. Atatürk’ün hilafetçiler, şeriatçılar, bölücüler tarafından istenmediği, sevilmediği bir gerçektir. Sevmek ya da sevmemek bir gönül işidir, yani yürektedir. Eğer şüpheliler Atatürk’ü sevmiyorlarsa, Atatürk değerinden hiçbir şey kaybetmez.”

Oldukça mantıklı ve modern bir açıklama ve karar. Peki benzer şekilde bir kişinin Atatürk ile ilgili Youtube’a eklemiş olduğu birkaç videodan dolayı tüm Youtube sitesine (Atatürk ile, Türkiye Cumhuriyeti ile uzaktan yakından ilgisi olmayan milyonlarca video klibini içeren bir siteye) neden tüm Türkiye’nin erişmesi engelleniyor?

İki kadın altmış milyonun önünde kişisel görüşünü belirtebiliyor. Modern bir demokraside yaşandığı için de mahkemeler demokratik bir karar veriyor. (Örneğin bugün iki kadın bir Arap ülkesinde kendi ülkesinin (yaşayan ya da ölmüş) bir lideri hakkında benzer bir yorumda bulunabilir mi?) Peki youtube sitesine eklenen bir video Atatürk’ün değerini mi düşürüyor ki site o videolar erişime kapatıldığı halde aylardır toptan yasaklanmış, sansürlenmiş durumda?

Kendimizi aldatmayalım. Youtube sitesinin kapatılma nedeni bireylerin haber alma imkanlarının kısıtlanmasıyla ilgilidir. Kontrolün, sansürün her türlüsünü reddeden bir doğaya sahip, bu haliyle doğrudan demokrasinin yeryüzündeki her bir birey tarafından tam olarak idrak edilmesini sağlama potansiyeli olan internet bir ülkede yasaklanmaya çalışılıyorsa durup düşünmek lazım.

Cumhuriyet Savcısı “Atatürk, değerini korumak için özel kanunlara ihtiyaç duymaz” diyor. Atatürk’ün değeri, yapay bir şekilde, yandaşlarının ya da ardından gelenlerin icat ettiği propaganda ya da lobi faaliyetleriye oluşturulmamıştır. Atatürk değerini yaptıklarından ve onları yapış biçiminden alır. Atatürk hem bir ülkenin işgalden kurtulmasını sağlamıştır, hem ardından modern bir demokrasi kurmuştur hem de bunları halkıyla birlikte omuz omuza, göğüs göğüse yapmıştır. Atatürk’ün halkın içinde olduğu hangi fotoğrafında çevresinde insandan bir koruma duvarı olduğu görülmektedir? Hiçbirinde. Atatürk halkıyla içiçedir. Bugün de hepimizin gönlündedir. Dünya da dursa onu oradaki taçlandırılmış yerinden aşağı indirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir.

Türkiye bir yanda Avrupa Birliği’ne girmeye çalışıyor. Ağızlara sakız yapılmış bu tümce aslında gerisinde barındırdığı sonuçlar açısından önemlidir. Avrupa Birliği’ne girmek Türkiye’nin o birlik içindeki ülkelerde bireylerin sahip olduğu yaşam kalitesine ulaşmayı istemesi, kendi vatandaşlarını da en az o kalite düzeyine layık görmesiyle ilgilidir. Ya da ancak böyle olduğu sürece AB’ye girmek bir anlam ifade eder.

Bugün AB’ye girmeyi en çok savunur görünen hükümet ve onu oluşturan siyasi oluşum hiçbir AB ülkesinde uygulanmayan bir şeyi fiilen icra etmektedir. 21 yüzyılın ilk bölümünde bireylerin özgürlüğünün en önemli göstergelerinden birisi haline gelmiş olan interneti sansürleyerek (daha doğru bir ifadeyle sansürlemeye çalışarak).

AB’ye bu denli destek veren bir hükümet yargı sürecinde böyle bir kararın ortaya çıktığı anda derhal olayı incelemeye almalı ve konunun yasamayla, yürütmeyle ilgisini irdelemeliydi. Acaba bu sonuç bayatlamış ya da yanlış yorumlamaya açık kapı bırakmış bir kanun nedeniyle mi ortaya çıkmıştır diye (ki öyle!). Bunu tespit ettiğinde de kendi sorumluluk alanı olan yasama/yürütme sürecinde gerekli değişiklikleri yapmalı ve bu tür kaotik ortamların doğmasını engellemeliydi.

Böyle bir doğal refleksi olmayan yürütme merciinin AB’yi destekler tonda çaldığı müziğin tınısı ne kadar kulağa hoş gelse de ezeli hocaları geçtiğimiz günlerde net bir değerlendirme yaptı: “Onlar her zaman kardeşimiz, talebemiz, evlatlarımız, taraftarımızdır”.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 05 10 2008

BİLGİ TOPLUMU İÇİN ALTILI KRİTERİ


Nasıl ki söz konusu olan şey cahillikten kurtulmak olduğunda en temeldeki gereksinim okuma/yazma bilmek ise söz konusu bilgi toplumu olduğunda en temelde sahip olunması gereken beceriler nelerdir?


“İnternet sanıldığı gibi bilgiye ulaşma aracı olarak kullanılmıyor. Şimdi internet-evlerindeki insanlar bundan bir kaç yıl önce kütüphanelerde değildi ki. ...”

Bu yorum, internete gönül vermiş sivil toplum örgütlerinin başlatmış olduğu INTERNETE SANSÜR DEĞİL SÜRAT GEREK isimli kampanya kapsamında açılmış olan web sitesine NEVBİDA isimli kullanıcı tarafından gönderilmiş. “İnternet”, “bilgi toplumu” gibi olguların ülkemizdeki halini ne güzel açıklıyor.

Bilgi Toplumu olmak kolay mı? Internet erişim figürleri kendi başına “bilgi toplumu olgunluğunun” ne düzeyde olduğunu açıklamak için yeterli mi? Elbette ki erişim sayısı önemli bir gösterge ama ne yazık ki “verimi” ölçme açısından hiçbir değer ifade etmiyor. Erişim kadar önemli olan bir diğer olgu da internete “ne için” erişildiğidir.

Internet erişimi sonuçta “bir değer katamıyorsa” daha ziyade “eğlenceye” yönelik faaliyetler için kullanılıyorsa, bu tablo ülkemizin “bilgi toplumu” olma yolunda bir arpa boyu yol alamadığının da açık bir göstergesi olacaktır.

“Bilgi Toplumu” olmak için pek çok kriter, kıstas ya da standard var. Ancak bunlar ne yazık ki daha ziyade yukarıda erişim örneğinde olduğu gibi işin “operasyonuna” yönelik. Kurulan o altyapıların, imkanların hangi amaçlarla kullanıldığının tespiti nispeten göz ardı ediliyor.

Temelde eksikliğini duyduğumuz şey ise kurulan bu altyapılarından verimli olarak istifade etmek için hangi bilgi donanımına sahip olmamızın gerekliliği. Nasıl ki söz konusu olan şey cahillikten kurtulmak olduğunda en temeldeki gereksinim okuma/yazma bilmek ise söz konusu bilgi toplumu olduğunda en temelde sahip olunması gereken beceriler nelerdir?

1990 yılında iki kütüphane uzmanının geliştirmiş olduğu ve Büyük Altılı (The Big Six) olarak bilinen bir metodoloji bu soruya cevap arandığında ilk akla gelenlerden. Robert Berkowitz ile Michael Eisenberg’in Bilgi Problemleri Çözümü (Information Problem Solving) adıyla kaleme aldıkları kitapta açıklanan bu altı aşamalı metod, dijital cahillikten kurtulmak isteyenlerin sahip olması gereken asgari becerilerin ne olması gerektiğini açıklıyor.

Bu altı aşama şunlardır:

1. İşin Tanımlanması, Gereksinim Duyulan Bilginin Belirlenmesi
2. Bilgi Arama Stratejileri
3. Tespit etme ve Erişim
4. Bulunan Bilginin Kullanılması
5. Sentezleme
6. Değerlendirme

Bu altı aşamayı irdelemek gerekirse; bugünün bilgi toplumunun üyesi olan bir vatandaşın şu becerilere sahip olması gerekmektedir:

Bilgiye gereksinim duyma nedeninin tam olarak belirlenmesi. Hangi sorunu çözmek ya da hangi kararı almak için bilgiye gereksinim duyuyorsunuz? Bunun için sahip olmadığınız bilgiler nelerdir? Bu bilgilere nasıl erişebilirsiniz? Ne tür bilgi kaynakları vardır? Bu bilgi kaynakları nelerdir; nerelerdedir; nasıl erişilebilir? Erişimin bedeli (zaman, para vb açıdan) nedir? O bedeli ödemeye değer mi? Birden çok kaynak söz konusu ise hangi durumda hangi kaynağı kullanmak daha verimlidir? Bilgiye ulaşıldığında bu bilginin aranan bilgi olduğunun ayırt edilebilmesi. Tespit edilen bilginin doğru ve sağlıklı bilgi olması; safsata olmaması. Bulunan bilgilerin bir araya getirilmesi, sentezlenmesi ve orijinal amaç için nasıl kullanılabileceğinin değerlendirilmesi. Bu süreç sonucunda arzu edilen amaca ulaşıldığından emin olunması (sorunun çözülmesi ya da kararın alınması).

Buna ek olarak bilgiye ulaşma ve kullanma sürecinin verimliliğinin de değerlendirilmesi gerekir. Acaba geçmiş olduğunuz yol en verimli yol muydu? Daha hızlı, daha ucuza vb yapabilir miydiniz?

Bir an için bu sürecin bir değerlendirme kriteri olduğunu varsayın ve gerek kendinizi, gerek çevrenizdeki bireyleri gerekse de içinde yaşadığınız toplumu, toplulukları değerlendirin. Şimdi de şu soruya cevap arayın: Bilgi Toplumu olma yolunda birey olarak, topluluk olarak, toplum olarak neredesiniz?

Interneti sansürlediklerini sananları, başlarına gelen felaketleri “taktir-i ilahi” olarak yorumlayanları bir de bu açıdan değerlendirin!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 29 08 2008

DANONE ve BİLMEK/İNANMAK


Tek eksiğimiz, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımız bir konuda bile zihnimizin anında fikir üretmeye başlaması ve nesnel bilgiyi arayıp öğrenmek yerine ürettiğimiz o öznel fikirlere inanmak istemesi.


Danone Firması’nın akşamları eve giderken arabada dinlediğim radyo kanallarına vermiş olduğu bilgilendirici reklam olmasaydı, belki de geçtiğimiz günlerde eposta kutuma düşen “spam mesajını” dikkate almadan silecektim.

Reklamdan da belli olduğu üzere birileri oturup Danone firmasının aleyhine bir eposta oluşturmuş ve bunu internet üzerinde yaymış. Hatta anlaşılan bu eski bir hikaye ama bu aralar yeniden alevlendirilmeye çalışılıyor.

Gelen spam mesaja baktığımda, altında ziraat fakültelerimizden birinde hocalık yapan bir profesör doktorun adının yazdığını ve firmanın ürünlerinin güya laboratuvarlarda yapılan testler sonucunda yiyenlerin gelişimini olumsuz yönde etkileyecek maddeler içerdiği açıklamasını gördüm.

Bu mesaj bu haliyle tıpkı şuna benzemekte: Elinize bir kağıt kalem alın, gözünüze bir özel banka kestirin ve kağıda şöyle bir şey yazın: “Bu kağıdı getiren vatandaşa ne kadar para istiyorsa verin”. Sonra da bu mesajın altına o bankanın patronunun ismini yazın. İsmin altına sahte imza atmaya bile yeltenmeyin.

Bu kağıdı o bankanın bir şubesine götürdüğünüzde size inanıp da ne kadar para istediğinizi soracak kaç tane şube müdürü ya da personeli çıkar? Hiç! Böyle bir şeyi yaptığında başına bir bela gelmeyeceğine, dilediği parayı alabileceğine inanan kaç kişi çıkar? Yine hiç!

Benim anlamakta güçlük çektiğim şey böyle bir olayı dijital ortama taşıdığımızda bir anda bu mesaja inanan, sonra da onu sağa sola yollayıp “başkaları da öğrensin” diyen azımsanmayacak bir kitlenin olması. Ki gerek firma reklamlar vererek, hukuki yollara başvurarak bu durumu düzeltmeye çalışıyor gerekse de ismi kendi bilgisi dışında böyle bir sahte eposta gönderme işine karışan sayın profesörümüz ta 2006 yılında konuyla ilgili olarak web sitelerine vermiş olduğu mülakatta günde düzinelerce eposta ve telefon aldığını ve her birine de tek tek cevap vererek konuyla ve orada belirtilen açıklamalarla bir ilgisinin olmadığını belirtiyor ve “internetin özgürlüğü hayatımı kararttı” diyor.

Sayın profesörün hayatını karartan şey aslında internetin özgürlüğü değil de o özgürlüğü idrak edemeyen bireylerin bilgi eksikliği sonucunda gerçekleştirdikleri hatalı eylem.

Aldığı bu mesajı, aslını astarını araştırmadan adres defterindeki herkese yollayan ve böylece bilgi çağında üstüne düşeni yaptığına inanan kişilerden birisi acaba yukarıdaki farazi bankanın bir şube çalışanı olsa elinde öyle bir kağıtla karşısına gelen bir vatandaşa da istediği parayı verir miydi?

Peki böyle bir mesaj aldığınızda yapılacak en kolay şey nedir? Şudur: O da mesajın içindeki anahtar kelimeleri Google’a girip ufak bir araştırma yapmak.

Böyle bir şey yaptığınızda daha ilk sayfada Danone’nin kendi web sitesinde ilgili mesajda adı geçen profesörün açıklamasının yayınlandığı bir linki göreceksiniz. O linki tıkladığınızda da profesörün konuyla ilgisi olmadığını ve mesajda yazan şeylerin asılsız olduğunu öğrenebilirsiniz.

Hatta bunu bile firmanın bir hilesi olarak değerlendirebilecek araştırmacı şüpheciler için profesörün başka web sitelerine vermiş olduğu mülakatlar var.

Üç dört tıklama yaparak bu sayfaları okuyup, hangi bilginin daha doğru olduğuna kanaat getirdikten sonra o epostayı gönderen kişiye gönderdiği şeyin asılsız olduğunu bildiren bir eposta göndermek çok mu zor? Çok mu insanlık dışı? Çok mu ütopik?

Hayır ne zor; ne insanlık dışı; ne de ütopik. Tek eksiğimiz, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımız bir konuda bile zihnimizin anında fikir üretmeye başlaması ve nesnel bilgiyi arayıp öğrenmek yerine ürettiğimiz o öznel fikirlere inanmak istemesi (“böyle bir eposta geliyorsa doğrudur”). Ve derhal bunun savunuculuğunu üstlenerek aslında suça ortak olmak (asılsız epostayı sağa sola göndererek).

İnanç olgusu dini konulardan dışarı çıkıp dünyevi konulara da hükmetmeye başladığında işte karşımıza böyle (sorgulamayan) bireyler çıkarıyor. İlk bakışta hiç ilgisi yokmuş gibi görünüyor değil mi?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 22 08 2008

Salı, Ağustos 19, 2008

BILL GATES’TEN SONRA YAŞAM


AIDS ya da sıtmayı dünya tarihinden silecek bir aşıyı bir ilaç şirketinin geliştirmesini beklemek o kadar imkansız mı? Hayır belki de değil. Ancak zihninde hiçbir düşünsel engelin olmadığı “o alanda yeni yetme birisinin” cesaretinin getireceği yaratıcılık da belki hiçbirisinde yok.


Sevseniz de sevmeseniz de Bill Gates ve onun önderliğindeki Microsoft firması, dünyanın her yerinde birey ve toplum bazında bilgisayarlaşmanın en büyük dinamosu oldu. 90lı yıllarında ortasında gelen internet dalgasına kadar kişisel bilgisayar dünyası dendiğinde herkes dönüp Microsoft’a bakıyordu; acaba ne yapacak diye.

Haziran sonu itibariyle Bill Gates Microsoft’taki tüm aktif görevlerini bıraktı. Artık zamanını bütünüyle kendisi ve eşi adına kurmuş olduğu vakıfın işlerine adayacak. Açıklandığına göre yönetim kurulu başkanı olarak haftada bir gününü Microsoft’ta geçirecek ancak bu pratikte ne anlama gelecek, birlikte göreceğiz.

Gates’in vakfının konsantre olduğu iki büyük alan AIDS ve sıtma. Her ikisinin ortak özelliklerinden birisi de tıbbın henüz kalıcı bir çözüm üretememiş olması. Basitçe birer aşı. Bu belki de Gates’in internet dalgasından çıkardığı en önemli derslerden birisi.

Bilimsel Devrimlerin Yapısı eserinde paradigma olgusunu öne süren Thomas Kuhn’un da belirtmiş olduğu gibi bir alanda yeni bir paradigmanın gerçekleşmesi, daha ziyade mevcut koşullarda avantajlı bir konumda olanlardan beklenmez. O pozisyondakiler o avantajlı konumlarını koruma yönünde doğal bir reflekste bulunur ve bu nedenle de paradigmasal sıçramalar yapmayı ıskalar. Beklentiyi mevcut koşullarda herhangi bir avantajlı durumu olmayanlar gerçekleştirir.

World Wide Web’i CERN araştırma laboratuvarlarında çalışan ve bilgisayar endüstrisi içinde kişisel bir çıkarı ya da beklentisi olmayan birisi icat etti. Internetin itici gücü haline gelen webin kitlelere ulaşmasını Mosaic (sonraki adı Netscape) yazılımını geliştiren bir doktora öğrencisi sağladı (sonra da milyarder oldu).

1995-2001 yılları arasında tüm dünyada irili ufaklı yaşanan dot-com balonunu sektörde hiçbir rolü olmayan genç girişimcilerin fikirleri şekillendirdi. Belki de her bin macaradan bir tanesi bugün anlamlı bir ürün ya da hizmet haline geldi ancak o gelenler de global bilgi teknolojileri dünyasında paradigmasal değişikliklerin yaşanmasını sağladılar.

Gates belki de bu nedenle artık Microsoft bünyesinde bir sonraki büyük şeyin mimarı olamayacağını gördü. Microsoft’un kaybedecekleri o kadar büyük ki bundan sonra ancak irili ufaklı da olsa evrimsel adımlarla ilerlemekten başka bir şey yapamaz.

Bu da Gates’i tatmin etmez. Çünkü o devrim yapmış birisi.

O halde ne yapmalı? Mevcut koşullarda kaybedecek hiçbir şeyinin olmadığı alanlarda bu tür büyük maceralara girmek bir çözüm olamaz mı? Evet her ne kadar kaybedecek müthiş bir parası olsa da o para artık şahsen onun değil; vakfının.

AIDS ya da sıtmayı dünya tarihinden silecek bir aşıyı bir ilaç şirketinin geliştirmesini beklemek bu kadar imkansız mı? Hayır belki de değil. Ancak zihninde hiçbir düşünsel engelin olmadığı “o alanda yeni yetme birisinin” cesaretinin getireceği yaratıcılık da belki hiçbirisinde yok.

Ben açıkçası çok kısa bir süre içinde olmasa da Gates vakfının içinde olduğu bir girişimin bu hastalıkların kökünü kazıyacak çözümleri üreteceğine inanıyorum. Herşeyin ötesinde üç beş ülkeyi dolaşıp, açlıktan ya da hastalıktan kırılan sekiz on köyü gezip birer çek yazmak için ayrılmamıştır ofisinden Gates. O kadarı ona yetmez.

Microsoft’a gelince. O resmin içine gelene dek liderliği elinde bulunduran IBM’e ne oldu? Yok olup tarihe mi karıştı? Hayır. Microsoft belli bir kategoride elinden bayrağı almış olsa da IBM varlığı sürdürdü; bir ara tökezledi ama doğru yönetim ve yöneticilerle bu sıkıntılı dönemi atlattı. Bugün aslına bakarsanız Microsoft’tan çok daha büyük ciroya ve kara sahip bir şirket oldu.

Yarın aynı şey Microsoft’un da başına gelecek. Belki Google onun yerini alacak ama Microsoft kendi güçlü olduğu alanlarda para kazanmaya, “büyük kalmaya” devam edecek. Belki de bir süre sonra bugün Microsoft için söylediklerimizi Google için söylüyor olacağız.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 15 08 2008