Çarşamba, Aralık 16, 2009

14. TÜRKİYE’DE INTERNET KONFERANSI

Bu yıl 14.sü gerçekleştirilecek olan Türkiye’de Internet Konferansı’nda ağırlıklı olarak sosyal ağlar ve internet yasakları ele alınacak. Katılımın ücretsiz olduğu konferansta paneller ve bildirilerin yanısıra seminer ve çalışma grupları da yer alıyor.


1995’ten beri yapılmakta olan Türkiye’de Internet Konferansı bu yıl 12-13 Aralık 2009 haftasonu Bilgi Üniversitesi’nin Dolapdere’deki kampüsünde gerçekleştirilecek. Konferansa katılım ücretsiz.

“Türkiye'de Internet ile ilgili grupları biraraya getirerek İnternet'i tüm boyutlarıyla tanıtmak, geliştirmek, tartışmak, İnternet teknolojileri aracılığı ile toplumsal verimliliği artırmak ve toplumun dikkatini olabildiğince bu yöne çekmek amaçlarıyla” gerçekleştirilen bu konferansların bu yılki ana konuları “Sosyal Ağlar", "Yeni Medya", "Fikri Haklar", "İnternet ve Demokrasi” ve “İnternet Yasakları”.

Bu çerçevede 12 Aralık Cumartesi günü “Internet, Siyaset ve Demokrasi”, “Sosyal Ağlar, Fikir Hakları ve Internet Yasakları” adlı paneller, 13 Aralık Pazar günü ise “Internet Gazeteciliği Öldürüyor mu?”, “Toplumsal Paylaşım Ağı : Facebook”, “Sosyal Ağlar: Dünya ve Türkiye”, “Internet ve Hukuk” isimli paneller düzenlenecek.

Panellerin yanısıra çeşitli konularda hazırlanmış olan bildiriler de konferansta sunulacak. Bunlar içinde bazıları şöyle: Megatrends: Geleceğin Eğilimleri (Zafer Babür), Türkiye'de e-Belediye Uygulamaları Araştırma Sonuçları (Mustafa Çoruh), Türkiye'de Facebook Kullanımı Araştırması (Gülüm Şener), Internetin Geleceğine Mantıksal Yaklaşımlar: Marro.ws (Ali Riza Babaoğlan), Bir Toplumsal Yaşam Olasılığı Olarak Internet (Tarık Aktaş), Türkiye’de Sosyal Ağların Yeri ve Sosyal Medyaya Bakış (Ercüment Büyükşener), Bir Türkiye Parodisi: Telekulak! (R. Engür Pişirici), Türkiye'nin Bilgi Toplumu Stratejisi ile Fransaninkinin Karşılaştırılması (Arzu Alpagut), Bilgiye Giden Kestirme Yolda, Demokrasinin Ruhu Olan Eylemselliğe Veda ve Sebebi Olarak Internet Kavramı (Meltem Kurtoğlu), Internette Cevap ve Düzeltme Hakkı (Prof. Dr. Ahmet Çiftçi), Haber Elden Gidiyor mu? Yurttaş Muhabir Büyük Medyaya Karşı (Esra Arsan), Geleceğin Interneti ve Avrupa 7. Çerçeve Programı (Hüseyin Metin).

Konferans sadece panel ve bildirilerden oluşmuyor. Buna ek olarak seminerler ve çalışma grupları da konferansın önemli bir yerini oluşturuyor. Bu seminer ve çalışma gruplarına örrnekler vermek gerekirse: (12 Aralık) Soysal Ağlarda Pazarlama ve Tanıtım özet (Aytaç Mestçi, İnternet Pazarlama Ltd), Web 2.0 Uygulamaları ve Sosyal Ağlar (Yaşar Tonta, Hacettepe Ü., Umut Al, Hacettepe Ü., Orçun Madran, Başkent Ü.), Körler için Bilişim (İbrahim Elibal), Çocuklar için Güvenli İnternet - TBD İstanbul (Levent Karadağ, Arzu Alpagut, Devrim Özcü, Burak Özcü). Bunlara ek olarak Linux ve PHP konularında da teknik seminerler düzenlenecek.

Konferansın ana konularından olan sosyal ağların Türkiye gibi ülkelerdeki algılaması oldukça farklı. Temel internet kullanım istatistikleri ülkemizde internetin genel olarak eğlence ve “sosyalleşmek” amacıyla kullanıldığını göstermekte. Hal böyle olunca işin merkezindeki sosyal ağ siteleri o denli popüler ki Türkiye’den yapılan google aramalarının başında bile “facebook” geliyor. Öte yandan bu denli popüler bir olgunun dönüp dolaşıp yabancı menşeili siteler marifetiyle yaşandığını, yerli sitelerin ise sınırlı bir amacın (partner bulmak) ötesine geçemediğini tespit etmek de şaşırtıcı gelmemeli. Her ne kadar üzücü olsa da.

Odaktaki bir başka konu ülkemizde internete getirilen yasaklar. Geçtiğimiz günlerde (bu konferansın da organizasyonunu yapan ve yıllardır yükünü çeken) Internet Teknolojileri Derneği Mayıs 2008’den beri uygulanmakta olan youtube yasağını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdı. Erişim yasağı sadece youtube ile sınırlı değil; çeşitli mahkeme kararlarıyla ya da re’sen yapılan işlemlerle bu yasak bugün yüzlerce web sitesini kapsar hale gelmiş durumda. Konferansla ilgili detaylı bilgiler şu web sitesinde bulunabilir: http://inet-tr.org.tr/inetconf14/

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1186) - Ooof Off Line Köşesi - 11 12 2009

ÖTEKİNE TOLERANS GELENEĞİMİZDİR

Youtube’un kapalı olması gündelik hayatımızı nasıl sekteye uğratabilir ki diye soran çok olacaktır. Çünkü youtube ya da daha genel bir ifadeyle internet dediğimizde aklımıza ilk gelen şey “boş zaman aktivitesi” ya da “eğlence kaynağı”.


Bir mizah dergisinde Başbakan Erdoğan kediye benzetildiği için konu mahkemeye yansıdı. Internette zaman zaman Atatürk ile ilgili asılsız içerik sunan video klipler yayınlanıyor ve bunun sonucunda mahkemeler marifetiyle bu siteler youtube kadar popüler dahi olsa kapatılabiliyor. Ben de dahil olmak üzere pek çok kişi de pire için yorgan yaktığımız için bu sansürcü mentalitenin sağlıklı olmadığını savunuyoruz.

Sonra da ABD Başkanı Obama’nın eşi Michelle Obama’nın Google’da yapılan aramalarda eşeğe dönüştürülmüş resmi ön sıralarda çıktığında global kıyamet kopuyor. Önce bu tür resimleri yayınlayan siteler sansürleniyor. İş bununla da kalmıyor arama ekranlarında “zaman zaman rencide edici sonuçlar”ın çıkma olasılığından dolayı Google resmen özür diliyor.

Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demeden önce şu iki özlü sözü anımsayalım: Birincisi “Altın kural şudur : Altını olan kuralı koyar”. İkincisi ise “Herkes eşittir ama bazıları daha eşittir”.

Mentalite olarak gösterilen refleks üç aşağı beş yukarı aynı. Rencide edici bir durum ve bunun karşısında duyarlılık örneği gösterilmesi. Ancak göz ardı ettiğimiz fark alınan aksiyonlarla ilgili. Biz, biraz da kültürümüz gereği, kurunun yanında yaşın da yanacağını dikkate almadan aksiyon alıyoruz. Youtube’u bir kaç rencide edici video klip için kapatıyoruz ama bunun yanında milyonlarca faydalı video klibin de erişilemez hale gelmesini dikkate almıyoruz.

Almıyoruz çünkü “öteki” konusunda olgunluğumuzu unutmuşuz. Öteki denilince ülkemizde aklımıza derhal bazı azınlıklar, etnik gruplar vb geliyor. Oysa hepimiz her an öteki olma durumundayız. Yolda yürürken, ofiste çalışırken, evde televizyon izlerken. Sorun öteki olma durumu değil. Öteki’nin de beriki ile denk olduğunu (yeniden) anımsayabilmek.

Yukarıdaki youtube örneğini ele alalım. Youtube bugün bir buçuk yılı aşkın bir süredir kapalı ve bu karar çerçevesinde pek çok insan hem beriki hem de öteki konumuna düşmüş durumda. Bir başka deyişle hem müdahil hem de mağduruz. Müdahiliz çünkü bu tür rencide edici video kliplerin yayınlanmasını istemiyoruz. Mağduruz çünkü rencide edici olmayan öteki milyonlarca klibe erişemiyoruz ve belki de bu sayede gündelik hayatımız sekteye uğruyor.

Evet bu ilginç değil mi? Youtube’un kapalı olması gündelik hayatımızı nasıl sekteye uğratabilir ki diye soran çok olacaktır. Çünkü youtube ya da daha genel bir ifadeyle internet dediğimizde aklımıza ilk gelen şey “boş zaman aktivitesi” ya da “eğlence kaynağı”.

Internetin yaşama değer katan bir unsur olduğunu algılamış olsak yorganı yakmak yerine emek sarfeder ve pireyi ayıklarız. İşte bu nedenle terörist bir eylem bir kamyonet kullanılarak yapılıyorsa Türkiye’de kamyonet kullanımını yasaklamıyoruz. Artık zihnimize kazınmış durumdadır ki kamyonet kullanmak gündelik yaşamımızın değişmez bir parçasıdır. Bir tane kendini bilmez onu kötü bir amaçla kullandı diye öteki milyonlarca insanı mağdur etmek niye.

Öte yandan benzer durum internet ile ilgiliyse yorganı yakıp çıkıyoruz işin içinden. Hadi diyelim ki başka bazı politik konular söz konusu olduğunda yorganı toptan yakmanın kabul edilebilir bir yanı olsun. Peki internet örneğinde de aynı durum mu var? Dijital ortamda da mı öteki herkes Türkiye’yi alaşağı etmek, onu zayıflatmak için organize bir faaliyet içinde?

Cevap tabii ki hayır. Ancak kültürümüze zorla şırınga edilmiş o özellik nedeniyle farkında bile olmadan herşeyi aynı kategoride ele alma aceleciliği ya da acemiliği gösteriyoruz. Yüzlerce yıl envai çeşit insanın birarada yanyana yaşadığı toprakların bugünkü mirasçılarından bahsediyorum.

Öteki olma durumunu politik bir malzeme olarak görmeyelim. Her an hepimiz ötekiyiz. Yüzlerce yıl ötekine tolerans göstermiş insanların evlatları olduğunu anımsamalıyız. Yoksa öteki, beriki demeden hepimiz kaybedeceğiz.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1185) - Ooof Off Line Köşesi - 04 12 2009

KUANTUM ve (POST)MODERNİZM

Determinizmin en gözde ürünü olarak yorumlanabilecek bilgisayar sistemlerinin kuantum mekaniği karşısındaki kaderi nasıl şekillenecek? Sanattaki izdüşümü realizmden (post)modernizme geçiş olan kuantum aslında bir meta-determinizm mi?


20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan bilgisayarlar deterministik cihazlardır. Oysa yine aynı dönemde biraz da kuantum mekaniğinin ortaya çıkışıyla determinizmin pabucu dama atılmaya başlamıştır.

Bilimsel perspektifte determinizm, nedensellik olguları insanlığın gelişimine önemli katkılar sağlamışken, determinizmdeki katı neden/sonuç ilişkisi kaderciliğe kadar irtibatlandırılabilir ve tüm evreni dini ifadelerle açıklama heveslisi olanların ekmeğine yağ sürer (edebiyat ve sanat dünyası da bu gelişmelerin paralelinde ilerlemiştir; determinizm yaklaşımı sanatta realizmi üretmişken kuatum fiziğindeki gelişmelerin sanatsal izdüşümü (post)modernizm olmuştur).

Bilgisayarın determinist çalışma modeli kırılabilir mi? Yani bilgisayarın “karasız” çalışması sağlanabilir mi? Bugün “dört” dediği şeye ertesi gün “üç” diyebilir mi bir bilgisayar? Öteki hiçbir parametre değiştirilmeden.

Kaos ya da kuantum teorilerinde determinizmle çelişir gibi görünen şey nedir? Örneğin klasik fizik modellerinin “ihmal” ettiği değişkenleri dikkate almak mı? Öyle ki ünlü metaforu kullanmak gerekirse "Bugün Pekin'de ka­natlarını çırpan bir kelebeğin havada oluşturduğu dalgalar gelecek ay New York'ta fırtına sistemlerine dö­nüşebilir". İhmal edilen değişkenin resmin içine girmesi fizik kurallarını değiştirdi ve ortaya fizikötesi bir şey mi çıktı? Hayır, sadece kuralı ya da formulü çok daha geniş bir perspektifte uygulamayı gerektirdi.

Ya da kuantum mekaniğindeki gözlemcinin de gözleneni etkilemesi boyutunu ele alalım. Gözlemcinin görmediği anda gözlenen şey örneğin birden çok yerde olabilir. Gözlemci onu nerede gördüğünü tespit ederse, diğer olasılıklar “yok olur” ve gözlenen artık sadece oradadır.

Çocukken mutlaka siz de konuşan, hareket eden oyuncakların, eşyaların varlığından haberdardınız evinizdeki. Siz kafanızı çevirdiğinizde ya da odadan çıktığınızda birdenbire canlanan ve kendi bağımsız yaşamlarını sürdüren nesneler (oyuncaklarınız, koltuklarınız vb) siz tekrar odaya döndüğünüzde bıraktığınız yerde sizi bekler hale gelirler.

Tüm bunları da olasılıklar içine dahil edelim. Bizi şaşırtan bir durumla karşılaştık mı? Kelebeğin maksimum etkisi New York’ta fırtına çıkması oldu. Ya da gözlemediğimiz anlarda gözlenen şeyler her yerdeydi, gözlemeye başladığımızda son bıraktığımız yere geri döndüler.

Eğer şaşıracaksak etkinin büyüklüğüne şaşırabiliriz. Ancak tüm bu olanlar tanımlanmış bir evrensel kümenin dışına çıkmadı; çıkamaz. New York’ta fırtına kopması denilen şeyi ilk defa duymuyoruz; fırtına da New York da evrensel kümenin birer üyesi. Bir başka deyişle bildiğimiz anlamda determinizmin pabucu dama atıldı belki ama onun yerine ikame edilen şey olsa olsa meta-determinizmdir (keza (post)modernist bir roman da günün sonunda bir romandır).

Benzer şekilde bilgisayarlar ya da onların oluşturduğu karmaşık bilişim sistemleri de ister kararlı ister kararsız olsun determinist ya da meta-determinist seviyede çalışmanın ötesine geçemezler.

Doğrusu evrenin kapalı bir sistem olduğu varsayımı ile bunun tersini düşünmek de pek olası görünmüyor. Bilgisayar türü cihazların, özellikle de saklı program olgusunun determinizmin olgunlaşma aşamasından sonra ortaya çıkması bir tesadüf mü? Yoksa insanoğlunun evreni öğrenme sürecinde katettiği her aşamadan sonra bunun basit bir prototipini kendi yaşamında oluşturması doğal bir gelişim mi?

Eğer bu bir tesadüf değilse kaos ve özellikle de kuantum mekaniğindeki gelişmelerin bilişim dünyasına yansımalarını da bu yüzyıl içinde mutlaka göreceğiz. Kuantum fiziğini temel alarak bilgisayar sistemleri geliştirme çalışmaları çoktan başladı. Kararlı bir halde işlemeleri sağlandığında bilişim kapasitesi açısından (aynı fiziksel alana çok daha fazla veri depolama gibi, aynı süre içinde çok daha fazla işlem gerçekleştirme gibi) büyük bir sıçramaya neden olacak altyapılar yakında gündelik hayatımızın bir parçası haline gelecek.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1184) - Ooof Off Line Köşesi - 27 11 2009

Çarşamba, Kasım 25, 2009

SORGULAYABİLENLER TOPLUMU

Bilgi toplumu bireyin akli melekelerini minimum düzeyde kullanarak yaşamını yönlendirmesini sağlayan toplum anlamına gelmez. Tersine her bireyin bilgiyi hangi araçlarla nerede arayacağını bilme, bulduğu bilgiler içinde doğru olanı yanlış olandan ayırt edebilme becerilerine sahip olmasını gerektirir.


Richard Bach’ın ülkemizde de yeni çıkan Hipnozcu adlı kitabında, roman kahramanı Jamie Forbes bir noktada interneti kullanarak bir kişi hakkında araştırma yapar. Her ne kadar internette doğruluğundan emin olunamayacak yığınla bilgi olduğunu belirtse de webde yine de güvenilir bilgilere ulaşılacak siteler olduğunu vurgular.

Böylece bilgi çağının en kritik olgularından birisine dolaylı yoldan temas edip üzerinde durmadan geçmiş Richard Bach. O da siberuzayda bilginin nasıl araştırılacağı ve bulunan bilgilerin doğru olup olmadığının nasıl tespit edileceği.

En popüler arama motoru olan Google’ın minimalist ana sayfasında iki tane buton var malum. Birisi yazılan kelimelerle ilgili en popüler araştırma sonuçlarını ekrana getirmeyi sağlıyor; “Kendimi şanslı hissediyorum” isimli ikinci tuş ise listenin en başındaki linke doğrudan tıklanmış gibi ilgili siteyi yüklüyor.

Bu ikinci buton dikkat çekici değil mi? Firma açısından bir meydan okumanın şekillenmiş hali. Google arama sonuçlarının doğruluğundan o kadar emin ki yapılan her arama sonucunda kişinin listedeki ilk linke gitmesinin yeterli olacağını göstermek için böyle bir butonu eklemiş olabilir.

Öte yandan bu durum internetteki bilgi yığınının ne kadar sağlıklı ve doğru bilgilerden oluştuğu ya da arama yapanların her seferinde hep en doğru bilginin bulunduğu linki tespit edip öncelikle ona gittiğini garanti edemiyor.

O halde asıl sorun çözülmemiş bir şekilde kullanıcının sırtına yüklenmiş durumda. Yani yapılan aramaya en uygun linkin hangisi olduğunu, listelenen bilgilerden hangilerinin doğru olduğunu tespit edebilmek.

Bilgi toplumu ifadesine eleştirel bakanlar biraz da bu noktada bir yorum farkına sahipler. Bilgi toplumu bireyin akli melekelerini minimum düzeyde kullanarak yaşamını yönlendirmesini sağlayan toplum anlamına hiçbir zaman gelmedi; gelmeyecek de. Hatta tam tersi bilgi toplumu bireyin bu alanda her zamankinden daha ileri düzeyde becerilere sahip olmasını gerektiriyor.

Bu beklentilerden bir tanesi bilgiyi hangi araçlarla nerede arayacağını bilmek ise diğeri de bulduğu bilgiler içinde doğru olanı yanlış olandan ayırt edebilecek muhakeme yeteneğine sahip olmaktır.

Bu açıdan irdelendiğinde bilgi toplumu ifadesindeki bilgi, veri ya da enformasyon ağırlıklı bir bilgiye işaret etmektedir. Yani bir mekanizma tarafından işlenmesi gereken bilgi. Bu veri ve enformasyonun işlenmesi bireyin aktif olarak rol oynamasını gerektiren bir süreçtir. Kişi karşısına gelen bilgi kırıntılarını irdelemeli, farklı kaynaklardan çarpraz kontrol yapmalı ve güvenebileceği doğrulukta bir sonuç üretebilmelidir.

Bu süreç herhangi bir araca, kişiye ya da kuruluşa delege edilemez. Bu tür araçlar da değerlendirme sürecinde kullanılabilir ancak son aşamada kararı bireyin kendisi vermelidir. Bu çerçevede bilgi çağının bireyi sorgulayıcı olmalıdır; tabi olucu değil.

O halde karşısına gelecek bilgileri irdeleyecek bireyin donanımı burada kritik bir yönverici olarak karşımıza çıkmaktadır. Kişi yeterli (zihinsel) donanıma sahip değilse ne arama süreci ne de bunun sonucunda elde edeceği bilgileri işleme ve bunun sonuçları tatminkar olacaktır.

Örneğin ülkemizdeki internet kullanım eğilimlerine baktığımızda karşımıza çıkan tablo bunun bir göstergesidir. Güdük girdi güdük çıktı üretir mantığıyla interneti gündelik yaşamına yön verici düzeyde ve alanlarda kullanabilme konusunda yeterli donanıma sahip olmayan internet kullancılarının önemli bir çoğunluğu çevrim içi zamanlarının önemli bir kısmını dedikodu sitelerinde chatleşerek geçirmekte.

Onları eleştirmek biraz da haksızlık aslında. Çünkü onların da ebeveynleri zamanlarını ya kapı önünde çekirdek çitleyerek ya da kahvehane köşelerinde pinekleyerek geçiriyordu.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1183) - Ooof Off Line Köşesi - 20 11 2009

Cuma, Kasım 06, 2009

SANAL DÜNYADA KİMLİK

Sanal kimlik hakkında fikir veren temel bileşenlerin başında kimlikle oluşturulan dijital içerik gelmekte. Epostalar, blog sayfaları, web siteleri, vb. Bu imkanları ise kimlik sahiplerine standard şablonlarda sunulmakta.


Kimlik derinlemesine incelenmesi gereken önemli bir olgu. Jean Baudrillard’ın da altını özellikle çizmiş olduğu üzere “Çağımızı karakterize eden devrim, belirsizlik devrimidir, hayatlarımızın tüm cephelerini, özellikle kimlik duygumuzu etkileyen bir belirsizliğin devrimi”.

Bu devrimi demokrasi, ötekinin tanınması gibi klasikleşmiş deyimlerle ya da yeni çağ, kuantum gibi popüler deyimlerle ilişkilendirmek mümkün. Özgürleşme, sonsuz olasılıklar karşısında seçme imkanına sahip olma başlangıçta tüm zincirlerden kurtulmuşluk, hürlük olgularına atıfta bulunduğundan kulağa hoş gelse de “peki sonra ne olacak” dediğimizde manipüle edilmedik, saf bir çözüm üretme zorluğunu da beraberinde getirdiğinden bizi bir belirsizliğin içine sürüklemekte.

Sanal dünyanın sonsuz imkanları bu belirsizlik sorununa pratikte nasıl çözüm getirmekte? Ya da sağladığı imkanlar birer çözüm olarak yorumlanabilir mi? Bir yanda siberuzayda bedensiz bir kimliğin olup olamayacağı tartışılırken öte yanda bireyler sanal dünyada diledikleri isime, cisime bürünebilmekte.

Bir sanal öznenin (örneğin bir kişinin) kimliği hakkında fikir veren temel bileşenlerin başında o öznenin sanal kimliği ile oluşturduğu dijital içerik gelmekte. Epostalar, blog sayfaları, web siteleri, vb.

Burada hassas bir nokta devreye giriyor. Bugün artık gerek eposta olsun gerekse de blog ya da web sitesi olsun, sanal özneyi (ya da bireyi) hızlı hareket edebilmek amacıyla belli alanlara doğru kanalize eden hazır şablonlar yer almaktadır.

Diyelim ki kendinize ait bir blog oluşturmak istiyorsunuz. Yapacağınız en basit şey blog oluşturma konusunda ücretsiz hizmet veren bir blog sunucusu bulmak buraya kayıt olup kendinize ait bir blogu hazırlamaktır.

Hazırlayacağınız bu blogun şekilsel yapısı, renkleri, içerik bileşenleri vb size şablon olarak sunulur ve siz hazır şablonlardan bir tanesini seçerek blogunuzun nasıl görüneceğini belirlersiniz. Her ne kadar blogun içeriğini bütünüyle sizin yazacağınız, oluşturacağınız malzeme belirleyecekse de o blogun görsel yapısı çoğunlukla hazır şablonlardan biri olacaktır.

Böylece sanal birey, siberuzayda sanal bir kimlik oluştururken, şekilsel olarak belirlenmiş yapıların dışına çıkmakta güçlük çekmektedir. Aslında burada teknik bir sınırlama yoktur. Ancak arzu edilen bir şeklin oluşturulması ek maliyet getireceğinden tipik bir sanal özne çoğunlukla kendilerine sunulan hazır şablonları kullanmaktadır.

Bu basit öge aslında bugün dünya üzerindeki “özgür birey”i en güzel şekilde ifade etmektedir. Bireyin ya da öznenin özgürlüğü ancak global dünyaya yön verenlerin tanımladıkları “özgürlük” olgusunun sınırları içinde kalındığı sürece var olabilmektedir. Birey bu sınırı herhangi bir (doğrudan) baskı altında kalmadan kabul etmektedir. (Çünkü aksi durumda özgürlüğünü hissedecek imkana sahip olamayacaktır).

Ancak özgürlüğünü satın alabilecek kadar maddi imkanı ve politik gücü olanlar bu oyunun dışında kalabilmekte ve gerçek anlamda “özgür” olarak addedilebilmektedir.

Bilgi Toplumu’na yön veren sanal özneler de işte bu özgürlüğünü satın alma gücüne sahip istisnalardır. Bunlar incelendiğinde de ortaya farklı bir tablo çıkar. Bu cephede yer alanların önemli bir kısmı da özgürlüklerini ötekilerinin özgürlüklerini belli sınırlar içinde yaşamasını olanaklı kılan imkanları sunmada kullanmaktadır. Böylece hem kendi özgürlüğüne tehdit oluşturacak unsurları azaltır hem de bu işten kazanç elde eder.

Özgürlük yukarıda belirtildiği üzere kademeli olduğu sürece kölelik olgusu da ortadan kalkamayacaktır. Çünkü her zaman daha az özgür bir özne bulunacaktır. Özgürlük ne ithal edilebilecek bir olgudur ne de borç ya da hediye alınabilecek bir olgu.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1181) - Ooof Off Line Köşesi - 06 11 2009

Cuma, Ekim 30, 2009

INTERNET 40, DEVRİM 48 YAŞINDA

Hemen hemen aynı zamanlarda gerçekleştirilen iki mucize. Amerika menşeili olan ortaya çıkışından kırk yıl sonra tüm dünyayı sarmış durumda, Türkiye menşeili olan diğeri ise kırk sekiz yıldır yalnızlığa mahkum edilmiş durumda! Peki ama neden?


29 Ekim 1969 günü Los Angeles’taki UCLA üniversitesindeki
araştırma görevlileri yeni icat etmiş oldukları bilgisayarın ekranına daha iki harf yazmışlardı ki bilgisayar çalışmaz hale geldi. Amaçları 314 mil uzaklıktaki Stanford Üniversitesi’ndeki bilgisayara bağlanmaktı ve bunun için karşıdaki bilgisayara giriş yapmaları gerekiyordu (yani LOGIN olmaları). Oysa bilgisayar daha LO yazıldığında çalışmaz hale geldi (teknik jargonla belirtmek gerekirse “göçtü”).

Bundan sekiz yıl önce 29 Ekim 1961 günü Ankara’da, TBMM’nin önünde özel bir kutlama vardı. 4,5 ay gibi kısa bir sürede adeta yoktan varedilmiş Türkiye’nin yaptığı ilk otomobil olan Devrim arabalarının iki numunesi meclis bahçesinde cumhurbaşkanı ve projenin fikir babası Cemal Gürsel’i bekliyordu.

Araçlardan birisi siyah diğeri bej renkliydi. Eskişehir’de yapıldığı yerden Ankara’ya tren ile getirilmişti ve yolda herhangi bir yangın tehlikesine karşı (trenler kömürle çalışıyordu) araçların benzin depolarındaki benzin azaltılmıştı. Lokomotife daha yakın olan siyah araçtaki benzin çok azdı.

Ankara’ya getirilen araçlar meclis binasının önünde cumhurbaşkanının gelmesi beklenirken siyah araçtaki benzinin yetersizliği anlaşıldı ne yazık ki ne cumhurbaşkanı gelip araca binmeden önce benzin dolduracak zaman bulundu; ne de cumhurbaşkanının içinde yeterince benzin olan bej araca binmesi sağlanabildi.

Sonuçta, 200 metre giden siyah araç herkesin şaşkın bakışları altında olduğu yerde durdu. Her ne kadar cumhurbaşkanı bej araca alınıp, gün boyunca planlanmış tüm törenlere o araçla intikal etse de ertesi gün gazetelerde çıkan “Devrim Yolda Kaldı” başlığı ve onun altını süsleyen yanıltıcı detaylar Türkiye’nin daha 1961 yılında otomotiv sektörüne yüzde yüz yerli malı araç üretimiyle girmesini engelledi.

Yıllar sonra Devrim’in öyküsünü gazetelerden okurken, hala gazetelerin yanıltıcı bir şekilde araca benzin deposu yapılmasının unutulduğu bilgisi beni çok düşündürmüştü. Oysa sonradan unutulan şeyin depo değil benzin olduğunu öğrendim. Ve buna karşı ülkenin gösterdiği tepkiye bir anlam veremedim. Hala verebilmiş değilim. Arabaya benzin konulması unutuldu diye 20. yüzyılın en büyük sektörlerinden olan otomotiv alanında Türk yapımı üretim yapmamak.

Bu ne büyük bir ceza! Eğer bu mentalite geçerli olsaydı, 29 Ekim 1969 günü daha LO yazdıklarında karşılarında çalışmaz hale gelen bilgisayarları gördüklerinde UCLA’daki bilim adamlarının “Tamam yaa işte çalışmıyor; hadi bırakıp evimize gidelim” demeleri gerekmez miydi?

Peki fark nerede? Devrim Yolda Kaldı diye günün manşetini patlatan ve bu nedenle belki de kendilerine güzel bir kariyer sağlayan üç beş gazete(ci)nin, kendi vizyonlarını aştığı için, ezber bozduğu için projenin karşısında duran güya sorumluluk sahibi bürokratların geleceği, koca ülkenin geleceğini nasıl olur da bu kadar olumsuz yönde etkileyebilir? Bir ülke, bir sistem buna karşı nasıl mağlup olur?

29 Ekim 1969’da California’da bilim adamlarının karşılarına çıkan zorluklar karşısında durmadan, yılmadan çalışmaları ve bu sorunları aşmalarının temelinde projenin ifade ettiği anlam yatmaktaydı. Sovyetlerden gelecek herhangi bir tehlikeye karşı mücadele edebilmek! Bir otomobil yapmak neden o günlerde tüm ülkeye tek bir anlam ifade edemedi?

Daha LO yazarken çalışmaz hale gelen, 314 mil uzaklıktaki bir bilgisayarla iletişim kuramayan o proje kırk yıl içinde gelişerek bugün Internet adıyla dünya üzerinde milyarlarca insanın gündelik hayatına yön veren bir teknoloji bileşeni olarak ve tek bir ülkenin sınırlarını aşarak yeryüzü kültürünün bir parçası halini almıştır.

48 yıl önce cumhurbaşkanını tüm gün boyunca Ankara’daki Cumhuriyet Bayramı törenlerine taşıyan bej renkli Devrim Arabası ise bugün tek başına Eskişehir’de TÜLOMSAŞ’ın (Türkiye Lokomotif ve Motor Sanayi AŞ) müzesinde sergilenmekte. 48 yıl sonra inatla çalışıyor ve ne yazık ki bu bize hala bir anlam ifade edemiyor!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1180) - Ooof Off Line Köşesi - 30 10 2009

Cuma, Ekim 23, 2009

TETRİS DEYİP GEÇMEYİN

"Yapılan bir bilimsel çalışma, Tetris oynayanların beyinlerindeki kritik düşünmeyle ilgili kısımlarının geliştiğini ispatladı. Peki bunun ODTÜ’nün efsane hocalarından Muhan Soysal ile ilgisi ne?"

Tetris’le ilk defa üniversite yıllarımda, ODTÜ’nün Ankara Tunus Caddesi’ndeki otobüs durağının hemen karşısında yer alan Merih Kıraathanesi’nde tanışmıştım. 80 yılların ortasıydı. Tilt makinesi büyüklüğünde bir dolap üzerinde oynanıyordu.Ancak Rus yazılımcılar sağolsunlar daha sonra PC versiyonu da çıktı ve uzun yıllar değişik versiyonlarını oynama imkanı buldum.

Bugün internette, facebook’ta yer alan oyunları hep özünde Tetris oynarken aldığım zevki verecek mi diye değerlendiriyorum. Beklendiği üzere binlerce oyun içinden çok azı bu kategoriye giriyor (örnek facebook/mindjolt’ta yer alan Chromatica, Staries).

Geçtiğimiz günlerde ABD menşeili Mind Research Network (MRN)’den Dr. Richard Haier’in 26 genç kızla yaptığı bir deney, Tetris’in beyin fonksiyonlarını olumlu etkilediğini bilimsel olarak ispatladı. Bu çalışmaya göre Tetris oynayanların beyin zarları kalınlaşıyor. Bu da aslında beyindeki gri maddenin artmasının bir göstergesi. Gri maddenin artması kritik düşünme, dil yeteneği, planlama ile ilgili düşünme eylemleri geliştirmeyi sağlıyormuş.

Sadece Tetris değil, yukarıda bazı örneklerini verdiğim türden, ilk bakışta sıkıcı görünen, oyunlar hakkında ben de uzun zamandır benzer şeyler düşünüyordum. Örneğin Tetris oynarken kritik konu sadece hız değildir. Düşmekte olan şeklin en uygun nereye yerleştirileceğini düşünmek benzer şekilde taktik ya da stratejik düşünme becerilerini geliştirmeyle bence yakından ilgili. Yukarıda belirtilen planlama becerilerinin geliştirilmesine katkıda bulunduğu tespiti sanırım bunu destekliyor.

En iyi lokasyonu tespit etmek sadece o şekli halletmekle ilgili değil. Ardından gelecek şekilleri düşünerek yapılan hareketler daha çok puan almayı sağlamaktadır (sadece bir sonraki şekil ekranda gösterilmektedir).

Öte yandan tetris oyununda belli bir deneyim kazanan oyuncu zaman içinde kendisine özgü bir oyun modelini (ya da stratejisini) de geliştirir. Oyuncunun geliştirdiği modele bakarak onun hakkında genel bir yorumda bulunulabileceğini de düşünüyorum.

Örneğin kimi oyuncular yere düşen şekilleri tablodan süratle kaldıracak şekilde hareket ederler. Bu daha anlık sorun çözme yeteneği gelişmiş ancak orta vadeli çözüm üretme modeline pek sıcak bakmayan okulun hareket planıdır. Bir başka alternatif ise biraz daha riskli bir yoldur. Burada şekiller boşluksuz olarak üst üste, yanyana yığılır ve belli bir aşamada gelecek bir ya da bir kaç şekil ile bunların üçerli beşerli şekilde tablodan topyekun kaldırılması sağlanır.

Bu model gelecek şekillerin tamamı bilinmediği için tasarruflu, tedbirli davranmanın da bir göstergesidir. Örneğin en çok işe yarayan şekil olan çubuk dikey olarak genellikle en kenara oynanır. O sırada çoğunlukla o kenarda iki sıra boşluğu vardır ve iyiymiş gibi görünen bu hareket aslında riski artırır. Çünkü çubuk yerleştirildikten sonra satırları ortadan kaldırmak için bir çubuğa daha gereksinim duyulacaktır ve çubuklar oyunda az çıkan şekillerdendir. Bu tür bir oyun stili kişinin mevcut problemi çözmek uğruna gelecekteki olası problemleri göz ardı ettiğine bir işaret olabilir.

ABD’de Microsoft gibi firmalar, eleman alırken, “Sokaklardaki gider ızgaraları neden daire şeklindedir?”, “Bir ampülün iç hacmini nasıl tespit edersin?” gibi sorular sorduğu için taktir toplar ama örneğin yönetici pozisyonu için eleman alma sürecinde adaylara tetris oynatanı duymadım.

Belki bunu bir Türk firması yapar da sınavda tek kelimelik tek bir soru soran (“Neden?”) ODTÜ’nün efsane hocalarından merhum Muhan Soysal’ın yanında onun ismini de anarız. (Merak edenler için; Muhan Hoca cevap olarak “Neden olmasın” diye yazanlara 100, “Çünkü” diye yazanlara 80 verirdi - hikaye anlatanlara ise sıfır).

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1179) - Ooof Off Line Köşesi - 23 10 2009

Pazartesi, Ekim 19, 2009

OLTAYA TAKILMAYIN !


"Tembellik yapmayın, oltaya takılmayın. Bilgi çağı bireyin karşısına gelen bilgiyi değerlendirebilme becerilerine sahip olmasını gerektirir."


Ekim ayı içinde Microsoft’un eposta hizmeti veren Hotmail sitesine üye binlerce kullanıcının eposta şifreleri phishing denilen yöntemle sanal korsanların eline geçti.

Phishing modelinde korsanlar orijinal sitenin aynısını yapıyor ve o site kullanıcılarını yanıltarak sanki orijinal siteymiş gibi kullanıcı kodu ve şifresini girmesini sağlıyor. Bu oltayı yutan kullanıcı kişisel bilgilerini girdiği andan itibaren şifresini kaptırmış oluyor.

Burada tabii ilk akla gelen şey URL satırından orijinal sitenin adresini yazdığınız halde oltaya nasıl takılınacağı. Büyük bir olasılıkla URL satırına orijinal web adresini yazdığınızda (yukarıdaki örnekte http://www.hotmail.com/) karşınıza gelecek site orijinal sitedir.

Öte yandan kullanıcıları yanıltan şey epostalardır. Diyelim ki eposta kutunuza girdiniz ve Hotmail Admin isimli bir kullanıcının size bir eposta göndermiş olduğunu gördünüz. Epostanın içinde diyelim ki o gün bir bakım çalışması yapılacağı için epostanıza girip posta kutunuzu kontrol etmeniz gerektiği konusunda bir uyarı ve altta da siteye erişmek için gerekli olan web adresinin linki var. Linkin adı da Hotmail olsun.

Buraya kadar herşey normal, herşey güzel. Ancak “Hotmail” kelimesine iliştirilmiş olan web linki seçtiğinizde gideceğiniz yer çok önemli. Linki tıklamadan bile kelimenin üstüne geldiğinizde sol alttaki satırda o linkin nereye bağlantı verdiğini görebilirsiniz. İşte phishing’de tuzak tam burada kuruluyor. Linkin http://www.hotmail.com/ sitesine gitmesi beklenirken aslında başka (korsan) bir siteye gidiyor.

Gelen site orijinal sitenin tıpkısının aynısı. O nedenle tıkladığı linki ya da gelen sayfanın URL adresini kontrol etmeyen kullanıcı gördüğü ekran karşısında tuzağa düşüp şifresini girebiliyor. Hatta bazı korsan siteler şu oyunları da resmin içine dahil etmekten çekinmiyor. Örneğin kullanıcı adı ve şifre bilgilerinin girildiği kısım hariç yüklenen korsan sayfanın tamamının orijinal siteden getirilmesini sağlayabiliyor. Böylece orijinal sitede anlık bir içerik değişikliği söz konusu ise korsanlar bunu kendi korsan sitelerine kopyalamak için zaman kaybetmiyor.

Bazı durumlarda ise korsan sitenin kendisinde “aman korsanlara dikkat” gibisinden açıklamalar olabiliyor. Bunun nedeni de asıl kontrol edilmesi gereken bilgi olan link ve URL adresini kontrol ederek sitenin orijinal olup olmadığını anlamak yerine ekrana gelen bilgilere bakarak karar veren kullanıcıların zihninde bir güven unsuru oluşturmak. Bu tür bilgileri okuyan kullanıcı sitenin orijinal olduğuna kanaat getirebiliyor.

Öte yandan bir hususun daha altını çizmek gerekir. Kullanıcı kodu ve şifre girilerek erişilen web siteleri, kullanıcılarına şifre girerek yapılması gereken bir işlemin haberini eposta aracılığıyla vermez.

O nedenle eposta kutunuzda, her ne olursa olsun, şifrenizi girmenizi gerektirecek bir işlem yapmanızı belirtilen bir eposta aldığınızda bu büyük bir olasılıkla tuzaktır. Epostanın içinde ne yazıyor olursa olsun.

Böyle bir eposta aldığınızda işlemi yapıp yapmama konusunda tereddüt ediyorsanız, orijinal siteye ulaşmak için epostadaki linke tıklamayın, orijinal web site adresini URL satırına bizzat yazın. Yukarıdaki örnekte belki de tuzak linkte http://www.homail.com/ gibi orijinal site adresine çok benzer bir link vardı. Bunu ister tıklayarak ister haricen yazın fark etmez tuzağa düşersiniz. Ancak gelen eposta Hotmail sitesinden olduğuna göre bu sitenin orijinal adresi http://www.hotmail.com/ olduğundan, URL satırına http://www.hotmail.com/ ‘u yazarak siteyi çağırın.

Bu kural kullanıcı kodu ve şifre ile erişilen tüm siteler için geçerlidir. Tembellik yapmayın, oltaya takılmayın. Bilgi çağı bireyin karşısına gelen bilgiyi değerlendirebilme becerilerine sahip olmasını gerektirir.


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1178) - Ooof Off Line Köşesi - 16 10 2009

Cuma, Ekim 09, 2009

GOOGLE’A GÖRE EĞLENCE DÜŞKÜNÜ ve TEMBELİZ


Google arama eğilimlerinin gösterdiği üzere Türkiye’de internet eğlence amaçlı kullanılmakta, URL satırına web site adresi yazmak yerine bu iş için Google “taciz edilmekte”.


Ağustos ayı içinde Google’un, arama eğilimlerini Google Arama Trendleri adıyla Türkçe olarak da hizmet vermeye başlamasından olacak bazı medya kuruluşlarında haber oldu. Haber bu hizmeti doğrudan tanıtmak yerine, son dönemde Türkiye’den yapılan aramalarda ekonomik krizin de bir göstergesi olarak iş aramaya yönelik anahtar kelimelerin daha sık kullanıldığının tespitiyle ilgiliydi.

Keşke öyle olsa. Birkaç yıl önce (Kasım 2006) Google’da yapılan aramalar yine yalan yanlış haberlerin kaynağı olmuştu. O kez de İzmirlilerin pornografik konularda aramalar yaptığı ile ilgiliydi. O zaman da bu köşede belirtildiği üzere (Bkz 11 Kasım 2006 – İzmirliler Google’da Ne Arıyor?) Google Arama Trendleri hizmeti, hacimsel değil orantısal bilgiler vermektedir. Biraz da bundan olacak bu hizmetin adı “Google Arama İstatistikleri” değil “Google Arama Trendleri”dir.

Eğilim analizi yapıldığı için de toplam arama adetleri yerine normalleştirilmiş oransal bilgiler sunulmaktadır. Örneğin bir ülkeden belli bir dönemde en çok aranan kelime 500 bin kere aranmış olsun. Bu kelime eğilim grafiklerinde 100 birim ile gösterilir. Bir başka kelime elli bin kere aranmışsa o kelime de grafikte 10 birim ile yerini alır.

Öte yandan eğilim grafikleri tüm kelimeler baz alınarak yapılabileceği gibi, belli bir tarih aralığı baz alınarak da sorgulanabilir. Keza sadece belli bir kelime grubu baz alınarak da arama yapılabilir.

Örneğin Türkiye’de eğilim bilgilerinin toplanmaya başladığı 2004 yılından beri yapılan google aramalarında en popüler kelime FACEBOOK’tur. Şehirlere göre kırılımına bakıldığında bu kelimenin en çok Edirne (100), Zonguldak (96), Muğla(85), İzmir (83), Karaman(82) şehirlerinden arandığı görülür. Parantez içindeki sayılar da birbirine göre orantılıdır. Yani Edirne’den yapılan her 100 “facebook” aramasına karşın Karaman’dan 82 arama yapılmıştır.

Tüm zamanların eğilimleri incelenirse facebook kelimesini sırasıyla oyun(70), mynet(65), youtube(50), oyunlar(45), indir(40), msn(35), milliyet(30), haber(30), hürriyet(25) kelimelerinin izlediği görülür.

2004-2009 dönemi arasında herhangi bir dönem analizi yapılabilir. Örneğin son bir yılın eğilimlerine bakıldığında yukarıdaki listenin kısmen değiştiği görülür (facebook-mynet-oyun-izle-oyunlar-video-milliyet-indir-hürriyet-haber).

Görüldüğü üzere ekonomik kriz Türk halkının şu iki eğilimini değiştirmeye yetmemiştir: Birincisi interneti eğlenmek, vakit öldürmek için kullanmak. İkincisi de adını bildiği bir web sitesine gitmek için URL satırına sitenin adını yazmak yerine onu google’un arama kutusunun içine yazıp, oradan gelen ilk linke tıklayarak siteye ulaşmak (facebook kelimesini imla hatası olmadan düzgün yazabilen bir kişi www.facebook.com yazmak yerine google üzerinden facebook’a erişiyorsa bu tembelliğin başka bir izahı olabilir mi?)

Öte yandan medyadaki haberlere konu olan durumu da irdelemekte fayda var. Doğal olarak “evde iş” gibi, “bayilik” gibi ifadeler de google’da aranmış. Ancak bu ifadeler, yapılan tüm aramalar dikkate alındığında ilk ona girecek miktarda değil. Ne 2004’ten beri ne de son bir hafta ya da bir ay içinde. Ancak bu ifadeleri bünyesinde barındıran aramaların eğilimlerine bakıldığında ortaya çıkan grafikler, Google Arama Trendleri isimli hizmetin nasıl çalıştığını anlamayanları yanlış yönlendirmekte ve görünen o ki hatalı manşetlerin atılmasına neden olmakta.

Son olarak, 2006 yılında pornografik içerikli aramalarda Türkiye’nin şehir bazındaki istatistiğine bakıldığında Doğu’daki kimi şehirlerimizin eline ne İzmir’in ne İstanbul’un su dökemediğini görüyoruz. İster Türkçe ister İngilizce kelimelerle olsun.

Not: Google’un ilgili hizmeti şu sitededir:

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1177) - Ooof Off Line Köşesi - 09 10 2009

Pazartesi, Ekim 05, 2009

TWITTER DA ÜNLÜ OLDU; YASAKLANMASI YAKINDIR


Anlaşılan dünyada çok az ülke (örneğin Çin, Türkiye) internetin gerçek gücünü tespit etmiş durumda. Bu gücün getireceği yıkıcı sonuçlardan vatandaşlarını korumak için gece gündüz çalışıyor.


Renkli medyamız sağolsun Twitter’i da ünlü yaptı. Bazı köşe yazarlarının Twitter’dan “dedikodu” kıvamında yayın yapması sonucunda onlardan hazzetmediği anlaşılan başka bazı köşe yazarların “bu tür teknolojik araçları anlamsız amaçlarla kullanmayın kardeşim” türünden çıkışları sayesinde neymiş bu twitter diyenlerin sayısı bir anda geometrik olarak arttı.

Mikro blog olarak tanımlanabilecek twitter, cep telefonlarındaki SMS imkanını blog mantığı ile internete entegre etme fikri sonucunda ortaya çıkmış bir “sosyal ağ”. O nedenle twitter’a yazılan mesajlar (twit deniyor) 140 harften oluşabiliyor. Bu mesajları ister web sitesinden ister cep telefonundan izleyebilirsiniz.

Internet üzerindeki bloglar belli bir konuda daha uzun yazı, resim, video vb içeriklerini paylaşma imkanı sağlarken twitter dar bir imkanla (140 harflik metinler) çok daha anlık bir imkan sunuyor. Amaç daha ziyade bir kişi, olay ya da konuyu daha hızlı, daha yakından izlemek.

İzleme işi bu denli hızlanıp yakınlaşınca haliyle ortaya farklı bir dünya çıkabilir. Konular tam da kıvamına gelmeden izleyicilerinin gözleri önüne serilebilir. Bütünüyle bu aracı kullanma kabiliyetine ve amacına bağlı olarak.

Örneğin popüler bir sanatçı twitter üzerinden fanatikleriyle çok daha sıcak bir temas kurabilir. Günlük olarak, saatlik olarak yapmakta olduğu şeyleri basit birer SMS mesajı formatındaki twitlerle izleyici kitlesine ulaştırabilir.

Ya da çekilmekte olan bir filmin film setininin günlüğü benzer şekilde twitter’dan meraklılarına ulaştırılabilir. Keza izlenecek kadar popüler olmuş bir kişinin (örneğin bir ülkenin başbakanının) bir ziyareti sırasında (örneğin ABD’ye) başından geçen olaylar (örneğin hotel girişindeki itişip kakışma) twitter’dan saat saat, gün gün geniş bir kesime iletilebilir.

Tabii twitter sunduğu bu imkanlar sayesinde kısa zamanda yasaklayıcı zihniyetin radarına girerse kimse şaşırmasın. Devasa bir web sitesindeki bir makaleye dışarıdan yazılmış bir yorum nedeniyle kişilik haklarına saygısızlık yapıldığını tespit eden ve sonucunda o yorumu siteden sildirmek yerine tüm siteyi ihtiyaten erişime kapatma kararı veren bir adalet model bence twitter’i daha incelemeden direkt erişime kapatmalıdır. Çünkü illa ki bu sitede de birilerinin kişilik haklarına saldıran bir mesaj mutlaka vardır.

Aslında bu yaklaşım farklı teknolojik imkanlar için de uygulanabilir. Mesela cep telefonu altyapısından bir kişi bir başka kişiye kişilik haklarına saldırıcı bir SMS mesajı gönderdiğinde genellikle konu gönderici ile alıcı arasında çözülmeye çalışılıyor. İlgili telefon numaraları ve bu numaraların sahipleri bulunuyor ve bu kişiler hakkında yasal işlem yapılıyor.

Öte yandan internette uygulanan ihtiyati tedbir kararları cep telefonu dünyasında da uygulansa sadece bu türden tek bir örnek için tüm operatörlere ait SMS gönderme imkanı ihtiyaten kapatılabilir. Hatta eğer bu nahoş durum SMS mesajıyla değil de cep telefonundan sesli görüşme yapılarak gerçekleştirildiyse tüm şebekelerin tüm sesli görüşme imkanları da durdurulabilir.

Size içinde tehdit unsurları yer alan bir mektup mu gönderildi postayla, o halde ülkedeki tüm posta hizmeti durdurulmalıdır.

SMS, cep telefon görüşmeleri, posta hizmetleri söz konusu olduğunda bu tür yasaklamalar mantıksız gelirken iş internete gelince mi birden mantık ortaya çıkıyor? Anlaşılan dünyada çok az ülke (örneğin Çin, Türkiye) internetin gerçek gücünü tespit etmiş durumda. Bu gücün getireceği yıkıcı sonuçlardan vatandaşlarını korumak için gece gündüz çalışıyor. Diğer ülkeler ise twitter’dan birbirlerine dedikodu içeren mesajlar gönderip, dalgalarını geçiyor olsa gerek.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1176) - Ooof Off Line Köşesi - 02 10 2009

İÇERİK KRALDIR


İçeriğin kral olması kolay; ama krallık yapabilmesi zor. Bu zorluğun temelinde iki önemli unsur var. Birincisi içeriği oluşturanların bilgi seviyeleri ise ikincisi de hattın öbür ucundaki kamuoyunun bilgi seviyesi.


Internetin ve webin popülerleşmeye başladığı doksanlı yıllardı. Bugün dijital kültürü bir şekilde etkilemiş teknolojik gelişimlerin pek çoğu ya henüz icat edilmemişti ya da emekleme aşamasındaydı.

Web 2.0 yoktu. Blog yoktu. Facebook, twitter, myspace, youtube yoktu. MSN yerine ICQ kullanılırdı. En büyük internet başarıları denildiğinde üç örnek verilirdi: Amazon.com, ebay.com, dell.com. Google bile yoktu. O kadar eski (!)

O emekleme evresinde internet dünyasında öne çıkan ilk büyük sloganlardan bir tanesi de şuydu : İçerik kraldır (content is the king). Bu aslında o zamanın imkansızlıkları içinde kaçınılmaz bir gerçekti. Çünkü web sayfalarını renklendirecek, kullanıcıların birbiri ile etkileşim sağlayacak teknolojik imkanlar söz konusu değildi. En ileri sitelerde içerik yazı, hareketli görüntü ve video kliplerle sınırlıydı.

Bu imkansızlıklar içinde web sitelerine trafik çekmek doğal olarak siteye eklenecek içeriğin gücüyle doğrudan ilgiliydi. Web sitesindeki içerik (metin, fotoğraf vb) öyle bir içerik olmalıydı ki insanlar başka bir web sitesine değil de o web sitesine gelmeyi tercih etsindi.

Geçtiğimiz günlerde Akşam Gazetesi’nden Serdar Turgut; Financial Times CEO’su John Ridding’in Columbia Journalism Review dergisine vermiş olduğu bir röportaja atıfta bulunarak, gazeteciliğin ve gazetelerin geleceği konusunu gündeme getirdiğinde satır aralarında ortaya çıkan basit strateji onbeş sene öncekine göre pek bir fark arz etmiyordu : İçerik kraldır.

Financial Times gazetesi başından beri web sitesini ücretli bir hizmet olarak sunuyor. Ancak ücretli abonelik çekmek için basit bir yaklaşım izleniyor. Belli bir miktarda içerik ücretsiz. O sınır geçildiğinde ücretsiz üyelik gerekiyor. Ücretsiz üye olarak da belli bir miktarda daha içeriğe erişmek mümkün. Ancak o da yetmiyorsa bu kez ücretli üyelik gerekiyor.

Bu basit modelin verimli çalışabilmesi için gerekli olan en kritik şey, dijital dünyada gazete okumak isteyecek kişinin daha fazla içerik talep edebilmesini sağlamak. Bu da ancak kaliteli bir içerikle söz konusu olabilir.

Internetin sunduğu çeşitlilik, okurun bir şey vermesi söz konusu olduğunda derhal devreye girer. Örneğin site sizi ücretsiz olsa dahi abone yapmadan içerik sunmuyorsa ilk tepkiniz abone olmak için bir form doldurmak yerine hemen Google’a gidip, aradığınız şeyi direkt bulabileceğiniz bir başka web sitesini aramak olacaktır.

Ancak başka yerde bulamayacağınızı bildiğiniz bir içerikse orada sizi bekleyen, o zaman vakit harcayıp üye de olursunuz. Para harcayıp abonelik aidatı da ödemeyi göze alırsınız.

Ne ilginçtir ki ülkemizde medya siteleri, medya organları (tv, gazete, dergi vb) içeriklerini kalitesizleştirme açısından birbirleriyle yarış halindeler. Bu sadece “sıkıcı” denilebilecek haber türü içerikle sınırlı da değil. Her konudaki içerik için geçerli. Dizilere bakın, spor programlarına, spor sayfalarına bakın. Ya da köşe yazılarını inceleyin.

İçeriğin kral olması kolay; ama krallık yapabilmesi zor. Bu zorluğun temelinde iki önemli unsur var. Birincisi içeriği oluşturanların bilgi seviyeleri ise ikincisi de hattın öbür ucundaki kamuoyunun bilgi seviyesi. Bu iki unsurdan en az birisinde seviyesizlik zaafiyeti baş gösterirse içeriğin krallığının bir anlamı kalmaz.

Bu durumda içeriğe önem vermek, okur ve yazar tabanında belli bir seviyeyi yakalamış kültürlerde odaklanılması gereken en temel unsurken, bilgi olgusunun değer verilecek bir şey olduğunu henüz idrak edememiş Türkiye gibi ülkelerde içeriğin kral ya da soytarı olmasının bir anlamı yoktur. Önce hem okur hem de yazar soytarılığı bıraksın.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1175) - Ooof Off Line Köşesi - 25 09 2009

Çarşamba, Eylül 23, 2009

“INTERNET BİLGİNİN ZAFERİDİR”


20. yüzyılın kalıntılarının o yüzyıldaki imtiyazlı durumlarını korumak için 21. yüzyılın kendine özgü ilerleme modeli ile savaşmaları nafiledir.


7 Eylül 2009’da bir grup Alman gazeteci “Internet Bildirgesi” adı altında 17 maddelik bir manifesto yayınladı. Bu 17 maddenin başlıkları şunlar:

1. Internet farklıdır.
2. Internet bir cep boyutu medya imparatorluğudur.
3. Internet toplumdur; toplum internettir.
4. Internet özgürlüğü dokunulmazdır.
5. Internet bilginin zaferidir.
6. İnternet gazeteciliği değiştirmez geliştirir.
7. Net ağ gerektirir.
8. Linkler ödüllendirir, alıntılar süsler.
9. Internet siyasi söylem için yeni bir mekandır.
10. Bugün basın özgürlüğü, düşünce özgürlüğü anlamına gelir.
11. Çok fazla bilgi diye bir şey yoktur!
12. Gelenek bir iş modeli değildir.
13. Telif internet üzerinden bir sivil görev haline gelir.
14. Internette çok para vardır.
15. Internette olan internette kalır.
16. Kalite en önemli nitelik olmaya devam ediyor.
17. Herkes için.

Her bir maddenin altında birer paragraflık açıklama mevcut. Tam metni okumak isteyenler (manifesto Türkçe dahil onaltı dilde yayınlanmış) için web linki bu yazının sonunda yer almaktadır.

Internet farklıdır derken gazeteciler, medyayı şu konuda uyarıyor: “Medya günümüz teknolojik gerçeklerini görmezden gelmekten ve onunla boğuşmaktan vazgeçip, çalışma yöntemlerini bu gerçeklere uyarlamalıdır”.

Her paradigma sıçraması söz konusu olduğunda, mevcut koşullara göre imtiyazlı durumda olanlar, “elden gidiyor” yaygarası koparır. “Din elden gidiyor” ya da “Gazetecilik elden gidiyor” gibi. Ancak bu sloganların başında içlerinden söyledikleri için duyulmayan bir ibare de vardır: “Benim yönettiğim”. Asıl feryad şudur: “Benim yönettiğim din elden gidiyor”! Ya da “Benim yönettiğim gazetecilik elden gidiyor”.

Internet pek çok toplumsal konu için olduğu gibi gazetecilik için de bir paradigma sıçraması yaratıyor. Kurallar değişiyor. “Internet bilginin zaferidir” isimli beşinci maddede manifesto şu açıklamayı yapmış:

“Yetersiz teknolojisi nedeniyle medya kuruluşları, araştırma merkezleri, kamu kuruluşları ve diğer kuruluşlar bugüne kadar dünyadaki bilgileri derlemiş ve sınıflandırılmıştır. Bugün her vatandaş kendi kişisel haber filtrelerini oluşturabilir, arama motorları ile daha önce hiç bilinmeyen boyutta bir bilgi hazinesine ulaşabilir. Bireyler artık her zamankinden daha iyi şekilde bilgilenebilir.”

Artık bu gerçeği kabul etmenin zamanı geldi. Bilgiyi derleme, sınıflandırma vb işlevleri eski dünyanın araştırma merkezlerinin, medya ya da kamu kuruluşlarının imtiyazlı bir hakkı değildi. Onlar sadece bu işlevi yerine getirecek imkanlara sahip oldukları için bu görevi icra ediyorlardı.

Bugün bu görev artık birey düzeyinde dünya sathında gerçekleştirilebilecek hale gelmiştir. Bilgi iletişim teknolojileri 21. yüzyıl bireyine bu imkanı sağlamaktadır. O halde 20. yüzyılın kalıntılarının o yüzyıldaki imtiyazlı durumlarını korumak için 21. yüzyılın kendine özgü ilerleme modeli ile savaşmaları nafiledir. Akıntıya karşı kürek çekmektir.

Ya yeni dünyada yerinizi alın ya da sessizce emekli olun!

Not: Manifestoya ait Türkçe çeviriler, Doç. Dr. Mustafa Akgül’ün orijinal tercümesinden alınmıştır. İlgili linkler: http://blog.akgul.web.tr/?p=30 (Türkçe), http://www.internet-manifesto.org/ (İngilizce), http://www.internet-manifest.de/ (Almanca).

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1174) - Ooof Off Line Köşesi - 18 09 2009

Pazartesi, Eylül 14, 2009

INTERNETTE MAÇ İZLERKEN


Şifreli kanallardaki futbol maçlarını internetten yayınlayan sitelerde maç izlemek yerine izleyenlerin birbiri ile yaptıkları canlı yazışmaları takip etmek çok daha eğlenceli. Bir yanda webden nasıl maç izleneceği konusunda yardımcı olanlar diğer yanda hiçbir şeyden anlamayan küfürbazlar.


Şifreli kanallardan lig maçlarını canlı olarak izleme imkanı ilk çıktığında futbol fanatikleri bir süre kahvehanelere gitmek zorunda kalmıştı. Daha sonra çoğu güçlü pazarlama satış faaliyetlerine yenik düştü ve gerekli cihazları alıp abone olarak evlerinin konforunda maç izlemeye geri döndü.

Şu sıralarda ikinci şifreli yayın kanalının da devreye girmesiyle benzer bir durum söz konusu. Bu kez kahvehanelere bir alternatif de ortaya çıktı. Internet. Internette yer alan ve televizyon yayını yapan kimi web siteleri dünya televizyonlarında gösterilen pek çok programı (futbol maçı olması ya da şifreli bir kanalda yayınlanması gerekmiyor) internet üzerinden canlı olarak tüm dünyaya sunuyor.

İşin ilginç yanı Türk fanatiklerin “kahvehane kültüründeki” dialogları fazlasıyla internete taşımış olması. Nasıl mı? Bu tür web sitelerinde sunulan canlı yazışma (chat) imkanı sayesinde. Öyle ki bir süre sonra maçı izlemek yerine yan sütundaki bu yazışmaları takip etmek çok daha ilgi çekici hale gelebiliyor.

Gördüğüm kadarıyla bu yazışmaya girenlerin bir kısmı kendi web sitelerine aldıkları üç beş kuruşluk reklamdan para kazanmak için bu sitelerde “hangi maç hangi web sayfasından nasıl izlenir” hizmetini vermenin peşine düşmüş. İkinci kısım ise bütün sarkastikliği ile bu kişileri eleştirmek, eleştirmek ne kelime ağıza alınmayacak küfürlerle deşarj olmak üzere bu sitelere takılıyor.

Internete girebilip, webde dolaşmayı öğrenmiş ve bu büyük emeklerinin(!) karşılığında kendilerine herhangi bir uluslararası ödül verilmemiş(?) olduğundan dolayı büyük bir rahatsızlık duyduklarını sandığım ikinci gruptaki kişiler, tüm bir maç süresince birinci gruptaki kişileri küfür yağmuruna tutuyor. Sebep? Maçı izleyebilmeleri için ne yapmaları gerektiğini kendilerine doğru düzgün açıklayamıyor oldukları için.

Bu yazışma ortamının bir özelliği dikkatimi çekti. Site mesajlarda geçen web site adreslerini otomatik olarak sansürlüyorlar. Küfürbazlara yardımcı olmaya çalışanlar buna karşı basit bir çözüm geliştirmişler. Web site adresinin bazı yerlerine boşluk koyarak yazıyorlar. Diyelim ki http://www.x123.com/ yazacaklarına www.x123 .com yazarak 3 ile .com arasına bir boşluk bırakıyorlar.

Uluslararası uzman internet kullanıcısı ödülünü alamamış küfürbazlar ise adresi kendi bilgisayarlarında boşluk ile birlikte kopyala/yapıştırıp ilgili sayfaya erişemedikleri için basıyorlar küfürü. Tabii bunları bekleyen daha büyük sorunlar da oluyor. Örneğin maç yayınlayan bazı televizyon siteleri, birkaç dakika maç yayını yaptıktan sonra yayını kesiyor ve kişiyi siteye ücretli üye olmaya zorluyor. Burada yapılacak en pratik şey yayın yapan siteyi yanıltmak.

Çünkü bu medeni siteler, diyelim ki Türk ve İsviçre takımlarının bir maçını gösteriyorsa, sadece bu iki ülkeden gelen trafiğe engel koyuyor ancak diğer ülkelerden gelen trafiğe karışmıyorlar. Farklı coğrafik bölgeden erişiyormuş imkanı sunan bazı yazılımlar da bu kuralın yanından geçilmesini sağlıyor. Gelin de bunu onlara anlatın!

Yardım edenlerin sabırları ise dikkate değer. Birisi en sonunda dayamadı ve gözü dönmüş bir küfürbaz ile mantıklı bir tartışmaya girdi. İşe annesine küfür edilmesi yerine direkt kendisine küfür edilmesini önermekle başladı. Sonra da o anda yüzlerce kişi verdiği bilgi ile maç seyrederken o küfür eden kişinin seyredememesini onun kendi beceriksizliğine yordu.

Buna karşı yurdum insanının köşeye sıkıştığında takındığı tavır devreye girdi. Küfürbaz kişi kendisinin hatalı çıktığı o durumu bir anda unuttu(rdu) ve yardımcı olan kişiyi üç beş kuruş para kazanmak için çetrefilli çözüm yolları sunmakla suçladı. Maçın bitmesiyle en berbat batakhanelerde bile rastlanmayacak türden bu dialoglar da sona erdi. Sanırım bir sonraki maça kadar.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1173) - Ooof Off Line Köşesi - 11 09 2009

Cuma, Eylül 04, 2009

(INTERNET KORSANLIĞI İÇİN) DADALOĞLU DER Kİ


“Bence internet korsanlığının giderek artması mevcut iş modellerimize ve yasal çözümlerimize karşı güven eksikliğinin bir göstergesidir.”


Cem Yılmaz’ın 10 Derste Anadolu Rock paradosinde verilen derslerin biri de “Hadi bana inanmıyorsunuz, bakın Karacoğlan öyle demiş” türünden şarkıda verilen mesajı geçmişten bir isimle desteklemek idi. Bu mantıkla; girmek için ülkece seferber olduğumuz AB’nin, Telkom ve Dijital Medya’dan sorumlu “bakanı” Viviane Reding’in 9 Temmuz 2009’da Lizbon’da yaptığı konuşmaya kulak verelim. Reding der ki :

“Internet korsanlığı, interneti en yoğun kullanmakta olan ve dijital yerli denilen 16-24 yaş grubundaki bireyler için giderek daha çekici (“seksi”) bir hale gelmektedir. Bu kuşak dijital ekonomimizin, yeniliklerin ve gelişme fırsatlarının temelini oluşturacaktır. Eurostat istatistiklerine göre bu kuşaktan bireylerin %60’ı geçen aylar içinde herhangi bir ücret ödemeden internet üzerinden görsel-işitsel içerik indirmiş olup; bunlardan %28’i bu tür şeyler için para ödemek istemediklerini belirtmiştir.

“Bu figürler mevcut sistemimizdeki ciddi eksikliklerin bir göstergesidir. Kanunlara karşı gelenleri cezalandırmak gerekir. Ancak pazarda gerçekten de yeterince çekici ve tüketici-dostu yasal arz mevcut mu? Telif Hakları konusundaki mevcut yasal sistemimiz internet kuşağının beklentilerini karşılayacak seviyede mi? Bunu engellemek için tüm alternatifleri değerlendirdik mi? Konuya 16 yaşındaki bir bireyin gözünden baktık mı? Yoksa sadece Gutenberg Çağı’nda büyümüş hukuk proseförleri gözünden mi bakıyoruz? Bence internet korsanlığının giderek artması mevcut iş modellerimize ve yasal çözümlerimize karşı güven eksikliğinin bir göstergesidir. Kanun koyucular için bu bir uyarı olmalıdır.

“Eğer dijital içeriğe erişimi süratle daha kolay ve kullanıcı dostu hale getirmezsek, dijital hizmetlerin yasal kullanımı ve sanatsal yaratıcılığı konusunda tüm bir kuşağın desteğini kaybedeceğiz. Ekonomik, toplumsal ve kültürel olarak bu bir trajedi olur. O nedenle benim temel önceliğim, diğer yetkililerle eşgüdüm içinde, tek bir pazarda kenetlenmiş Avrupa’nın dijital içeriğe erişmede basit, kullanıcı dostu yasal bir çerçeve oluşturmak ve o arada içerik yaratıcılarının hak ettiklerini almalarını sağlamak için çalışmak olacaktır. Dijital Avrupa ancak ilgili son kullanıcı ve yaratıcı tüketiciler olarak, içerik oluşturucular ve dijital yerli kuşağından kişilerle birlikte kurulabilir.”

AB’de konuyla ilgili üst düzey bir yetkilisinin şu tümcesinin altını yeniden çizelim: “Bence internet korsanlığının giderek artması mevcut iş modellerimize ve yasal çözümlerimize karşı güven eksikliğinin bir göstergesidir.”

“Önce özgür birey” diyorsak, bireyin rahatsızlıklarını dikkate almak, neden rahatsız olduğunu analiz etmek ve bu rahatsızlıkları ortadan kaldırmak için gerekli olan şeyleri yapmak gerekir. Alternatif olarak şöyle de denilebilir: Mevcut kanunlara göre bu yasa dışıdır ve cezalandırılmalıdır. Nokta.

Tesadüfe bakın ki son zamanlarda ülkemizde de tam da böyle bir bakış açısı sergilediğimizi ortaya koyan düzenlemeler yapılmakta. Korsan mı, cezalandırın. Neden? Çünkü telif haklarına saygı göstermiyor, ilgili yasaları çiğniyor. (Acaba yasalar biraz demode mi kaldı?... Sus kapa çeneni; bul cezalandır).

Malum ülkemizde vergi, kim bulunursa ondan tahsil edilen bir olgu. Korsana karşı mücadele de anlaşılan biraz bu mentalite ile icra edilecek. Kamu kurumlarının mekanlarını kiralayarak korsan kitap, CD satanlara karşı birşey yapamıyoruz (neden acaba?) ama dijital altyapıda kimin nereden ne indirdiğini tespit edebiliyoruz. O zaman faturayı ona keselim. Hem ABD de böyle yapmıyor mu? Daha geçen gün bir kaç müzik şarkısını indiren bir üniversite öğrencisine yüzbinlerce dolar ceza kesmedi mi ABD mahkemeleri?

Her zamanki gibi problemi yanlış tanımlamaktayız. O nedenle de yanlış tanımlanmış bir problemin çözüm alternatiflerinin hangisinin daha doğru olduğunu tartışmak da temeldeki problemimizi çözmeye katkı sağlamayacak. Temel problemimizin dijitalleşme olgusunun var olmadığı bir dönemde icat edilmiş olan telif haklarının güncellenmesidir. Öte yandan “Önce özgür birey” diyemediğimiz sürece yapılacak güncellemeler bir işe yaramayacaktır. Ben demiyorum Dadaloğlu (pardon Avrupa Birliği) öyle diyor.

(İlgili dökümanın tamamı için bakınız http://tr.im/wOWS )

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1172) - Ooof Off Line Köşesi - 04 09 2009

Cuma, Ağustos 28, 2009

i2010 ve TEKNOLOJİ DOSTU ÜLKE OLMAK


Teknoloji dostu bir ülke olmanın basit kriteri şu olsa gerek: Ülke vatandaşının konumu teknolojiden ilk istifade edecekler arasında mı; yoksa en çok bedel (zaman, para) ödeyip en son istifade edecekler arasında mı?


Web, mobil GSM, ADSL, MPEG gibi bugünün dijital dünyasına yön veren bilgi ve iletişim teknolojileri (ICT) alanındaki buluşlar nerede icat edildi? Eğer Amerika diyecekseniz bir daha düşünün. Tüm bu teknolojik yeniliklerin merkezi Avrupa.

Peki Avrupa 2005’ten beri ne yapıyor? ICT alanında geri kalmamak için, Avrupa’nın içine girdiği son ekonomik krizden çıkabilmek için canla başla çalışıyor. Bilgi toplumunu, dijital toplumu AB’nin her ülkesinde birbirinden farksız olacak şekilde yerleştirebilmek, gündelik hayata entegre edebilmek için. Bu stratejinin adı i2010.

i2010’un üç temel ölçütü var: Gerek bireyler gerekse de firmalar için tek bir dijital pazar altyapısının teminine destek, bilgi ve iletişim teknolojileri alanındaki araştırma ve yenilikçi çözümler üretmeyi teşvik, AB’nin tüm vatandaşlarının bu gelişmelerden aktif olarak faydalanmalarını sağlamak.

Bu konuda ilgili AB komisyonunun son raporu ağırlıklı olarak bilgi ve iletişim teknolojilerinin geliştirilmesinin önemine işaret ediyor. Öyle ki Avrupa’yı da etkisi altına alan global ekonomik krizden kurtulmak için bu alanda yapılacak yatırımlar, geliştirme faaliyetleri AB’nin krizden kurtulması için en önemli katkı unsuru olarak belirlenmiş.

Bu alandaki dinamo teknoloji hızlı internet bağlantı altyapıları olarak belirleniş durumda. Ülkemizin de kablo ve ADSL ile tanışmış olduğu hızlı internet altyapısı konusunda, bu teknolojilerinin mucidi konumundaki Avrupa’nın çok ciddi hedefleri var. Örneğin Finlandiya 2010’a dek 1 Mbit erişim altyapısını tüm ülke genelinde bir standard hale getirmeyi zorunluluk olarak kabul etmiş durumda. 2015’teki zorunlu asgari bağlantı hızı ise 100 Mbit olacak.

Almanya’nın ülke hedefi 2010’da tüm ülkeye hızlı internet altyapısını kavuşturmak. 2014’te ise internete erişen hane halkının %75’inin internete 50 Mbit ile bağlanmasını sağlamak. Fransa’nın hedefi 2012’de hızlı internet erişiminin aylık ücretinin en çok 35 Euro olmasını sağlamak. Portekiz tüm ülkeyi optik fiber altyapısı ile donatmayı hedeflemiş durumda.

Biz bugün ülkemizde dijital uçurumun bir türlü kapanmadığını anlatmaya çalışırken aynı kaygıları taşıyan AB ülkeleri kendilerini bu konuda gecikmeden bir şeyler yapmak zorunda hissediyor ve aksiyon alıyor. Örneğin hızlı internet altyapısı konusunda Japonya’nın ve Kore’nin, kablosuz iletişim konusunda Asya ülkelerinin, dijital uygulamalar ve sosyal ağlar konusunda Amerika’nın AB’yi geçtiğini görüyorlar. Farkın açılmadan kapatılması için tedbirler alıyorlar.

Tedbirler söz konusu olduğunda başı çeken şeyler bilgi ve iletişim teknolojilerine, bu alandaki AR-GE faaliyetlerine yatırım yapmak, internet hizmetlerini AB ülkelerinde yeknesak bir düzenleme altında ele alabilmek (erişim, vergi, güvenlik, ücretledirme vb konularında ülkeden ülkeye değişim göstermeyecek standardlar geliştirmek), hızlı internet erişim altyapısını lüks değil zaruri bir altyapı bileşeni haline getirmek gibi hedefler.

Öte yandan altyapıya dönük yatırımlar söz konusu olduğunda en büyük risk olan bu gelişmelerin son kullanıcıya gözle görülür fayda sağlayıp sağlamadığı hususunun ıskalanmaması için de tedbirler alınmış. AB ülke vatandaşlarının gündelik hayatının kalitesini artırmaya yönelik çalışmaların yapılması da i2010 stratejisinin içinde haricen ve altı çizilerek belirtilen bir kriter.

Ülkemizde sanırım ilk yapılması gereken şey teknoloji alanındaki yatırımların, ulusal ekonomik problemlerimizi çözmek için icat edilmiş iki metod olan özelleştirme ile vergi toplama kısır döngüsünden bizi kurtaracak yegane çözüm olduğunu idrak edebilmek ve bu seviyede ciddi bir yaklaşımla bilgi ve iletişim teknolojilerine yatırımları teşvik etmek. Türkiye teknolojiyi ana konu yapacak kadar ciddiye almazken, AB ülkelerinin tamamı teknolojiyi bu şekilde konumlandırmış durumda.

Teknoloji dostu bir ülke olmanın basit kriteri şu olsa gerek: Ülke vatandaşının konumu teknolojiden ilk istifade edecekler arasında mı; yoksa en çok bedel (zaman, para) ödeyip en son istifade edecekler arasında mı?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1171) - Ooof Off Line Köşesi - 28 08 2009

Cuma, Ağustos 21, 2009

3G YETMEZ 4G OLSUN !


Devlet, özel şirketler teknlojik imkanları vatandaşa vergi, tarife ya da başka bir marifet olmadan doğrudan ya da dolaylı sıfır maliyetle sunabilecekler mi? Bunun için başka ülkelerin AR-GE bütçelerine dolaylı katkı sağlama rolünden ülke olarak bizi kurtarabilecekler mi?


Üçüncü Nesil mobil iletişim teknolojisi 3G nihayet ülkemizde de devreye girdi. 3G dediğimizde aklımıza ilk ne geliyor? Birbirimizle görüntülü görüşme yapabiliriz. Olağanüstü gereksinim duyduğumuz (!) bu eksiklik de böylece giderilmiş oldu. Ülke olarak bilgi toplumu olma yolunda önemli bir aşamayı daha geçmiş olduk.

Gerçekte durum nedir? 3G teknolojisinin temel varlık sebebi olan veri iletim imkanlarının hızının artması sayesinde cep telefonu kullanarak daha önce çok yavaş yapmakta olduğumuz ve hayatımıza değer katan hangi süreci hızlandırmış olduk? Böylece ne gibi avantajları yakaladık?

Teknoloji tüketimindeki önemli bir olgu da fayda maliyet analizini gerçekçi bir şekilde yapabilmektir. Evet 3G’nin devlete, GSM operatörlerine ya da 3G uyumlu telefon markalarına, reklam-alanlara önemli katkıları oldu. Devlet daha bir yıl öncesinde lisans bedellerini peşin tahsil ederek alacağını aldı. Operatörler bunun bedelini son kullanıcı olan müşterilerine yeni 3G fiyat tarifeleri olarak yansıttı. Daha ilk günden. Keza telefon şirketleri de 3G’yi yeni model cep telefonlarını satabilmede güncel pazarlama fırsatı olarak kullanmaya başladı. Reklam-alanların durumunu anlatmaya gerek yok. Her gün gazete, radyo ve televizyonlarda bunu somut olarak görüyoruz.

Son kullanıcı olarak bize kalan ise bu işe para yatırmış olanların yatırım ve işletim maliyetlerini karşılamak. Bol bol 3G kullanalım. Birbirimizle sadece görüntülü görüşmeler yapalım.

Bu bakış açısı teknoloji düşmanlığı olarak yorumlanabilir. Ancak daha ziyade altı çizilmek istenen şey şudur: Bu maliyetin gerisinde son kullanıcı olan aboneler ne gibi faydalar sunulmaktadır? Elimizdeki teknolojinin (her ne olursa olsun) sunduğu imkanların tümünü olmasa bile önemli bir kısmını kullanma gereği duymuyorsak o teknolojiyi ihtiyacımız da yok demektir.

Evlerimizde yüksek çözünürlüklü (HD) televizyonlar var. Peki kaçımız bu imkandan istifade edecek HD kalitesinde yayın yapan kanalları ya da kanal paketlerini almış durumdayız? Belki de evinde HD televizyon olan pek çok kişi normal kalitede izlediği yayınları sırf televizyonu HD diye HD kalitesinde izlediğini sanıyor hala. Aldığı yayının ve o yayını aktaran dekoder cihazlarının da HD ile uyumlu olması gerektiğinin farkında bile değil.

Bankalarımız son model ATM cihazı alma konusunda birbiri ile yarış halinde. Bu cihazları üreten fabrikalardan birine en yakın kasabada daha hala yirmi otuz yıl önce çıkan ve iki satır ekranı olan ATM cihazlarının kullanıldığını görseler tepkileri ne olurdu acaba?

Başbakanımız 4G’nin de müjdesini şimdiden verdi. İnşallah zamanı geldiğinde 4G’ye de geçmek bu hükümete nasip olacakmış. Hayırlısı olsun. 3G’de 14 – 15 Mb düzeyinde olan bir hız kapasitesinin 100 Mb seviyesine çıkaran dördüncü kuşak altyapısı sayesinde tüm cep telefonu kullanıcıları (mı? hayır, sadece 4G ile uyumlu cihazı olanlar) inşallah bu sayede cep telefonlarının kocaman (!) ekranlarından maç yayınlarını canlı izlemekle kalmayacak aynı zamanda yayını HD kalitesinde alacak. Bu önemli eksiğimizin bir an önce kapatılması gerekir.

Belki de zihinlere şu soru gelmiştir? Peki tüm bunlar (görüntülü konuşma vb) marjinal fayda ise 3G’nin ya da gelecekte 4G’nin asıl faydası nedir? Neden 3G’ye ya da 4G’ye geçmeliyiz? Bu soru sorulduğu zaman bize özgürce internete girme imkanları sağlayan devlet, operatörler, telefon şirketleri, reklam-alanlar sessizce birbirine bakıp ötekinin cevap vermesini bekleyecektir. Gerçekten nedir asıl faydası bu işin?

Özgür internet! Hani youtube.com’a, wordpress.com’a ve daha yüzlerce web sitesine erişimin yasal marifetlerle engellendiği şu internete... Kimi kandırıyoruz? Bugün ülkemizde 3G uyumlu telefona sahip olan ya da bu yıl bitmeden sahip olacak olan kullanıcıların en çok yüzde 10’u 3G’nin sunduğu hızlı internet erişimini gündelik hayatında eğlence dışındaki konularda bir fark yaratabilmek için kullanıyor olacak.

Devlet, teknoloji şirketleri eğer taş üstüne taş koymak istiyorlarsa bu imkanları vatandaşa vergi, tarife ya da başka bir marifet olmadan doğrudan ya da dolaylı sıfır maliyetle sunabilecekler mi? Bunun için başka ülkelerin AR-GE bütçelerine dolaylı katkı sağlama rolünden ülke olarak bizi kurtarabilecekler mi? Efendim; cevabınızı duyamadım?...

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1170) - Ooof Off Line Köşesi - 21 08 2009

Pazartesi, Ağustos 17, 2009

TÜRKİYE’DE DİJİTAL UÇURUM


DPT’nin her yıl düzenli olarak yaptığı ülkemizdeki bilgisayar ve internet kullanımı karşımıza ilginç sonuçlar çıkarmakta.


Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye’deki teknolojik gelişmeleri ve bilgi toplumu olma yolundaki gelişmeleri tespit etmek amacıyla her yıl yapmış olduğu ölçümleri 2008 yılı için tamamlayarak geçtiğimiz günlerde bir rapor olarak yayınladı.

2008 yılının ilk üç ayı baz alınarak yapılmış olan bu anket 2004, 2005 ve 2007’den sonra bu alanda yapılan dördüncü anket. 2004’te 9 bin 571, 2005’te 10 bin 151, 2007’de ise 4 bin 674 haneyi baz alarak yapılmış olan değerlendirme anketi 2008 için 5 bin 321 hanede gerçekleştirilmiş.

Temel olarak sunulan grafiklere bakıldığında hemen her kategoride artış olduğu tespit edilmekte. Örneğin bilgisayar kullanımı açısından veriler 2007’de anket yapılan hanelerin yüzde 29,5’i üç aylık dönemde bilgisayar kullanmış olduğunu ifade etmişken, 2008’de bu figür yüzde 34,3’e yükselmiştir.

Bir alt kırılımda incelendiğinde ise kentlerdeki bilgisayar kullanımının kırsal alandaki kullanıma göre daha yüksek olduğu görülmektedir. 2007’de kentlerdeki hanelerin yüzde 37’si, kırsaldaki hanelerin ise ancak yüzde 16,4’ü bilgisayar kullanmış. 2008 ise bu figürler sırasıyla yüzde 42,6 ve yüzde 19,1 olmuş.

Bilgisayar kullanımı açısından dijital uçurumu değerlendirdiğimizde karşımıza şöyle bir tablo çıkar. 2007’ye göre 2008’de genel anlamda uçurum biraz olsun kapanmıştır. 2007’de neredeyse üç haneden ancak birisi bilgisayar kullanırken, 2008’de bu oran iki buçuk hanede bire çıkmıştır.

Öte yandan kentlerdeki bilgisayar kullanımı ile kırsal kesimdeki bilgisayar kullanımı arasındaki dijital uçurumu göreceli olarak değerlendirdiğimizde karşımıza şöyle bir sonuç çıkmakta: 2007’de kent / kırsal oranı 2,25 ilen 2008’de bu oran 2,23’e gerilemiştir. Bu demektir ki kırsal kesimdeki bilgisayar kullanma oranının artış hızı kentlerdeki artış hızından çok az da olsa daha yüksektir.

DPT’nin anketinde bireysel internet kullanımına yönelik de figürler verilmektedir. Buna göre 2007’de yüzde 26,7 olan internet kullanım oranı 2008’de yüzde 32,2’ye yükselmiştir. Bir başka deyişle 2007’de internet kullanımı açısından dijital uçurum dörde bir iken (her dört haneden ancak biri internete erişirken), 2008’de bu oran üçe bir oranına gerilemiştir.

Kentlerden internet erişimi ile kırsal kesimden internete erişim oranları da 2007’de yüzde 33,9 ile yüzde 14,2 iken, 2008’de yüzde 40,6 (kent), yüzde 16,8 (kırsal) olarak tespit edilmiştir. Bu çerçevede kentler ile kırsal kesim arasındaki dijital uçurumu internet kullanımı açısından değerlendirdiğimizde 2007’de 2,38 oran göreceli oran 2008’de 2,41’e yükselmiştir. Bir başka deyişle internet kullanımı açısından uçurum kırsal kesim aleyhine çok az da olsa derinleşmiştir.

Yaş grupları açısından incelendiğinde internet kullanımı en yoğun olarak 16-24 yaş grubunda görülmekte olup (yüzde 55) global eğilimlerle paralellik arz etmektedir. Kadın erkek oranına bakıldığında da yine genel temayüle uygun olarak erkek nüfusu kadın nüfusundan daha yüksektir.

İlginç bir istatistik de 2008 yılı içinde ankete katılanların yüzde 69’unun bilgisayar ile ilgili herhangi bir kursa katılmamış olması. Bir başka deyişle dijital uçurumu el yordamıyla, sağdan soldan edindiğimiz bilgilerle öğreniyoruz. Disiplinli bir eğitim modeli bize ters!

Internete en çok evden (yüzde 55,2), iş yerinden (yüzde 38,4) ve internet cafelerden (yüzde 24,2) bağlanıyoruz. Bir başka ilginç tablo da interneti kullanma amacıyla ilgili. En popüler kullanım amaçları şöyle : Gazete, dergi okuma, haber indirme (yüzde 76), e-posta gönderme/alma (yüzde 74), anlık ileti gönderme, yani MSN, chat, skype vb (yüzde 69,7), müzik indirme ve dinleme (yüzde 65,2), webcam ile videolu görüşme yapma (yüzde 45,5). Örneğin blog okuryazarlığımız oldukça düşük (blog okuma yüzde 4,9, blog oluşturma yüzde 3,9)

Bu temel göstergeler bize Türkiye’de bilgisayar ve internet kullanımı konusunda önceki yıllara göre bir ilerleme olduğunu gösteriyor göstermesine ama bu gelişimin ülkemizin potansiyeli dikkate alındığında kayda değer bir anlam ifade etmediğini de gözler önüne seriyor. Trene atlayacağımıza rayların üstünden yürüyerek ve etrafı seyrederek ilerliyoruz.

Raporun Tamamına erişmek için :

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 14 08 2009

HAM TÜKETİLEN MEYVELER


Teknoloji bize bahçelerdeki meyveleri olgunlaşmadan, daha ilk belirmeye başladığı andan itibaren onları ham olarak tüketmeye yöneltiyor. Neden? Sanırım teknoloji toplumun ortak aklına şöyle bir inanışı enjekte etmeyi başardı : Onu ilk sen yemezsen bir başkası gelip yiyecek.


Suçlusu teknolojidir. Biraz daha derinleşirsek, teknolojinin yaşamımızı daha da süratlendirmesidir. O sebepledir ki nedeni bilmiyoruz, farkında değiliz ama herşeyi son sürat yapmamız gerekiyor.

Sokaklarda aylak aylak değil, hızlı hızlı yürümemiz lazım; mecburuz çünkü aksi taktirde bir şey kaçıracağımız kesin. Neden çünkü eskiden iki günde bitirilen işler bugün bir günde tamamlanması gerekir hale geldi.

Dinlediğimiz müziğin temposu kesinlikle hızlı olmalı. Yirmi sene önce süratın temsilcisi olan metal müziği örneğin bugünün dijital yerlileri olan gençler için dudak bükülecek seviyede “yavaş”.

Ancak giderek bu sürat olgusu daha önce varlığını gösteremediği alanlara da yönelmekte. Mesela haberler. Internet haberciliği sayesinde artık bir haber, haber olmadan önce haber olma yolunda ilerlerken “haber” olarak internet sitelerinden duyurulabiliyor. Hal böyle olunca da o haliyle pek bir şey ifade etmiyor; çünkü haber potansiyeli olan her şey her zaman haber olacak şekilde sonuçlanmayabiliyor.

Teknoloji bize bahçelerdeki meyveleri olgunlaşmadan, daha ilk belirmeye başladığı andan itibaren onları ham olarak tüketmeye yöneltiyor. Neden? Sanırım teknoloji toplumun ortak aklına şöyle bir inanışı enjekte etmeyi başardı : Onu ilk sen yemezsen bir başkası gelip yiyecek.

Bu stres ile yaşayan gençler her an herhangi bir şeyi tüketmek zorunda hissediyor kendisini. Zaman içinde bu hal diğer yaş gruplarına da yayılıyor. Hepimiz bir şeyler için bir yerlere koşuyoruz; nedenini bilmiyoruz ama öyle yapmamız gerekiyor.

Eğer bu modeli toplumun aklına kim soktu diye bir suçlu aramamız gerekiyorsa, bu işin fikir babalığı sıfatı “sanki bir tespitte bulunuyormuş gibi” pasif bir gözlemci pozisyonunda tüm dijital teknoloji piyasasını gaza getiren şu standardı önermiş Gordon E. Moore’dan başka birine pek yakışmaz gibi geliyor : “Bir dijital entegre devreye sığdırabilecek transistör sayısı her 18-24 ayda bir iki misline çıkar”.

Bu basit standardın dünyaya etkisi şudur; her iki yılda bir bilgisayarların temel bileşenlerini oluşturan entegre devrelerin performansı bir önceki muadilinin iki katına çıkacaktır (fiyatı iki katına çıkmadan).

Moore bu standardı 1965 yılında yazdığı bir makalede öne sürdü. Kendisi bugün dünyadaki masaüstü bilgisayarların ve laptopların büyük bir çoğunluğunun içinde yer alan en önemli entegre devreyi üreten Intel firmasının kurucu ortaklarındandır.

Bir standard gibi görünen bu kural aslında Intel firması (ve başka pek çok teknoloji firması) için kurulduğu günden itibaren bir başarı kriteri halini almıştır. Yani firma(lar) iki yılda bir ürettiklerinin performansını iki katına çıkarmak zorunda. Bu kural bugün de geçerli.

Sonuçları ise tüm dünyadaki toplumları, bireyleri derinden etkiledi, hala da etkilemeye devam ediyor. Bu kapasitede bilgisayarlar üretildikçe bilgisayarlarla yapılacak işlerin çapı da benzer şekilde artıyor. İnsan ise dijital dünyanın bu hızına yetişmek için yaşamının süratini sürekli artırmak zorunda. Sonuç? En ön koltuklarda oturan teknolojiyi yönlendiren sürücüler artık çok daha erken yaşta emekli olmak zorunda kalıyor.

Peki bu dünyanın çimenleri olan son kullanıcılar? Onlara da bu süratli yaşamda oradan oraya deli danalar gibi koşturmak kalıyor. Hayata ham meyve yiyerek başlayanlar lezzetli bir yemeğin tadını asla öğrenemeyecek. Eskiden bu lezzetleri tatmış olanlar giderek onları unutmakta ve içlerinde tanımlayamadıkları bir boşluk doğmakta.

Artık herkes için herşey anlamsızlaşmış durumda. O nedenle de en seviyesiz birisi bile en seviyeli yerlere gelebilir. Teknoloji dizginlerini eline alamamış her ülke, her toplum, her birey, diğerlerinin kuklası duruma düşmüş durumda. Bunlar size bir anlam ifade etmiyorsa siz de vücudunuzun bir yerine “HİÇ” yazan bir dövme yaptırın, keyfinize bakın!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 31 07 2009

Pazartesi, Temmuz 27, 2009

ÇOK BOYUTLU İNSANA DOĞRU


Rüştünü henüz ispat edememiş olan internete ülkemizde daha şimdiden bu denli yasak getirilmesi politikacıların içgüdüsel olarak onu bir tehdit algılaması olarak idrak etmekte olduklarının bir göstergesi.


Önce gazete. Sonra radyo ve ardından televizyon. Şimdi ise internet. Medyayı oluşturan katmanlar. Radyo çıktığında basılı medya çevreleri bir baskı hissetmişler miydi acaba üstlerinde? Radyo gazeteyi öldürecek diye. Ya da televizyon çıktığında? Radyo badiresini atlattık ama bu kez ne yapacağız diye telaşlanmışlar mıydı?

Mutlaka o evrelerde de belli belirsiz bir tedirginlik, telaş yaşanmıştır. Her yenilik bu tür ikilemde bırakır insanı. Eğer mevcut koşulların düzelmesi, değişmesi konusunda bir beklentiniz olmayacak kadar mevcut koşulları kontrol altında tutuyorsanız ya da hayatınızdan bezmiş, bezdirilmişseniz o zaman her gelen yenilik iri ya da ufak bir tehdittir. Tehdittir çünkü mevcut koşullardaki avantajlı durumunuzu kaybetme riskiniz var demektir (bezmiş ya da bezdirilmiş için bile o en avantajlı haldir; öyle olmasa ondan kurtulmanın yollarını arar bulana kadar)

Mevcut koşullar kontrolünüz altında değilse ve birşeylerin yetersiz olduğunu ya da değişmesi gerektiğini düşünüyorsanız ya bir şeyleri değiştirirsiniz ya da gelen yeniliğe bu beklentiyle sarılırsınız.

Internet geldiğinde de gerek ülkemizde gerekse de dünyada medya işte böyle bir çeşitlilik içeriyordu. 2000li yıllarda ortaya çıkan kriz janjanlı internetin fiyakasını biraz bozdu ama onu tehdit algılaması dışına çıkarmaya yetmedi. Medya ve politikacılar için internet neden radyo ya da televizyon devriminden çok daha önemli, güçlü ve kritik?

Sorunun cevabı basit aslında. Internete gelene kadar medyada haber alma, haberi yayma, daha genel anlamıyla kitleler ile iletişim içine girme süreci tek yönlü idi. Yani işin “iletim” kısmı güçlü ama “iletişim” kısmı güdük kalan bir modeldi bu.

Medya araçlarının bu tek yönlü imkanı zaman içinde özellikle politikacılar tarafından keşfedildi ve on yıllardır çok güzel kullanılmakta. Internet öncesi medya dünyası adeta bir tek boyutluluk gösterir. Medya aracından kitlelere doğru bir iletim. Bu kanalda ne iletirseniz alıcılar onunla beslenir. Kitlelerin beslenme alışkanlığı bu şekilde merkezi bir şekilde idare edilir. Bugün ülkemizde de her iktidara gelenin medyayı kontrol etme arzusu biraz da bu klasikleşmiş modelin bir göstergesidir. Medyayı kontrol altında tutarsanız kitleleri de kontrol altına almış olursunuz.

Çok net söylemek gerekirse internet bu tek boyutlu denklemi bugün bozmuş durumdadır. Bu bozgun iki boyutta incelenebilir. Birinci boyutu kendi içinde defoları barındıracak cinsten olup klasik medyanın da güdümlü yaklaşımı ile güvenilirlik ağına takılarak küçük gösterilmeye çalışılan “sadece internet üzerinden hizmet veren medya hizmetleri”dir. Artık dileyen herkes internet üzerinden bir medya işlevi görür hale gelebilir. Ancak bu kanal suistimale çok açık, kırılgan bir durumdur.

Daha güçlü olan ve klasik medya tarafından nasıl alaşağı edileceği bilinmeyen diğer boyut ise ne televizyonda vardı, ne radyo da ne de yazılı basında. O da kitlelerin internet sayesinde medya araçlarıyla ve birbirleriyle aktif bir iletişim ve etkileşim içinde olmalarıdır. Özellikle internet ve cep telefonu dünyasının içine doğan günümüzün dijital yerlileri olan gençler için farklı bir tutum düşünülemez bile. Sansür neymiş, “sen fikirlerini söyleme sessiz kal” demek ne demekmiş?

Bu dijital yenilikleri hayatlarının belli bir döneminden tanımış olan daha yaşlı dijital göçmenler için de durum değişmekte. Internet bireyin eğilmeden bükülmeden sesini yükseltmesini sağlayan yegane medya aracıdır.

Medyayı düşündüren işte budur. Çünkü sesini güçlü olarak duyuran kitle demek manipüle edilemeyen, edilemeyecek olan kitle demektir. Internet ya da bilgi çağı bu olgular üzerinde bir toplum inşa etmeyi hedeflemiş olan ülkeler için bir değer katacaktır. Şimdi bir de ülkemize bakalım... Politikacılar için medya hala kitleleri yönlendirmede en büyük tehdit unsuru ama internet kendi başına medyanın on katı daha büyük bir potansiyele sahip. Rüştünü henüz ispat edememiş olan internete ülkemizde daha şimdiden bu denli yasak getirilmesi içgüdüsel olarak bu tehdit algılamasının idrak edilmekte olduğunun da bir göstergesi.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 24 07 2009

HABER ve TELİF


Madem haberin haberini yapmak teliflik bir olgudur; o halde daha başta haberi yapmak da teliflik bir olgu olmalıdır.


Geçtiğimiz günlerde Chicago bölgesinin üst mahkeme üyelerinden yargıç Richard Posner Amerika’da gazeteleri internetten korumanın bir yolu olarak “gazete sitelerindeki haberlerin başka web sitelerinden linklenmesinin engellenmesini” önermiş.

Yani harici web siteleri bir haberin değil içeriğini başlığını dahi link olarak kendi sayfalarında gösterememeliler. Hal böyle olunca “ne var ne yok” diye merak edenler bile haberi üretmiş bir medya kurumunun web sitesine giderek araştırma yapması gerekir.

Altını çizmekte fayda var. Burada talep edilen şey bir medya kuruluşunun üretmiş olduğu haberi bir başka web sitesinin herhangi bir telif olgusunu dikkate almadan kendi sayfasına kopyala/yapıştır yapması değil. O haberin orijinal sayfasına başka web sitelerinden erişilmesini sağlayacak linkleri eklemek bile engellensin isteniyor.

Böylece telif hakkı kapsamında olan ve bir medya kuruluşunun web sitesinde yayınladığı bir haber, o telif hakkına “saygı göstermeyen” diğer web sitelerinin erişimine tamamen kapatılmış oluyor. Burada amaç nedir?

Amaç bireyler medya kuruluşlarının web sitelerine daha çok gitsin; daha çok web trafiği yaratsın. Bunun sonucu olarak da o web siteleri daha çok reklam alabilsin ve internetin alaşağı etmekte olduğu düşünüldüğü mali durumlarını biraz olsun düzeltmiş olsunlar.

Kafaların karışmaması için yeniden altını çizmekte fayda var. Harici web siteleri gazetelerin haber metinlerini kendi sitelerine zaten kopyalamıyorlar. Sadece o sitedeki haberin linkini yayınlıyorlar. Yargıç bunun bile engellenmesini öneriyor.

Aslında bu yargıç gelip bir de Türkiye gibi ülkelerin durumuna baksa link verilmesinin yasaklamasını filan istemez. Medya kurumlarının web sitelerinde yayınlanan haber ya da makalelerin tam metninin herhangi bir izin alınmadan ulu orta başka web sitelerinde yayınlandığı bir ortamda linkleri engellemenin bir anlamı olabilir mi?

“Haber” nedir? Önce bu basit soruya bir cevap bulmak gerek. Çünkü Posner’in temsil ettiği zihniyetin dayanak olarak tutunduğu dal “telif hakkı” olgusudur. Bir haberin telif hakkı da doğal olarak o haberi yapan kuruma aittir. Dolayısıyla bir başka oluşum (örneğin bir web sitesi) bu haberle ilgili bir haber yapıyorsa (kendi sayfasına o haberin linkini koymak “haberin haberi” olarak tanımlanabilir) bu durumda haberi yapan asıl kaynağa bir telif ödemek zorundadır. O halde web siteleri ya telif ödeyerek haberin haberini yapsın ya da haberin haberini yapması engellensin.

Bu mantık silsilesinde çelişkili bir nokta görünmüyor. Şu husus hariç. Madem haberin haberini yapmak teliflik bir olgudur; o halde daha başta haberi yapmak da teliflik bir olgu olmalıdır. Yani bir medya kuruluşu bir haber yapıyorsa, o haberin içeriğinde yer alan tüm kurum ya da kişilere de telif ödemelidir. Çünkü habere konu olan o kişi ya da kurum olmasaydı o haber de olmazdı (kamusal yarar hariç tutulabilir).

Bugün dünyanın hangi ülkesinde hangi medya kuruluşu haber yaptığı bir kişi ya da kuruma haber yaptığı için telif ödüyor (her ne kadar tersinin geçerli olduğu ısmarlama haberler olsa da)?

Öte yandan haberden farklı bir niteliği olan makale olgusunu haber ile aynı kategoride ele almamak gerekir. Makale bütünüyle yazarın ortaya koyduğu bir içerik olarak telif hakkı söz konusu olduğunda haberden daha güçlü dayanaklara sahiptir; yazarına ve medya kuruluşuna ait olma açısından.

Internetin haber olgusuna yeni bir tanım getirdiği bu yüzyılda medyanın getireceği katma değer, haberden ziyade yorumda; makalede, köşe yazı/yazarlarında olacaktır. Bu yönlerini güçlendiren kuruluşlar yaşamakta olduğumuz internet paradigmasında sıçrama yapıp geçen yüzyılın liderlerini geride bırakacaklar. (Bu kehanet tersten de yorumlanabilir. Makale, yorum yönleri güçlü olan medya kuruluşlarının lider olamadığı, ayakta kalamadığı bir toplumda içeriksiz haberler sosyal zekayı geriletmiş demektir).

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 17 07 2009

Cuma, Temmuz 10, 2009

MAKİNEDEN BİLE DEĞERSİZ


Bilgiye, bilgiyi analiz etmeye, bilgiden sentez üretmeye değer vermeyen bir insan topluluğu bu yüzyıl bitmeden büyük bir olasılıkla cansız makinelerden bile değersiz hale gelecektir.


Geçmişinin bilmeyenin geleceği konusunda sorunlar yaşayacağı yönünde çeşitli kaynaklara atfedilen özlü sözler vardır. “Geçmişini bilmeyen geleceğini göremez” gibi “Geçmişini bilmeyen geleceğini yönlendiremez” gibi.

Geçmişi bilmek konusu bizim ülkemizde (biraz da 20. yüzyılın başında Atatürk’ün gerçekleştirmiş olduğu halk devriminden olacak) ayrı bir hassasiyete sahip. Üniversitede Inkilap Tarihi derslerinde bile Osmanlı tarihini okuduğumuzu anımsıyorum (milliyetçilik olgusunu irdeleyeceksek tarihsel gelişimini bilmek zorundayız ya).

Son elli yıldır geçmişimizi bile bile bir hal olduk; peki sonuç ne oldu? Geleceğimiz daha mı parladı? Bugünün Türkiyesinde vatandaş 30lu 40lı yıllardaki refah ve mutluluk düzeyinden daha mı yüksek seviyede bir yaşam sürmekte.

O halde bir sorun var. Sorun ya geçmişi bilmek ile geleceği yönlendirmek arasında yukarıda alıntılanmış olan özlü sözlerde ya da onlara atfettiğimiz anlamda. Cevap tabii ki ikincisi.

Geleceği yönetebilmek için geçmişten istifade etmek, roman okur gibi tarihsel bilgileri okuyup öğrenmek anlamına gelmez. Daha ziyade eldeki bu tarihsel bilgileri değerlendirerek henüz bilinmeyen gelecek ile ilgili çıkarımlarda bulunabilmeyi gerektirir. Verileri analiz edip bri sentez üretebilmeyi. Bu kavramları bugünün popüler deyimleri ile yeniden adlandırmaya kalkarsak aslında karşımıza şöyle bir tablo çıkmakta: Öğrenen toplum olabilmeliyiz, bilgi toplumu olabilmeliyiz.

Bilgi toplumu olabilmek için öncelikle yaşanmış deneyimlerin (“geçmiş”) standardize edilmiş hali olan “bilgi”yi merkeze koyup, bir araç olarak onun değerini herşeyin üstünde tutabilmemiz gerekir. Merkeze konacak bilgi dogma haline getirilerek hiç ellenmemeli, değiştirilmemeli demek değildir bu. Daha ziyade sahip olunan bu bilgiler baz alınarak ve nesnel olmayan fikirler vasıtasıyla onları eğip bükmeden olaylara yaklaşabilmek demektir.

Pazar akşamları futbol programlarında konunun duayenleri yorum yapıyor: “Hakem arkadaşlarıma tavsiyem şudur; kitapta öyle yazıyor olsa bile ara sıra kitabı tersten okuyacaksın”. Burada önerilen şey arasıra kuralı ihlal et demek. Her ne kadar iyi niyetle yapılmış bir yorum olsa da şeklen kabul edilemez. Baz alınacak bilgiden sapma gösterdiğiniz andan itibaren bütünüyle yoruma ve fikire açık hale getirilen yaşam sonuçta kaos getirir. Getirdi de; birlikte yaşıyoruz yıllardır.

Sorun ne yazık ki sadece o an karşımızda olan problemi çözmek değil. Onu çözerken bir yandan da çözümün tekrarlanabilir bir nesnelliği (bilgiyi) baz aldığını da her defasında teyid etmek gerekir. Eldeki bilginin yeterli olmadığı durumlarda ise daha iyisi ile değiştirebilme sorumluluğu yetkinliği neredeyse orada rafine edilmesi makbuldür. Yorum ya da fikirler işte bu rafine edilme sürecinde gündeme getirilir. Kabul edilirse nesnel bilgi yenilenir.

Bilgi olgusuna değer verilmediği bir toplumda biraraya gelen her iki kişi bir bilgi standardını kendi görüşleri doğrultusunda değiştirme yetkisine sahip merci haline gelir. O nedenle ülkemizde yetmiş milyon başbakan, yetmiş milyon futbol antrenörü vb var.

Üstelik bu model son yıllarda bir metodoloji olarak bireylere şırınga edilmekte. Bilgi toplumu olacağız diye fikir toplumu oluyoruz. Yaptığımız şeyin bilgi toplumu olmadığını öne sürenleri susturursak foyamızın meydana çıkmayacağına olan inancımız toplumsal özdeğerlerimizi temellerinden sarsıyor. Her alanda muhalif seslerin kısılması normal bir uygulama oldu. Bu uğurda her gün her birimiz defalarca kere yargısız infaz yapıyoruz ancak bu o kadar kanıksanmış bir olgu haline geldi ki değil eleştirmek artık farkında bile değiliz.

Bilgiye değer verme gerekliliği, ilerlemek için bir araçtır sadece. Her toplum da kendisini ileri götürecek bir araç bulur, ona tutunur ve ilerler. Bizim sorunumuz geri geri gittiğimizi gördüğümüz halde bununla araç olarak tutunduğumuz dogmatik, fikir merkezli bir hayat sürme, günü kurtarma refleksi ile yaşama arasında bir sebep sonuç ilişkisi kuramıyor olmamız.

Bilgiye, bilgiyi analiz etmeye, bilgiden sentez üretmeye değer vermeyen bir insan topluluğu bu yüzyıl bitmeden büyük bir olasılıkla cansız makinelerden bile değersiz hale gelecektir.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 10 07 2009