Cuma, Haziran 27, 2008

VELEV Kİ...


Biz boşuna “Internet Yaşamdır” diye yırtınıp duruyoruz. Bu mentaliteye göre internet olsa olsa çocuk oyuncağıdır. “Ciddi devlet meseleleri” söz konusu olduğu zaman internet gibi bir çocuk oyuncağına başvurmak işi ciddiyetinden uzaklaştırmaktadır.


AKP’nin 16.6.2008’de Anayasa Mahkemesi’ne sunmuş olduğu Esas Hakkındaki Cevaplar metninin 18. sayfası:

“Yargılama hukukunun temel ilkesi delillerden sonuca gitmek iken, partimiz hakkında açılan davada bu ilke tersine çevrilmiş görünmektedir. Önce dava açmaya karar verilmiş, daha sonra da bunun için delil toplanmıştır. Nitekim iddianameye ek olarak sunulan dosyalarda yer alan gazete haber ve yorumlarının büyük bir kısmı bunların yayınlanmasından yıllarca sonra internet yoluyla derlenmiştir. Bu nedenle bu dava adeta bir “google davası”dır. Başsavcı, çok sayıda haber ve yorumu dava açma tarihine yakın bir zamanda anahtar kelime yazarak “google” arama motorundan arama yapmak suretiyle elde etmiştir. Örneğin, iddianamenin 10, 14, 29, 74, 93, 95, 97, 100 nolu eklerinde yer alan bazı deliller bunlardan sadece birkaçıdır. Bu şekilde internetten elde edilen gazete haber ve yorumlarının 2 Şubat 2008 Cumartesi ve 3 Şubat 2008 Pazar günleri indirildiği görülmektedir. Bu durum Başsavcılığın partimiz hakkında dava açabilmek için hafta sonu tatilinde bile yoğun bir mesai yaptığını göstermektedir.”

Bu metindeki bilgi düzeyi, bilgi derinliği ve konuyu yorumlama yaklaşımı çok düşündürücü. Öncelikle “google davası” nitelendirmesi ile verilmek istenen olumsuzluk, hafiflik mesajı karşısında ne diyeceğimi bilemiyorum.

Eğer bu doğru bir nitelendirme ise biz boşuna “Internet Yaşamdır” diye yırtınıp duruyoruz. Bu mentaliteye göre internet olsa olsa çocuk oyuncağıdır. “Ciddi devlet meseleleri” söz konusu olduğu zaman internet gibi bir çocuk oyuncağına başvurmak işi ciddiyetinden uzaklaştırmaktadır.

Cumhuriyet Başsavcısı’nın Google’ı kullanma nedeni neymiş? Yıllar önce yayınlanmış gazete haberlerini bulup, kağıda basarak dava dosyasına koymak. Burada eleştirilen şey ne? Efendim eğer sen kapatma davası açacaktıysan, gazete haberlerini günü gününe takip etmeli ve elinde makasla bunları keserek güzelce arşivlemeli ve günü geldiğinde de dosyana koymalıydın. Yok eğer onun yerine hele bir de Cumartesi Pazar günleri oturup da Google’dan arama yaparak delil topladıysan vay haline!... (Buna karşılık Sayın Yalçınkaya “Velev ki...” diye başlayan bir cevap verse acaba ne diyecekler?).

Şimdi merak ediyorum tabii... Dünün gazeteleri makasla kesip kupürleri dava dosyasına delil olarak eklenmesiyle bugünün Google’dan arama yaparak bulunan kupürleri kağıda basıp dosyaya eklenmesi arasında içerik olarak ne fark var?

Eleştirilen şey davaya delil olarak eklenmiş bazı bilgilerin elde ediliş şekli. Yanlış anlaşılmasın, AKP kendi savunmasında bu delillerin gerçek dışı olduğunu filan savunmuyor. Bunların elde ediliş şeklini eleştiriyor.

Şimdi biz böyle mentaliteye sahip yürütme organlarımızın ülkemizde interneti en stratejik konulardan biri olarak algılayıp, ona göre yatırım yapmalarını mı bekleyeceğiz?

Bu tür durumlarda başvurulan bir yöntem var. Sanırım burada da o devreye girecektir. Şimdi bu savunma çerçevesinde Cumhuriyet Başsavcısı her açıdan eleştiri bombardımanına tutmak gerekiyor ya ele geçirilen her şey en ince detayına dek bu uğurda kullanılacaktır. Mesela internetten ulusal gazetelerimizin sanal arşivine ulaşarak daha önce yayınlanmış haber ya da makalelere ulaşmak çerçevesinde internet de bu yolda feda edilir.

Ertesi gün diyelim ki Türkiye’de internetin kuruluşu kutlanırken ya da uzaya bir Turksat uydusu gönderilirken, efendim interneti elli kat hızlandıracak altyapılar kuruyoruz diye bu kez o günün gündemine uygun olarak internet yeniden yorumlanır.

Altın kural şudur: Tutarlı olmak zorunda değilsin. Bugün beyaz dediğine yarın siyah ertesi gün şeffaf diyebilirsin.

Bu kuralı çok rahat bir şekilde hiç utanıp sıkılmadan uygulamanın da bir altyapısı var. O da amaçlar, hedefler. O amaç ve hedeflere giderken bunların dışında kalan herşey (insanlar, olgular, fikirler) birer araçtır. Ve araçlar nasıl istenirse o şekilde kullanılır. Bir gün öyle bir gün böyle. O nedenle başkasının “takıyye yapıyorlar” dediklerine “biz yolumuzda yürüyoruz” demeleri boşuna değil.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 27 06 2008

SANAL OKUR YORUMLARI


Dijital kültür bireylere şu mesajı vermekte. Dilediğin her şeyi söyleyebilirsin; ama ne başkalarının da bir şey söylemesini engelleyebilirsin, ne seninle aynı fikirde olmayanları bu platformdan kovabilirsin, ne de bu platformun kurallarını sadece senin gibi düşünenlerin, konuşanların yer alabileceği diğerlerinin ise yer alamayacağı şekilde değiştirebilirsin.


Ülkemizdeki pek çok problemin kaynağına indiğimizde eğitimsizlik ortak paydasına ulaşıyoruz. Dikkat ederseniz “öğretim” değil “eğitim” ! Ansiklopedilerde yazan bilgileri daha çok bilmekle sorunlarımızı aşamayız ama “farklı olanlarla bir arada yaşayabilmeyi”, “farklı düşüncelerin de dile getirilebileceğini”, “herkesin bizim gibi düşünmek zorunluluğunun olmadığını” idrak edebilsek pek çok sorunumuz sorun olmaktan çıkacaktır.

Neden böyle bir kültürel yapıya sahip olduğumuz sosyologların araştırması gereken bir konu ancak bu süreçte internetin, sanal dünyanın, dijital kültürün iletişim olgusuna getirdiği yenilikler farklı açılımların ortaya çıkmasına imkan tanıyor.

Örneğin “farklı düşüncelerin de dile getirilebilmesi”. Önceleri televizyonlarda gerçekleştirilen açık oturum, forum türü programlar bireylerin bu konuda antrenman yapmasını sağladı. Bugün senkron ya da asenkron olarak dijital dünya üzerinde topluluk içinde iletişim kuran bireyler bu konudaki “yapay eksikliği” giderme konusunda azami çaba harcıyorlar.

Bu eksiklik neden yapay? Çünkü Türk kültürü, Anadolu tarihi incelendiğinde aslında tolerans olgusunun en yaygın yaşandığı toprakların Türklerin yönettiği yerler olduğu kolayca görülecektir. Osmanlı zamanında Balkan ve Avrupa halklarının Türklerin yönetimine girme arzusunun özünde de bu tolerans yatmaktaydı.

Ne olduysa, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan ve Atatürk sahneden çekildikten sonra kültürümüze yapay uyuşturucular şırınga edilmeye başladı. Yüzyıllarca yanyana yaşamış insanlar, topluluklar bir anda dinlerinin, etnik kökenlerinin farklı olmasının birbirleriyle zıtlaşmayı, kavga etmeyi gerektirdiğini düşünmeye başladı.

Sanal dünya bu anlamsız pürüzleri ortadan kaldırıyor. Başlangıçta doğal olarak sokaktaki mentalite sanal dünyaya da aktarılmaya çalışılacak; ancak dijital kültürün kendine özgü nitelikleri bu yapaylıkların kısa sürede ortadan kalkmasına neden olacak.

Bunun en mikro, en basit modellerinden birini haber ya da web 2.0 modeline göre tasarlanmış sitelerdeki okur yorumlarına bakarak görmek mümkün. En ağıza alınmaz küfürleri edenler de, konuyla dalga geçenler de, ciddi bir şekilde tezini savunup düzeysizlere ağzının payını verenler de dijital kültür platformunda yanyana gelebiliyor.

Örneğin geçtiğimiz günlerde sansasyonel bir haber göze çarptı Türk medyasında. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’da erkekler Nazilere karşı savaş verirken, kadınların pek çoğunun Nazi subaylarıyla birlikte olduğunu belgeleriyle doğrulayan bir Fransız yazara Fransa’da ödül verildiği belirtiliyordu haberde.

Konuyla doğrudan alakası olmayan Türk okurlar ise haberin altını yorumlarıyla doldurmaktan çekinmemişler. Bazıları Almanların savaşı kaybetmelerinin nedenini şimdi daha iyi anladığını belirten esprili yorumlarda bulunurken, bazıları bunu derhal Türkiye ve Türk Kadını ile kıyaslamış; Türk ve müslüman olduğumuz için şükretmiş. Buna karşılık başka bazı okurlar da bu irtibatlandırmayı ilintisiz bulmuş.

Dijital kültür bu imkanları sayesinde bireylere şu mesajı vermekte. Dilediğin her şeyi söyleyebilirsin; ama ne başkalarının da bir şey söylemesini engelleyebilirsin, ne de seninle aynı fikirde olmayanları bu platformdan kovabilirsin, ne de bu platformun kurallarını sadece senin gibi düşünenlerin, konuşanların yer alabileceği diğerlerinin ise yer alamayacağı şekilde değiştirebilirsin.

Sanal dünya işte bu temel özellikleri nedeniyle “konuşma özgürlüğü”nün en doğal ve en güçlü olarak hissedildiği, idrak edildiği, uygulandığı platformdur.

Sanal dünya işte bu nedenle işine gelmeyenlerin, elindeki gücü kullanarak, platformun kurallarını değiştirmesine imkan vermez; bunu doğal bir hak olarak bireylerin sahip olduğunu savunmaz!

Bugünün Türkiyesine bir bakalım. Toleransın alasını yaşamış, yaşatmış bu topraklar üzerinde tolerans olgusu üzerinden toleransı bütünüyle ortadan kaldıracak uygulamalar kamu kurumları aracılığıyla tüm toplumun yaşamına zorla uygulatılmak istenmekte.

Hiçbir demokrasi, demokrasiyi yok etmek isteyenlere demokrasinin nimetlerinden istifade etmesi hakkını tanımaz. Demokrasiyi idrak etmiş, özümsemiş hiç kimse de demokrasiyi başka bir sistem için değiştirmeye yeltenmez. Bu son tümce tersten de okunduğunda doğrudur. Yani bu tür değişiklikler yapmak isteyenlere de demokrat denmez!

Ne yazık ki dünya üzerinde ondört onbeş yaşlarındaki milyonlarca sanal dünya müdaviminin çok doğal bir olgu olarak idrak edip şu an yaşamlarına uyguladıkları bu temel değerleri idrak edemeyenler nedeniyle ülkemiz geriye gitmeye devam ediyor.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 20 06 2008

DÜNYADAKİ BİREYLER BİRLEŞİYOR !


Blogosfer aslında tüm dünyayı koca bir köye çeviriyor. Fiziksel olarak bir araya gelme imkanları olmasa bile yüzlerce birey, ırk, din, dil ayrımı gözetmeden, sadece ortak paydalarda buluşarak, birbirleriyle etkileşim içine girebiliyorlar.


Hikaye Kevin Costner’in başrol oynadığı Field of Dreams (Düşler Tarlası) filmiyle başlıyor. Çiftçi Ray (K.Costner) bir gün gaipten kulağına şöyle bir şey fısıldandığını duyuyor: “Eğer inşa edersen, o gelecek”. (“if you build it, he will come”).

Bu slogan internetin ve webin ilk patladığı yıllarda derhal web dünyasına taşındı. If you build it they will come! Yani “Eğer [web siteni] inşa edersen, [internete bağlananlar siteni ziyarete] gelecekler”. Bu slogandaki temel mesaj herkesin, özellikle de her firmanın illa ki bir web sitesinin olması gerekliliğinin altını çizmekti. Çünkü o yıllarda (90lı yılların başı) firmalar hala “neden bir web sitem olsun ki?” diye interneti sorguluyorlardı.

Bugün web sitesine sahip olmak firmalar için artık bir tereddüt unsuru olmaktan çıktı. Ancak web sitesine sahip olma süreci bireylerde nispeten daha yavaş ilerledi. Bunun da temel nedeni web sitesi yapmak için bazı teknik bilgilere sahip olma zorunluluğu idi. Bu sıkıntı önce web üzerinde basit de olsa web sayfası oluşturma imkanı veren web siteleri sayesinde aşılmaya başladı.

Daha sonra da bu ilkel örneklerin gelişmiş hali olarak ortaya çıkan weblog (blog) yapısı bireylerin webi yeniden keşfetmesini sağladı. Ancak blogosferdeki dinamizm, yani çok hızlı ve kolay bir şekilde sayfa içeriğini değiştirme, ekleme imkanı sayesinde bireysel web diyebileceğimiz bloglar, web site içeriğini oluşturma nedenlerinde de ciddi bir değişikliğin yaşanmasına neden oldu.

Bugün hemen hiçbir firma kendi web sitesinde, şirkette olan biteni gün be gün web sitesine yansıtmıyor; buna en yakın içerikler ya HABERLER köşesi oluyor ya da ANKET türü etkileşimler.

Ancak bireylerin webini oluşturan blogosfer, bireyin her gün her dakika yaptıklarını dilediği şekilde webe taşıma imkanı getirdi. Internet adeta milyonlarca netizenin devasa bir günlüğü haline geldi.

Ancak yine de blogosferin bildiğimiz anlamda günlükten bir farkı var. O da okurların yazılanla ilgili görüş bildirebilmesi. Bir başka deyişle bireyler arasında bugün yeryüzünde her zamankindan daha yüksek düzeyde bir etkileşim söz konusu.

İletişim uzmanlarının bu konuda bilimsel araştırma yapmakta olup olmadığı bilmiyorum. Ancak görünen o ki internet bireyler arasındaki iletişimi, bildiğimiz haliyle iletişim sorunlarının tamamını olmasa bile önemli bir kısmını ortadan kaldırıyor ya da başka bir forma dönüştürüyor.

Örneğin iki bireyin fiziksel ortamda bir arada bulunmalarının yarattığı iletişimsizlik sorunu yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Bireyler karşılarında gözlerini dikmiş insanların olmadığı ortamda, bu kişilerle (MSN, chat gibi imkanlarla senkron ya da eposta, blog yazılarına yorum ekleme vb gibi imkanlarla asenkron) çok daha kolay iletişim kurabilmekte. Düşüncelerini çok daha açık bir şekilde ifade edebilmekte.

Elbette ki bu tüm iletişim sorunlarının çözülmesi anlamına gelmemekte. Hatta belki de iletişimin bu yeni formu nedeniyle yeni kategoride sorunların ortaya çıkmasına da neden olabilecek. Ancak yaşanan bu değişimin paradigmasal bir sıçrama olduğunun da altını çizmek gerek.

Blogosfer (internetteki bloglar dünyası) 21. yüzyılın bireyinin tüm dünya ile kolayca iletişim içine girmesini sağlamakta. Bugün doğal olarak, “daha karşı dairedeki komşusunu tanımadığı” için bireyler eleştirilirken, bunun temelinde eski anlayışın, “eski paradigmanın” yer aldığını ve paradigmaların da zamanla değiştiğini unutuyoruz.

İçinde kırk elli ailenin yaşadığı apartmanlar her ne kadar o eski mahalle ortamını ortadan kaldırdıysa da insanlar arasındaki iletişimi ortadan kaldırmadı. Apartmanlarda yaşayan ailelerin yine dostları, arkadaşları var; birbirleriyle yine iletişim kurabiliyor; etkileşimde bulunabiliyorlar.

Blogosfer aslında tüm dünyayı koca bir köye çeviriyor. Fiziksel olarak bir araya gelme imkanları olmasa bile yüzlerce birey, ırk, din, dil ayrımı gözetmeden, sadece ortak paydalarda buluşarak, birbirleriyle etkileşim içine girebiliyorlar.

Sahi öteden beri de istenilen, arzu edilen bir şey değil miydi bu?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 13 06 2008

Pazartesi, Haziran 09, 2008

YOUTUBE TEORİLERİ


Dijital dünyanın gerçek müdavimleri, gaza, dolduruşa, ajitasyona gelmiyorlar. Hani 1 Mayıs’larda dolduruşa gelen kitleler var ya; hani o nedenle meydanların insanlara açılması sakıncalı ya ülkemizde. Internet söz konusu olduğunda allahtan benzer bir durum söz konusu değil. Herkes öz-değerlerine sahip çıkıyor. Sahip çıkabiliyor. Kimsenin dolduruşuna da gelmemesini biliyor.


Youtube’a yasak getiren 13 tane ülke varmış. Bunlardan birkaç tanesi uygunsuz içeriği bahane ederek kapatmış. Suudi Arabistan gibi ülkeler kapatma sebebi göstermeyi gerekli bile görmüyorlar. Ancak en ilginç açıklama Suriye’ninki. Efendim ülkenin internet altyapısı youtube trafiğini kaldıracak düzeyde değilmiş. O nedenle anlaşılan internet tamamen çökmesin diye youtube’a erişim vermiyorlar.

Ne düşünceliler. Yakında belki altyapları facebook’u da kaldıramaz hale gelir. O zaman onu da kapatırlar. Efendim? Neden altyapı kapasitelerini artırma yoluna gitmiyorlar mı? İlginç bir bakış açısı !...

Gelelim bizim bu onüç ülkenin arasına girme nedenimize. Malum Atatürk ile ilgili siteye eklenen hoş olmayan video klipler yüzünden bu listelerde adımız geçiyor. Bu konuyu daha önce de bu köşede gündeme getirmiş ve orantısız güç kullanımı şeklinde bir yorumda bulunmuştum.

Geçtiğimiz günlerde youtube’un sahibi Google firmasının yetkilileri de benzer bir açıklama yaptılar. Bu tür video klipleri konusunda hassas olduklarını ve kendilerine başvurulması halinde bu klipleri siteden doğrudan silmekte olduklarını bildirdiler. Yani bir mahkeme kararı almaya ve tüm siteyi komple kapatmaya gerek yok. Böylece dünyaya rezil olmaya da...

Peki neden bu yolu seçmiyoruz?

Geçtiğimiz günlerde bir eposta aldım. Birisi üşenmemiş; Atatürk aleyhtarı video kliplerine (youtube’u açık bulduğu bir sırada ve videolar silinmeden önce) gelen yorumları incelemiş. Görünen o ki gerek o video kliplerini oraya yükleyen şahıslar gerekse de ona destek çıkan mesajları yazanlar, güzelce ağızlarının payını almışlar.

Bir başka deyişle dijital dünyanın gerçek müdavimleri, gaza, dolduruşa, ajitasyona gelmiyorlar. Hani 1 Mayıs’larda dolduruşa gelen kitleler var ya; hani o nedenle meydanların insanlara açılması sakıncalı ya ülkemizde. Internet söz konusu olduğunda allahtan benzer bir durum söz konusu değil. Herkes öz-değerlerine sahip çıkıyor. Sahip çıkabiliyor. Kimsenin dolduruşuna da gelmemesini biliyor.

Peki hal böyleyken neden bu konu sürekli gündeme getiriliyor?

Öncelikle şunu tespit etmek gerekir. Bu tür kararlar nedeniyle sürekli olarak Atatürk hakkında aleyhte video kliplerinin olduğunun da bedava reklamı yapılmış olmuyor mu? Belki de bu videolar Atatürk lehindeki videolara orantılandığında binde bir ya da yüzde bir. Ama leyhteki videoların hiçbir değeri yok; ama işte o tek video; müthiş bir gündem yaratıyor.

İnsanların zihnine böylece şöyle bir bilgi yerleştirilmiş oluyor. Atatürk aleyhinde video da yapılabilirmiş demek. İkinci adım, bu merakı gidermek. Böylece bu tür videolar, yapılması gerektiği gibi sessiz sedasız site yönetimine başvurularak sildirilmek yerine davulla tüfekle kurşuna dizildiğinden, merakla aranır hale getirilmekte.

Ayrıca şu realitenin de altını çizmek lazım: Bu tür video klipler mahkeme marifetiyle site kapatılıp da sildirilene kadar zaten izleyen izlemiş, polemiğini yapan yapmış oluyor.

Bir de şu boyutu değerlendirelim. Youtube’u kapatmanın temelinde gerçekten de Atatürk aleyhindeki videolar mı etken oluyor? Yoksa acaba daha başka şahsiyetler mi söz konusu? Youtube gibi bir ortamdan bireylerin etkileşim içine girip, bazı konulardaki bazı gerçekleri öğrenmeye imkan vermeyi engellemeye çalışan...

Her bir Atatürk aleyhtarlığı yapan video için Türkiye’den youtube’u kapatma cezası uygulamak, bunu değiştirmek için ilgili hiçbir kamu görevlisinin, kurulunun, kuruluşunun devreye girmemesi, herkesin söz birliği etmişcesine kulağının üstüne yatması... Bunlar tesadüf mü? İhmalkarlık mı? Önem vermeme mi? Yoksa başka bir şey mi?

Bu sorunun çözümü mahkeme yoluyla tüm siteyi kapatmak yerine, kamu yönetiminde bu konuda görevli olarak atanmış kişilerin Google firması ile temasa geçerek, ilgili videoyu en hızlı şekilde siteden silinmesini sağlamak olmalıdır.

Tabii kültürümüz güvensizlik üzerine oturtulmuş olduğundan; “Böyle bir yol izlendiği taktirde o görevlilerin canlarının isteyeceği video klibi sildirmeye kalkmayacağından nasıl emin olabiliriz?” diye de sorabilirsiniz. Ne yazık ki güvensizlik varsa hiçbir araç çözüm olamaz.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 06 06 2008

“BİLGİ ÖZGÜR OLMAK İSTİYOR”


Bilginin aktif formu olan öteki herşey ve onun sahipliği dijitalleşmenin dünya kültürüne yeni bir altyapı modeli sunmasıyla yeniden tanımlanma gereği duymaktadır. Dün bir bedel ödeyerek edinilen bilgi ürünleri bugünün değişen altyapı formu çerçevesinde hala bir bedel ödenerek mi edinilmelidir?

Bu deyim ilk defa 1984 yılında Steward Brand tarafından bir konferansta dile getirilmiştir. Wikipedia’ya göre deyimin geçtiği metin aynen şöyledir: “Öte yandan bilgi pahalı olmak istiyor çünkü çok değerli. Doğru zamanda doğru bilgi yaşamınızı değiştirebilir. Öte yandan bilgi özgür olmak istiyor çünkü onu elde etme maliyeti her daim azalmaktadır. Böylece ortaya birbiri ile kavga halindeki bu iki olgu çıkmaktadır”.

Bilgi değişik formlarda olabilir. Cep telefonu bir bilgidir. Her yeni modeli çıktığında Brand’ın yukarıdaki saptamasına uyacak şekilde belli bir bedelden satışa sunulur (ki bu bedel nispeten pahalıdır), zaman içinde o pahalı bedel düşmeye başlar.

Bilgi dediğimizde pek çoğumuzun aklına zihinlerde ya da kitaplarda saklanan pasif bilgi formu gelmektedir. Gerek duyduğunuzda açıp baktığınız, sonra da bir kenara atıp unuttuğunuz. Mesela vapur tarifesi ya da 2006 Dünya Kupası’nı kimin kazandığı bu türden bilgilerdir.

Bu “pasif” bilgi çoğunlukla değersiz addedilir. Tıpkı sağlık gibi. İnsan sağlığın çok değerli bir şey olduğunu ne zaman idrak eder? Sağlığını yitirdiği zamanlarda. Bir başka deyişle sağlığına gereksinim duyduğunda. Bu pasif bilgi de gereksinim duyulduğunda bir anda değeri tavan yapan bir olgu haline gelir. Örneğin birisi çıkıp da “1974 Dünya Kupası hangi ülkede yapıldı ve kupayı kim kazandı” diye sorsa ve bilene yüzbin lira vereceğini açıklasa; iki kere “Almanya” demek bir anda yüzbin lira değerinde bir meta haline gelir.

Bilginin değerini belirleyen başka boyutlar da vardır. Bu boyutların farkına varmak için ise paradigmasal dönüşümler yaşamak gerekir. Bu tıpkı gazete dediğimiz şeyin ne olduğunu dijital kültürün ortaya çıkmasıyla yeniden tanımlama gereği duymamıza benziyor. Dijital kültür olmadan önce gazete dediğimizde neyi kastettiğimiz konusunda genel bir fikir birliği vardı. Oysa bugün gazeteyi oluşturan içeriğin kağıt denilen altyapı olmadan da var olabileceğini bize paradigmasal olarak ispat eden dijital kültür sayesinde gazete dediğimizde “daha doğru” bir tanım yapabiliyoruz.

Bu daha doğru tanım gazete denildiğinde içeriğin kast edildiğini, o içeriğin var olabilmesi için gerekli olan altyapıların ise (ister kağıt olsun ister web siteleri olsun) farklılıklar gösterebileceğini bize anlatıyor.

Bu paradigmasal dönüşümlerin bilginin özgürlük araması saptamasıyla ilişkisi nedir? Bilginin aktif formu olan öteki herşey ve onun sahipliği dijitalleşmenin dünya kültürüne yeni bir altyapı modeli sunmasıyla yeniden tanımlanma gereği duymaktadır. Dün bir bedel ödeyerek edinilen bilgi ürünleri bugünün değişen altyapı formu çerçevesinde hala bir bedel ödenerek mi edinilmelidir?

Ünlü müzisyenimiz Mazhar Alanson geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamada kendisinin de internetten bedava müzik indirdiğini açıkladı ve bugüne dek yaptığı müzikten telif anlamında bir gelir elde etmemiş olduğunu, elde ettiği geliri konser gibi, reklam gibi diğer yollardan sağladığını ekledi.

Bu yaklaşım bir süredir dijital kültürde yer almış olan yepyeni ekonomi modelinin de özünde yer alan bir olgudur. Ben bu olguyu şöyle tanımlıyorum: “Bugün paralı olan bir bilgiyi (bilgi ürününü) bedavaya getirecek bir şey icat edin; sonra da onun referansı ile size gelir getirecek bir oluşum gelip kapınızı çalsın”.

Ancak bu formulün çalışması için bir de ön koşul var. Kişisel amacınız birinin gelip kapınızı çalmasını beklemek olmamalıdır. Eğer bu yola bu amaç için çıkarsanız yolun sonunu getiremezsiniz. Yola çıkma nedeniniz formülün birinci kısmında belirtilen şeydir; bir bilgi ürününü bedava haline getirecek bir şey icat etmek.

Bilgi özgür kalmak istedikçe onu kontrol altına kimler ne için almak istiyor? Elinde herhangi bir nüfuz olan (olmasını isteyen) herkes bilgiyi kontrol altına almak ister. Amacı de özde nüfuzunu artırmaktır. Dijital kültür yeryüzünde kendini gösterene kadar bu böyleydi. Şimdi onun sağladığı lojistik kolaylık sayesinde yeni bir paradigmasal dönüşüm yaşanmakta.

Her paradigmasal dönüşümde olduğu gibi burada da birilerinin canı yanacak, birileri sıfırdan göklere çıkacak, canı yanma potansiyeli olanlar bu sürece karşı çıkacak, kaybedecek bir şeyi olmayanlar bu süreci gönülden destekleyecek.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 30 05 2008

TELİF OLGUSUNA DİJİTAL BAKIŞ


Kulaktan kulağa pazarlamanın göz ardı edilen yanı şu: Aslında bu olgu da telif değeri olan bir şeydir. Sırf ben, herhangi bir ticari kaygı beklemeden, kendi arzum çerçevesinde, kendi çevreme, tavsiye yayını yapıyorum diye bunu telif değeri olmayan bir olgu olarak yorumlamak, artık bugünün dijital dünyasında, ne kadar doğrudur?


Malum konu; internetten bedava müzik indirmek telif haklarına aykırı bir olgudur diye tüm dünyada tu-kaka ilan edildi; pratikte bir şey değişmemiş olmakla birlikte vicdanlara pranga vurulmuş oldu. “Eğer bedava müzik indiriyorsan, suç işliyorsun”.

Peki bir de şu açıdan bakalım. Lost dizisi Türkiye’de düzenli olarak gösterilmediği halde, internet üzerinden yapılan indirmeler sayesinde çok geniş bir izleyici kitlesi oluşturdu. Öyle ki dizinin kahramanlarından bir tanesi bir reklam filmi çekimi için Türkiye’ye getirildi. Türkiye’de en popüler programlarda canlı yayın konuğu oldu. Şimdi Lost’un bir sinema filmi çekilse sanırım Türkiye’de (de) çok ciddi bir gişe geliri elde eder.

Peki bu popülaritenin gerisinde ne yatıyor? Türkiye’de de, ABD dahil pek çok ülkede olduğu üzere, dizinin internet üzerinden, korsan bir şekilde indirilerek izlenmesi. İzleyenlerin, diziyi kendi arkadaş çevrelerine tavsiye etmesi ve bunun bir çığ etkisi yaratarak artması.

Bu süreçte göz ardı edilen temel bir olgu var. O da “kulaktan kulağa” tavsiye müessesesi. Bu olguyu bireyler pek ciddiye almıyor olabilirler ama pazarlama dünyasında çok ciddi bir yere ve öneme sahip bir araçtır bu “kulaktan kulağa pazarlama”.

Kulaktan kulağa pazarlamanın göz ardı edilen yanı şu: Aslında bu olgu da telif değeri olan bir şeydir. Sırf ben, herhangi bir ticari kaygı beklemeden, kendi arzum çerçevesinde, kendi çevreme, tavsiye yayını yapıyorum diye bunu telif değeri olmayan bir olgu olarak yorumlamak, artık bugünün dijital dünyasında, ne kadar doğrudur?

Madem bir müzik parçasını indirmek telif olgusuyla çelişiyor, o zaman kulaktan kulağa tavsiye sürecinin de bedeli olmalı ve bu bedel sahibine ödenmelidir.

Dijital kültür ögeleri, bildiğimiz kültürel ögelerden biraz farklı çalışıyor. O nedenle burada telif haklarıyla ilgili global anlamda bir yasalar silsilesinin çıkarılması için mücadele etmek ve bunun resmi olarak (?) telif haklarına dahil etmek, olaya ancak konvansiyonel dünyadan bakınca çizilecek bir tablo olabilir. Dijital kültüre uymaz!

Dijital dünyada bu süreç kendi içinde yerini zaten bulmuş durumdadır. Güya suç işleyerek bir eseri indiren kitleler, o esere fayda sağlayacak faaliyetleri, dijital yaşamlarının doğal bir parçası olarak, gerçekleştirerek aslında telif bedelini dolaylı da olsa eser sahibine ödemekteler.

Telif eser ile bu eserin cisimleştirilmiş halinin telifi aynı şey değildir. Bir müzik albümü ile bir müzik albümü CD’si aynı şey değildir. Bir müzik CD’sinden en çok kazanan da ne yazık ki o müziğin bestecisi değildir.

Dijital dünya, tanım gereği bir müzik CD’sini çoğaltamaz; çünkü o anlamda cisimlerin paylaşılmasına imkan vermemektedir. Ancak o CD’nin içindeki müzik paylaşılabilir ki bu da direkt bestekarın telifi ile ilgili bir durumdur. Aynı durum kitap için de film için de geçerli.

Herkesin de bildiği üzere bir eser sahibi, eserinden çok onun yan ürünlerinden daha çok gelir elde etmektedir. Örneğin reklam gelirleri, ödül gelirleri, konser vb etkinlik gelirleri gibi.

Bu çerçeveden bakıldığında aslında bir eseri internetten ticari bir kaygı gütmeden (yani onu alıp cisimselleştirip satışa sunma amacı olmadan) edinmenin telifi, doğrudan ya da dolaylı yoldan o eserin reklamı yapılarak ödenmektedir.

Belki konuyu daha da ileri götürmenin zamanı geldi. Yani acaba cisimselleştirilmiş hali yirmi lira olan bir eseri dijital ortamdan edindikten sonra “kulaktan kulağa pazarlama” yoluyla ona sağlanan katkı gerçekten de sadece yirmi lira düzeyinde midir? Yoksa çok daha fazla mıdır?

Belli ki fazladır. Peki o zaman dijital kültürün müdavimleri bu teliflerini hangi ajanstan tahsil edecekler?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 23 05 2008