Cuma, Nisan 23, 2010

INTERNETİN ÖZGÜR RUHU SAVAŞIYOR

Rekabet araç seviyesinde değil amaç seviyesinde olmalıdır. Yaratıcı fikirlerde, inovasyonda, bilgi üretiminde. Amaca giden yolda kullanılan araçların performans farklılığına dayanan rekabet ise bumerang gibidir.


Diyelim ki şehrin belli bir semtindeki bir restauranta çok rağbet var. Dolayısıyla o semte giden yollarda trafik yoğun oluyor; elektrik, su tüketimi ortalamanın üstünde. Araç park etmekte sıkıntı yaşanabiliyor. Böyle bir senaryo karşısında o semte hizmet veren belediye, ortalamanın üstünde hizmet talebiyle karşı karşıya kaldığı için restaurantın kapatılmasını talep edebilir mi? Ya da bu talebine gerekçe olarak, belediyeye ait olan restaurantların yeterince ciro yapamıyor olduğunu öne sürebilir mi?

Şaşırtıcı ve mantıksız değil mi? Oysa bir kaç hafta önce ABD’deki bir mahkemenin almış olduğu bir karar tam da böyle bir tablonun ortaya çıkmasına neden olabilir. Internet erişim hizmeti de sunan bir telekom şirketi, aşırı derecede internet trafiği yaratıyor bahanesiyle, belli bir web sitesine sunduğu internet erişim hızını sınırlandırmaya, hatta tümden kapatmaya kalktı. Geniş bant internet hizmeti konusunda ABD’de federal otorite olan FCC ise bunu yapamayacağını belirterek, bu uygulamaya karşı çıktı. Mahkeme işte bu davayı karara bağladı ve telekom firmasını haklı buldu.

Internetin özgür ruhunu kontrol altına almaya çalışan vahşi kapitalizm dönemi firmalar, internetin kapısından içeri giremediklerini gördükçe bu tür uygulamalarla bacadan içeri girmeye çalışıyor. Diyelim ki bir başka telekom firması gidip bir arama motoru hizmeti sunan bir firma satın aldı ve Google’a rakip olmaya karar verdi. Ve yine diyelim ki aynı telekom firması Google’ın sunucu bilgisayarlarını internete bağlama hizmeti veriyor. Şimdi bu firma kalkıp da “Google benim sunduğum internet erişim altyapı kapasitesinin çok büyük bir kısmını kullanıyor; bu da sunduğum erişim hizmetini alan diğer müşterilerim arasında dengesizlik yaratıyor o nedenle ben Google’ın erişim kapasitesini sınırlayacağım” dese bu ne kadar objektif ya da eşitlikçi bir karar olur? Google’ın erişimini sınırlayarak kendi arama motoru hizmeti veren firmasını öne çıkarmaya çalışmakla suç işlemiş olmaz mı?

Yüksek ciro yapan bir işletmenin olduğu bölgeye hizmet veren belediye bu durumu tespit ettiğinde bu işletmenin olduğu caddenin yollarını bozmaya kalkabilir mi? Elektriğini, suyunu kısıtlayabilir mi?

Demek ki “buralar eskiden hep babamındı” mentalitesi insana bunu yaptırabiliyor. Üstelik bu, Türkiye gibi bilgi toplumu sürecinden payını tam alamamış bir ülkede değil, internetin beşiği olan bir ülkede gözleniyor.

İşin ilginci düzenleyici devlet kurumu olan FCC’nin böyle bir karar karşısında telekom firmalarını çok daha zor durumda bırakacak yaptırımları hayata geçirme yetkisi de var.

Internet tüm dünyada büyük bir paradigma sıçraması olarak gerçekleşmekte. Eski dünyanın avantajlı konumundaki kişi ya da kuruluşlar bu sıçrama neticesinde ellerindeki pazarı yönetme ve yönlendirme erklerini kaybettikçe bu tür örneklerde gördüğümüz şekilde bel altına vurmaya başlamaları ne kadar düşündürücü. Oysa onlar da bir önceki paradigma sıçraması sonucunda ortaya çıkmışlardı. O nedenle rekabeti bu şekilde düzeysiz seviyelerde tanımlamak yeryüzü kültürünün gelişmesine hiç bir fayda sağlamayacaktır. Her ne kadar şirketlerin bilançolarını ve karlarını patlatma potansiyeline sahip olsa da.

Rekabet araç seviyesinde değil amaç seviyesinde olmalıdır. Amaca giden yolda kullanılan araçların performans farklılığına dayanan rekabet riskli bir rekabet durumudur. Bugün lehte çalışırken yarın aleyhe dönebilir. Oysa doğru rekabet yaratıcı fikirlerde, inovasyonda, bilgi üretiminde saklıdır. Bu seviyedeki rekabeti kaldıran bir kuruluşun sırtı ise hangi paradigma sıçraması olursa olsun yere gelmez.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1205) - Ooof Off Line Köşesi - 23 04 2010

INTERNETİN DOĞUM GÜNÜ

Internet için bir şeyler mi yapmak istiyorsunuz? İşte size bazı ipuçları: Okulunu internete kavuştur! Bir halk kütüphanesini internete bağla(t)! Belediye bünyesinde halka açık internet evleri hizmeti sun(dur)! Kültürel bir mirası internete aktar(t)! Üniversitelerde üretilen tezleri internete aktar(t)! Bir e-devlet hizmeti başlat(tır)! Çok mu toplumsal oldu? O halde şu soruyu cevaplayın: Bu hayatta başarmak istediğiniz şeyler nedir?


12 Nisan Türkiye’de internetin doğum günü. Internet ülkemizde bu yıl onsekizine giriyor. Öncelikle onyedi yıl önce bu imkanın ülkemize gelmesini sağlayan, dönemin Tübitak’tan da sorumlu Başbakan Yardımcısı merhum Prof. Dr. Erdal İnönü’yü rahmetle analım. Öte yandan üniversitelerimizde internete gönül vermiş hocalarımızın öncülüğündeki STK’ların on üç yıldır yılmadan sürdürdükleri Internet Haftası etkinliklerinden dolayı kendilerine ne kadar minnettar olduğumuzu da bir kez daha yineleyelim.

Bu yıl da internetin doğum günü bir Internet Haftası etkinlikleri çerçevesinde kutlanıyor. Internet Haftası etkinliklerinin en önemli özelliği sadece belli şehirlerde yapılması değil, gönül ve destek veren her şehir ya da ilçede gerçekleştirilmesidir. Geçtiğimiz yıllarda Istanbul’dan Hakkari’ye kadar elli şehrimizde internetle ilgili etkinlikler düzenlendi; bu yıl da düzenleniyor.

Gündelik hayatımızda zamanımızı en çok ne yaparak geçiriyorsak dijital yaşamımızda da benzer şeyleri yapıyoruz. Bu doğal bir izdüşüm. Bu çerçevede ülkemizde internet zamanının çoğunlukla eğlenceye yönelik aktiviteler için kullanılıyor olmasının tespiti şaşırtıcı olmamalı. Demek ki internet kullananların büyük bir çoğunluğu eğlence amaçlı faaliyetleri dışında kalan çalışmaya, bilgi üretmeye yönelik eylemlerini icra ederken “kendilerini gerçekleştiremiyorlar” ki bunu internet zamanlarına aktaramıyorlar. Yaptığı iş ile aldığı eğitim branşı arasındaki tutarsızlığın bir başka göstergesi değil mi bu?

Internete gönül vermiş olan kanaat önderleri işte bu kısır döngüyü kırmaya çalışıyor. Bir yandan toplumun geniş kesimlerine ulaşmaya çalışarak internetin yaşamlarında aradıkları o eksikliği kapatacak en çağdaş imkan olduğunu kendilerine göstermeye çalışıyor diğer yandan da kamu kurumlarına, özel sektöre, yani liderlik yapacak konumdaki kişi ya da kuruluşlara bu önderlik vazifelerini nasıl yapabileceklerinin ipuçlarını sunuyor.

Örneğin bu yılki Internet Haftası ile ilgili yapılmış olan duyuruda yer alan kendi okulunu internete kavuştur, bir halk kütüphanesini internete bağla, belediye bünyesinde halka açık internet evleri hizmeti sun, kültürel bir mirası internete aktar, üniversitelerde üretilen tezleri internete aktar, bir e-devlet hizmeti başlat sloganları bu ipuçlarından bazıları.

Gereksinim duyduğumuz bir şeyi bir başkasından beklemek belki de yapılacak en kolay şey. Tabii bu kolaya kaçmanın bir de faturası var: O başkalarının neyi ne zaman yapacaklarına bağımlı kalmak. Kurum ya da kuruluşların kendi üstlerine düşen şeyleri yapmalarını beklerken biz “birey olarak neler yapabiliriz” buna da odaklanmak gerekir.

Internetin ilk onyedi yılında gündelik yaşamımızda önemli olmasa da en çok zaman ayırdığımız eylemlerin pek çoğunu internetten yapar hale geldik. Fikirlerimizi özgürce ifade etme konusunda toplumsal olarak bir sıkıntı yaşıyorduk; sanırım artık yaşamıyoruz. Sabahlara kadar MSN ile, eposta ile, Twitter ile, tartışma forumları ile, okur görüşü bölümleri ile ağzımıza geleni söyleyebiliyoruz.

Eğer yeterince deşarj olduysak şimdi önümüze bakalım. Bundan sonra daha yapıcı neler yapabiliriz? Hayattaki amacımız nedir? Neyi gerçekleştirmek istiyoruz? Bu soruları sormadığımız ve dolayısıyla da cevap aramadığımız için, bize cevap bulmada yardımcı olacak en gelişmiş imkan olan interneti de bu açıdan değerlendiremiyoruz. O halde takılmış plak gibi "internet her derde devadır" tümcesini kuru kuruya tekrarlamak yerine asıl soruyu soralım: Bu hayatta neleri başarmak istiyorsunuz?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1204) - Ooof Off Line Köşesi - 16 04 2010

DİJİTAL KÜTÜPHANE : NEREDEN BAŞLAMALI

Ümit edelim de e-kitap fiyatları kağıda basılmış versiyonlarına göre çok daha ucuz olur ve kitapçokseverlerin e-kitap okur yazarlıkları yaygınlık kazanır.


Bir önceki yazıda kişisel bir dijital kütüphane kurmanın en önemli avantajlarının metin üzerinde arama yapma imkanları ile okunacak metinleri taşımanın kolaylığı olduğunu belirtmiş ve şu soruyu ortaya atmıştık: Kişisel dijital kütüphane kurmaya nereden başlamalı?

Başlangıç olarak iki nokta seçilebilir. Bunlar eş zamanlı olabileceği gibi ardışık da gelebilir. Birincisi eldeki metinleri dijitalleştirmek, ikincisi de yeni temin edilecek kitapları dijital ortamda tedarik etmek.

(Konvansiyonel) Kütüphanenizde bugüne dek toplamış olduğunuz kitapların dijitalleştirilmesi iki yolla olabilir. Birincisi bu metinleri bir kelime işlemci vasıtasıyla yazarak (ya da yazdırarak) ikincisi ise tarayıcı cihazlar vasıtasıyla tarayarak (ya da taratarak). Doğal olarak bu yolların ikisi de hem zaman hem de para gerektirecek çözümlerdir. Kendiniz yazmaya ya da taramaya kalksanız kütüphanenizdeki kitap sayısına göre bu işi çok uzun bir zaman sonucunda tamamlayabilirsiniz. (Öte yandan bu işleri -özellikle de tarama- profesyonel olarak yapan firmalar var).

Üçüncü bir yol olarak arzu ederim ki sahip olduğum kitapların yayınevlerine başvurabilsem ve onlar da o kitapların dijital versiyonlarını bana ücretsiz olarak verebilseler.

Ne yazık ki böyle bir çözüm, güven unsurundan dolayı, pratik görünmemekte. Yayınevinin ilk tepkisi o dijital metni internet üzerinden başkalarına da ulaştırılmayacağının garantisinin olmaması. Yani hepimiz potansiyel suçlu durumundayız; elimize böyle bir imkan geçerse derhal virüs gibi bunu tüm dünyaya yayabiliriz. Zaten tüm dünya o kitapları okumak için bu anı beklemekte.

Öte yandan internette biraz araştırma yaptığınızda e-kitap metinlerinin sizden önce çoktan birileri tarafından dijitalleştirilmiş (yazarak ya da tarayarak) ve dijital ortama yüklenmiş olduğunu tespit edebilirsiniz. Dolayısıyla sahip olunan kitapların dijital versiyonlarını hazır olarak internetten temin etme yolu çoktan açılmış durumda. Telif haklarına saygı göstererek bunlar içinden sadece parasını vererek satın almış olduğunuz kitapların dijital versiyonları temin edebilir ve böylece halihazırda elinizin altında bulunan kitapları en kolay yoldan dijitalleştirmiş olabilirsiniz.

Tabii bu yazıyı okuyanların büyük bir kısmı dijital göçmen olduğundan (yani yaşı yirminin üstünde olanlar) derhal şu soruyu soracaklardır: Parasını vererek satın almış olmadığım bir kitabın da dijtial versiyonunu internette bulursam ne olacak? Bu kitapları indirmem konusunda beni engelleyen ne var? Cevap net; hiçbir engel yok. Sadece kendinizle başbaşasınız. İsterseniz onları da indirebilirsiniz.

Buradan ikinci noktaya da geçiş yapabiliriz. Yani yeni temin etmek isteyeceğiniz kitapları dijital formatta (da) edinmek ve dijital kütüphanenize dahil etmek. E-Kitap dünyası, e-müzik sektörü kadar gelişmemiş durumda. O nedenle dün çıkmış yeni bir kitabın e-kitap versiyonunu ertesi gün internette bulmanız o kadar yaygın değil (özellikle Türkçe kitaplar ve popüler olmayan yazarlar söz konusuysa).

Öte yandan e-kitap okuyucu cihazların yaygınlaşmasıyla ülkemizde de yasal e-kitap satışları yakın gelecekte popülerlik kazanacak. (Hatta bu yazı kaleme alınırken internet üzerinden kitap satan bir web sitesinin e-kitap satışlarının da başladığı epostası geldi). Bu çerçevede yeni çıkacak kitapları bu yolla temin etmek en pratik çözüm olarak görünmekte. Ümit edelim de e-kitap fiyatları kağıda basılmış versiyonlarına göre çok daha ucuz olur ve kitapçokseverlerin e-kitap okur yazarlıkları yaygınlık kazanır.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1203) - Ooof Off Line Köşesi - 09 04 2010

Pazartesi, Nisan 05, 2010

KİŞİSEL DİJİTAL KÜTÜPHANE

Ülkemiz kütüphaneciliğinde dijitalleşme nasıl bir yer tutuyor sorusu, sanayi devriminde taşeron olarak figüran durumunda bırakılmış ülkemizin sanayi sonrası bilgi toplumunda da benzer bir rolle ödüllendirilmekte olduğundan, sanırım cevap aranması elzem bir soru olarak nitelendirilmediği için kimse suçlanamaz!


Kendi kişisel dijital kütüphanemi nasıl kurabilirim? Son bir kaç gündür bu soruyu kafamda evirip çevirirken, yakın zaman içinde bir kütüphane ya da kütüphanecilik haftası olduğuna dair haber okuduğumu anımsayarak internette araştırma yaptım ve 29 Mart – 04 Nisan haftasının (hem de) 46. Kütüphane Haftası olduğunu öğrendim.

Ancak eğer Ankara’da yaşamıyorsanız bu “hafta” pek size göre değil. Çünkü gördüğüm kadarıyla etkinliklerin hepsi Ankara’da (Milli Kütüphane’de) gerçekleştiriliyor. İstisnai bir durum olarak bu hafta boyunca Türkiye’deki tüm kütüphanelerde “kitap sergileri”nin düzenlenmekte olduğunu da belirteyim.

Türk Kütüphaneciler Derneği’nin web sitesinde haftayla ilgili bir sayfa var. Ancak bu sayfa anladığım kadarıyla web sitesine pek “bulaştırılmak” istenmemiş. Birkaç tane döküman link olarak ilgili sayfaya eklenmiş. Yani haftayla ilgili bilgi mi almak istiyorsun, o halde indir bu dosyaları öğren. Görünen o ki bu haliyle site web 1.0 zamanının ilk üç evresinden birincisi ile ikincisi arasında sıkışıp kalmış. Yani enformasyon olan birinci evre ile etkileşim odaklı ikincisi arasında.

Bu açıdan değerlendirildiğinde kendi içinde bir tür kapalı kutu olma “talihsizliğini” aşamamış olan ülkemiz kütüphanelerinin hali buraya da yansımış durumda ki sanırım aksine bir durum olsaydı anormal olarak karşılanmalıydı.

Ülkemiz kütüphaneciliğinde dijitalleşme nasıl bir yer tutuyor sorusu, sanayi devriminde taşeron olarak figüran durumunda bırakılmış ülkemizin sanayi sonrası bilgi toplumunda da benzer bir rolle ödüllendirilmekte olduğundan, sanırım cevap aranması elzem bir soru olarak nitelendirilmediği için kimse suçlanamaz!

46. hafta ile ilgili programda da, hakkını vermek lazım, Google’dan e-kitap platformlarına kadar dijital kültür okyanusunun kıyılarında dolaşan etkinlikler var. Ancak bu “dijitalleşme” olgusunun vatandaşın gündelik yaşamına nasıl entegre edilebileceği konusunda bir çalışma, vizyon ya da amaç tespit edemedim; varsa benim cahilliğime verin lütfen. Bu haliyle “Bilgi Mabedi” olan kütüphanelerimiz için de (siyasi olmasa da kültürel) bir “açılım” yapılmasında fayda var.

Öyle ki kütüphanelerimizden sadece kütüphane dünyasının “Beyaz Türkleri” istifade etmesin. Mağdur bırakılmış halk kitleleri de kütüphanelere rahatça girebilsinler, diledikleri şekilde istifade edebilsinler.

Kişisel bir dijital kütüphaneye sahip olmayı bir kişi neden isteyebilir? Faydaları nelerdir? Başına “dijital” ibaresi gelen her olgunun derhal prim yaptığı günümüzde dijital kütüphane bir kişinin hayatını nasıl daha kaliteli hale getirebilir? Altı kişinin yılda bir kitap okuduğu ülkemizde bu durum belki de halk kitlelerinin yukarıda belirtilen mağduriyeti ortadan kalksa çok daha ciddi değerlendirilmesi gereken bir olgu olarak yorumlanabilir. Yine de böyle bir gizilgücün varlığı yüzü suyu hürmetine konuyu derinleştirmekte fayda var.

Kitapların dijital versiyonlarına sahip olmanın en temel iki avantajından bahsedilebilir. Birincisi metin üzerinde yapılacak araştırmaların çok daha hızlı yapılabilmesi (örneğin bir kitapta belli bir kavrama değinliyor mu diye kelime bazında arama yapabilmek) ise ikincisi de bu içeriğin lojistik anlamda bir yerden başka bir yere nakledilmesinin getireceği kolaylık. Örneğin tatile giderken yanınıza on tane kitap yüklenmekte zorlanabilirsiniz ama bilgisayarınızın ya da son dönemde ortaya çıkan kitap okuma cihazlarının yüzlerce binlerce kitap alacak saklama kapasiteleri size çok geniş bir okuma imkanı sunar.

Konu derinleşiyor. Anlaşılan bir sonraki yazıda bireysel dijital kütüphane kurmaya nereden başlamalı sorusuna cevap aramak gerekecek.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1202) - Ooof Off Line Köşesi - 02 04 2010

MÜŞTERİ ZARARLISI OLMA; SOSYALLEŞ !

MİY sürecinde “M”üşteri olarak yerini almış olan birey Web 2.0 ile birlikte “S”osyalleşme sürecine yenik düşecek gibi. SİY haline gelmiş bir süreçte bireyden çok onun “sosyalleşme” özelliği ve sonuçları önem kazanacak.


Müşteri İlişkileri Yönetimi (MİY, CRM) bazlı teknolojik yatırımlar ve bunların getiri olarak geri dönüşü iş dünyasında rüştünü ispat edememiş bir olgudur. Bu biraz da işin kapsamının nerede başlayıp nerede bitmesi gerektiğini tam tanımlayamamakla ilgili. Akdenizliliğimizin verdiği acelecilik sağolsun bu tür süreçlerde sonuca adım adım ulaşmayı başarı kriteri olarak benimsemekte güçlük çekeriz. Başkalarının aylar ya da yıllarca süren çalışmaları sonucunda ulaştıkları sonuçları biz bir günde elde etmek isteriz (“Neyse parası verelim!”).

Yine de özellikle perakende ve bankacılık sektörü bu alanda önemli gelişmeler kaydetmiştir. Perakendecilikteki sepet analizi ya da bankacılık sektöründeki çarpraz satış ya da ek satış kampanyaları özünde analitik MİY çalışmalarının sonucuna dayanır.

Web 2.0 ile karşımıza çıkan dijital dünyanın sosyalleşmesinin MİY süreçlerine de “bulaşması” ise kaçınılmazdı. Nitekim Mart ayı içinde ABD menşeili Altimeter Group’un MİY ile ilgili yayınlamış olduğu yeni bir rapor bu alanda yaşanmakta olan devrimsel dönüşümün tespit edilmesi açısından öncü bir çalışma niteliğinde. Bu alandaki genel temayülden farklı olarak rapora internetten “ücretsiz” olarak erişmek mümkün.

Rapor özde MİY sürecinin sosyalleşmekte olduğunun altını çiziyor. Bir başka deyişle sMİY evresine girmiş durumdayız. Sosyal Müşteri İlişkileri Yönetimi. Hatta rapor daha da ileri giderek, gelecekte bunun “MİY’i Sosyalleştir” sürecinden geçerek SİY haline geleceğine işaret ediyor. Yani Sosyal İlişkiler Yönetimi.

MİY sürecinde “M”üşteri olarak yerini almış olan birey Web 2.0 ile birlikte “S”osyalleşme sürecine yenik düşecek gibi. SİY haline gelmiş bir süreçte bireyden çok onun “sosyalleşme” özelliği ve sonuçları önem kazanacak.

Gündelik hayatta bu ne anlama gelmekte? Basit. Bunca “akademik” ya da “havalı” görünen açıklamalar özde bireyin bir ürün ya da hizmet alırken vereceği kararın dijital ortamdaki sosyalleşmesi sonucunda şekilleneceği anlamına geliyor. Hani eskiler hastalandıklarında hangi ilacı alacaklarını sözüne itimat ettikleri akraba, arkadaş çevresine sorarak belirlerdi ya şimdi onların torunları hangisi alayım diye bir sonraki cep telefonunu seçerken Facebook ya da MSN’de tanışmış olduğu, dünyanın öbür ucunda yaşayan, “dünya gözüyle” yüz yüze bile gelmemiş oldukları “arkadaşlarının” tavsiyelerini dikkate alarak karar verecek.

MİY dünyası daha birey ile hizmet sunan kurum arasındaki ilişkilerin belirlenmesi, yönlendirilmesi, proaktif faaliyetlerde bulunulması süreçlerinde yerleşmiş bir olgu haline gelmeden karşımıza bir de dünyanın dört bir yanından yapılacak bombardıman çıktı.

Bazı öncüler farklı bir yol seçerek, dünyanın dört bir yanındaki arkadaş kitlesinin bir parçası olmayı ve bireylere “bunu al, bu iyidir” mesajını bilinçli olarak vermeyi standardlaştırmaya çabalamakta. Bu etik sınırın hemen bu yanında duranlar ise doğrudan bu sürece girmek yerine bu ortamlarda konunun konuşulması, tartışılması, değerlendirilmesi, malzeme haline getirilmesi amaçlı faaliyetlerde bulunuyor.

Ancak bunlar belli ki pek fayda etmeyecek süreçler. Bireyin özgür bir şekilde daha önce aynı yoldan geçmiş birilerini bulup ona danışarak hareket etmesi, amacı o ürünü satmak olan yetkili birine sorarak karar vermesinden daha sağlıklı görünüyor.

Tabii yaşı tutmayan dijital göçmenlerin aklına derhal şu soru gelecektir: “Peki sosyal ağlarda “kanaat önderi” pozisyonunda yön gösterici olacak bireylerin objektij yorum yapacağını kim garanti ediyor?”

Cevap : Hiçkimse! Bu cevabı idrak edenler, yaşı tutmasa da 20 yaşının altındakilere verilen madalyayı kendisine de yakıştırabilir : “Ben de ruhen bir dijital yerliyim” diyebilir.

(http://www.altimetergroup.com/)

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1201) - Ooof Off Line Köşesi - 26 03 2010

DIGITAL YERLİ, ANALOG-SİYASİ

Dijital kültürde bireyleri ve toplumu ileriye götürme amacındaki kanaat önderleri bu konudaki liderliği beceriksizlere kaptırmıyorken, siyasi sahnemizde bu durum tersine dönmüş durumda.

Bilgisayar, internet ve cep telefonu olmayan bir dünyanın ne anlama geldiğini bilmeyen ve “dijital yerli” olarak isimlendirilen genç kuşaklar acaba kendi içlerinde de çeşitlilik gösteriyor mu? Yoksa bu şeytan üçgeninin olmadığı dönemleri de anımsayan “dijital göçmen”lerin bakış açısından yorumlamak gerekirse aslında hepsi de tek bir örnek mi? Son dönemde tartışılan önemli konulardan birisi de bu.

Aslında dijital uçurum olgusu “çeşitlilik” bakış açısını destekler nitelikte. Yani dijital deneyim açısından dünyada bir uçurum varsa bu durumda her ne kadar yaşı itibariyle dijital yerli kategorisine girseler de genç kuşak mensuplarının dijital imkanlara erişebilme ve onlardan istifade edebilme imkanları da farklılık gösterecektir. Özellikle de gelir düzeyleri arasındaki farklılık bu uçurumun en temel sebebidir (Yoksa dijital uçurum sadece dijital yerlilerle dijital göçmenler arasındaki modern bir “kuşak farkı olgusu” değil).

Ortada bu kadar bariz bir sebep varken başka sebepler gölgede kalabiliyor. Örneğin dijital uçurumun gerek ülkeler arasında gerekse de bir ülke içinde bu denli derin olması kültürel özelliklerle de ilişkilendirilebilir mi?

Dijital imkanları kullanmak, tıpkı diğer şeyler gibi, bunları kullanma gereksinime bağlı. O halde şu soruya cevap aramalı: Gereksinimin farklındalığı ortaya nasıl çıkıyor? İki alternatif çözüm var. Birisi doğal yollarla, kullanıcının kendi özgür iradesiyle o şeye gereksinim duyduğunu belirlemesi ve bu çerçevede kullanması. Diğeri ise yapay yollarla, gereksinim duyulan imkanları sunan firmaların, çeşitli pazarlama, medya, reklam bombardımanıyla kullanıcıların zihninde, hiç de hesapta yokken, o şeye gereksinim duyması gerektiği inancını yaratması.

1970 model bilimkurgu öykülerinde bu yapay yol öyle bir raddeye gelmişti ki sokaklardaki dijital reklam panolarında ya da televizyonlardaki reklam filmlerinde bireylerin bilinçaltına hitap eden ve beş duyu organıyla algılanamayan (subliminal) mesajlar yer alırdı. Örneğin reklam panosunda diyelim ki meyve suyu reklamı yer alırken, subliminal olarak beyine “beni satın al” mesajı gider; böylece o reklama bakan, kendisini ilk fırsatta o meyve suyunu satın alırken bulur.

Son çıkan dijital imkanları kullanmamanın, özellikle de yeni yetişen kuşakların zihninde, küçük düşürücü bir durum olduğunu göstermek bugünün dijital pazarlama taktiklerinin başında gelmekte. Böylece gençler kendilerini gereksinim duymadıkları özellikleri olan son model cep telefonlarını, bilgisayarları satın almak zorunda hissediyor. Bunları kullanma konusunda gündelik yaşamında bir nedeni olmayan, özellikle de bilgi toplumu sürecini idrak edememiş toplum ya da bireylerde, bu yapay kullanma gerekliliği kendisini faydasız işlevlerle belli ediyor. Ülkemizdeki internet kullanımının eğlence amacının ötesine geçememesi, internet öncesi dönemde eve bilgisayar almanın temel sebebinin bilgisayar oyunları oynamak olması tipik birer örnek.

Bu durumda tablo şöyle şekilleniyor: Bir yanda her ne kadar yaşı itibariyle dijital yerli sınıfına girse de her genç dijital imkanlardan eşit ölçüde istifade edemiyor ancak dijital hizmetleri arz edenlerin baskısı sonucunda bunları edinme, kullanma zorunluluğu oluşuyor. Bu baskıyı yaşama bakış açısına göre yönlendirebilenler dijital imkanları hayatına bir anlam katacak işlevler için kullanırken, bunu yapamayanlar sadece ona sahip olma hissini yaşıyor ve kullanım amacı eğlence kategorisinden öteye geçemiyor. Bir başka deyişle bir grup şimdiyi ve geleceği yaşarken bir grup sadece şimdide takılı kalıyor.

Son yıllarda ülkemizdeki siyasi tablo ile müthiş bir benzerlik var. Bu tabloda da demokratik imkanları yıllarboyu yönlendirmiş olanlar, bunu yakın zamana dek becerememiş olanlar tarafından suçlanmakta. Hatta yıllara yayılan bu beceriksizlik bile ilk gruba girenlerin bu becerikliliğinin bir yan etkisi olarak lanse edilmekte ve mağdur rolüyle beceriksizlerin sesi haline gelinmekte.

Fark ise şurada. Dijital kültürde ileriye götürücü kanaat önderleri liderliği beceriksizlere kaptırmıyorken, siyasi sahnemizde bu durum tersine dönmüş durumda.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1199) - Ooof Off Line Köşesi - 12 03 2010

DİJİTAL YAŞAM BEDAVA MI?

Aslında ücretsiz olarak yararlandığımız tüm hizmetler ya da web siteleri için birer bedel ödüyoruz. Evet bu cüzdanlarımızdan çıkan para şeklinde olmuyor ancak dijital dünya nimetlerini kullanırken arkamızda bıraktığımız izler de giderek en az para kadar değerli bir meta haline geliyor.

2006 yılında ülkemizi ziyareti sırasında gazeteciler Bill Gates’e soruyor: “Siz Microsoft olarak CIA’ya bilgi veriyor musunuz?” Bill Gates’in cevabı ise sadece gülmek oluyor! (Türkçe meali “E herhalde” olsa gerek).

Microsoft’un ürünü olan Windows işletim sistemi PC dünyasına bir düzen getirmeden önce ekstra para vererek satın alınan pek çok program zaman içinde Windows’un ücretsiz bir parçası haline geldi. Internette sörf yapmaya yarayan Explorer’dan tutun da hesap makinesine kadar.

Internetin ticari faaliyetlere de açıldığı 90lı yılların başında ilk başarı hikayesi yaratanların başında ücretsiz eposta hizmeti veren hotmail ile yahoo geliyordu. Daha sonra gmail o zaman hiçbir rakibinin yapmadığı bir şeyle piyasaya girdi ve bedava eposta hizmetini 1 giga-byte kapasiteye dek çıkardı. O arada gözden kaçan ufak bir detay ise gmail’in hiçbir epostayı silmemesi idi.

Internetle birlikte sunulan ve ücretsiz olduğu için rağbet gören hizmetleri, web siteleri o kadar çok ki bunları tek tek tespit etmeye gerek yok. Facebook’tan Myspace’e, Yahoo’dan Twitter’a çok geniş bir alanda ücretsiz hizmetler internette biz bireysel kullanıcılara sunulmakta.

Başlangıçta bu hizmetlerin ücretsiz olmasının getirdiği finansal dengesizlik, web sitelerine alınacak reklamlarla, ya da firmalara yapılacak stratejik yatırımlar ya da halka arzlarla bertaraf ediliyordu; edilecek deniliyordu.

Ancak şimdi tıpkı bir baraj gölü gibi bu ücretsiz hizmetlerin gündelik kullanımından doğan yeni bir artı-değer oluştu. Kullanıcıların oluşturduğu veriler.

Bu veriler kendi başlarına pek bir anlam ifade etmeseler de biraraya getirildiklerinde çok değerli enformasyon ya da bilginin üretilmesinde kullanılabilir. Doğal olarak burada devreye suistimal olasılığı giriyor. Olumlu anlamda kullanılabileceği gibi bu veriler olumsuz amaçlar için de kullanılabilir.

Bu açıdan baktığımızda aslında ücretsiz olarak yararlandığımız tüm hizmetler ya da web siteleri için birer bedel ödüyoruz. Evet bu cüzdanlarımızdan çıkan para şeklinde olmuyor ancak dijital dünya nimetlerini kullanırken arkamızda bıraktığımız izler de giderek en az para kadar değerli bir meta haline geliyor.

Dijitalleşmenin getirdiği kolaylık, basitlik, hız gündelik hayatımızda yıllardır farkında olmadan yaşadığımız kimi olguları yeni yeni idrak etmemizi de olanaklı kılıyor. Bu tür bırakılan izlerin değerlendirilmesi olgusu sadece dijital kültüre özgü bir şey değil. Bunun en basit örneğini kimlik kartları için verebiliriz.

Bugün cüzdanımızda bir nüfus kağıdı taşımaktan gocunmuyoruz. Ancak İngiltere’de ilk kimlik belgesi kullanımı ortaya atıldığında pek çok insan “yönetim bizi fişliyor” diye kazan kaldırmış. “Fişlemek” ülkemizde de iktidara gelenlerin en sevdiği işlerden olsa gerek. Kırk yıldır pasif konumda “fişlenen” olmaktan bıkan ve aktif olarak fişleyen olma düşü kuranların bulunduğunu da öğrendik yakın zamanda. Oysa aynı kişiler üçüncü kere gittikleri bir lokantada garsonun kendilerini tanıyıp, özel muamele yapması karşısında hiç de rahatsız olmuyor, tam tersine haz duyuyordur.

O halde önemli olan arkada bırakılan izlerin birileri tarafından toplanması değil; bu izlerin değerlendirilmesinin hangi amaca hizmet edeceğiyle ilgilidir. Eğer bu izleri değerlendiren özel ya da kamu gücü bunu bireylerin yaşam kalitesini yükseltmek için kullanacaksa (yukarıdaki garson örneğindeki gibi) bir sorun yok.

Asıl sorun bu güç odaklarının güvenilir olup olmadıklarıdır. Bu resimde güven ancak açıklığın olduğu, baskıcı, yandaşçı olmayan bir tutumun sergilendiği ortamlarda filizlenebilir.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1198) - Ooof Off Line Köşesi - 05 03 2010

BİLGİ KİRLİLİĞİ ve YAŞAM KALİTESİ

Bilgi Çağı bizim için “ötekilerin çağı”dır. Biz bu çağın konuğuyuz, ev sahibi değiliz. Birileri ev sahipliği yapıyor; biz misafircilik oynuyoruz. Bu oyunun da bir bedeli var; bize düşen bedelini ödemek.

Internet denildiğinde aklınıza ilk ne geliyor? Zihninizde nasıl bir imaj oluşuyor? Çoğumuz için bu soruların cevabı, “bilgi kirliliği” ya da bu anlama çıkacak muadil açıklamalar olacaktır. Belki de internette doğru her bir bilginin yanında on tane de yanlış bilgi var. Hatta doğru bilgilerle çelişen, insanı yanlış yöne sevk eden.

Bilgi Çağı denildiğinde aklınıza “Ben günlük yaşamımda ne kadar bilgi üretiyorum?” türünde bir soru geliyor mu?

Bilgi Çağı bizim için “ötekilerin çağı”dır. Biz bu çağın konuğuyuz, ev sahibi değiliz. Birileri ev sahipliği yapıyor; biz misafircilik oynuyoruz. Bu oyunun da bir bedeli var; bize düşen bedelini ödemek. Ne pahasına olursa olsun!

Bilgi Çağı’nın ev sahipleri bilgiyi üretenler. Kullandığımız cep telefonlarının, bilgisayarların, son model televizyonların, dijital fotoğraf makinelerinin, internetin, webin, facebook’un, twitter’in tasarımcıları, üreticileri.

Biz de dünyanın (sanki) en zengin bireyleri ve toplumları olarak bu biçare(!) üreticilerin ürettiği nimetleri parasıyla satın alıyor ve tatlı bir hayat yaşıyoruz. Yarı aç yarı tok dahi olsa cebinde daima sigaraya ödeyecek parası bulunan ebeveynlerin çocukları olarak yarı aç yarı tok yaşıyor ancak kontüre, son model cep telefonuna ödeyecek parayı, facebook’ta ya da chat odalarında saatlerce geçirecek zamanı bulabiliyoruz.

Bize düşen bu “kullanıcısı olmak” rolü nedeniyle de bizim için bilgi çağıyla ilgili tek bir sorun var. O da bilginin kirliliği. Nedense “Dijital ortamda bilgi kirliliği var” diyenler, “bilgiyi üretenler” içinden çıkmıyor. Bu bir tesadüf mü? Eğer bilgi çağı denildiğinde bilgi tüketmekten çok bilgi üretmenin anlatılmak istendiğini idrak edebilsek, biz de bilgi kirliliğinden şikayet etmiyor olacağız.

Neden mi? Nedeni basit. Bilgi üretebilmek, daha önce üretilmiş olan bilgiler içinden gerekli olanları kullanmayı da gerektirmektedir. Hal böyle olunca bilgiye erişme, bilgiyi arayıp bulma, bulunan bilginin doğruluğunu kontrol etme, teyid etme gibi beceriler de doğal olarak resmin içine girecektir.

Bilgi üretme sürecinde deneyim kazanmış bir birey, aslında aynı zamanda bu sayılan türde becerilere sahip olmuş, bu becerilerini geliştirmiş bireydir. Bu becerilere sahip olan bir birey de “bilgi kirliliği var” diyerek yakınmaz. O kirlilik içinde temiz olanı ayırt edebilir, onlar içinde gereksinim duyduklarının neler olduğunu belirleyebilir ve bunun sonucunda elde ettiklerini kullanarak yaşamının kalitesini artıracak yeni bilgiler üretmeyi başarır.

Bam teli işte tam burası. Yaşamın kalitesini artırmak. O halde kendimize şu soruyu sormalıyız: Bilgi çağının imkanlarını kullanarak yaşam kalitemizi artırıyor muyuz? Merkeze yaşam kalitesini artırmayı koyabildiğimizde, tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi, dijital ortamda da kaliteyi artırmayı engelleyici unsurlara takılıp kalmak yerine bizi amaca götüren hususa odaklanmak öne geçecek, önem kazanacaktır.

Böyle bir durumda bugün görmekte olduğumuz resme baktığımızda “bilgi kirliliğinden” dem vurmak yerine, “yeni bilgi üretme” süreciyle ilgili tespitleri, metodları konuşuyor olurduk.

Bu tümceyi tersten okumak da olası. Bugün bilgi kirliliğinden bahsediyorsak, demek ki bilgi çağının imkanlarını yaşam kalitemizi artırmak için kullanamıyoruz demektir.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1197) - Ooof Off Line Köşesi - 26 02 2010