Cuma, Kasım 28, 2008

EN DERİN GERÇEK!


Sevdiğiniz bir şiiri, izlediğiniz bir programı bir arkadaşınıza anlatırken de telif haklarına aykırı mı davranıyorsunuz? Yayıncısından izin aldınız mı o programı bir başkasına anlatırken? Ya da şöyle yazılı olmayan bir kural mı var: Okuduğunuz bir kitabı üç beş kişiye ödünç verirseniz teliflik bir sorun yok ama üç beş bin kişiye verirseniz sorun var.


Sayın Zülfü Livaneli Vatan Gazetesi’ndeki köşesindeki 31 Ekim 2008 tarihli yazısına YouTube Meselesi adını vermiş. Hayatta gördüğü her şeyin özeti olarak şu sözle başlıyor: “Esas çelişki gerçekle yalan arasında değil, gerçekle daha derin gerçek arasındadır”.

Bu çerçevede yasaklama ve sansür olguları bir gerçek olarak dünya kamuoyunun dikkatini çekerken, Sn Livaneli daha derin gerçek olarak youtube’un telif olgusuna hiçbir saygı göstermeden yayın yapıyor olduğunun altını çiziyor ve nazikçe bu durumu kınıyor. Bu kınama Türkiye ile ilgili değil, global çapta bir tespit.

Gerçeğin bu anlamda kademelendirilmesi ile ilgili açıklaması ise şöyle: “Gördüğüm kadarıyla insanlar, kavrayış kapasitelerine göre herhangi bir katmandaki gerçeğe sarılıp, onu canla başla savunuyorlar. Ama bilmiyorlar ki o katmandan daha derinlerde başka gerçeklikler var. Bu ilkeyi birçok kişiye ve tartışmaya uygulayın, bana hak vereceksiniz.”

Benim merak ettiğim acaba Sn. Livaneli tam da bu sağlıklı kıstası ölçüm kriteri olarak gözler önüne sererken kendi bakış açısından da derinde bir gerçeğin olup olmadığını analiz edip etmediği. Ya da en azından kendi bakış açısının ona gösterdiği gerçekten daha gerçek bir katmanın varlığı söz konusu olursa bu gerçek karşısında mevcut bakış açısını rafine edip etmeyeceği.

Öncelikle bir yanlış saptamayı gözler önüne sermekle başlamak gerek. Sn Livaneli youtube için “Eline gelen her konseri, her görüntüyü, her televizyon programını ve her şarkıyı yayınlıyor” diyor. Oysa bu doğru değil. Youtube hiçbir şey yayınlamıyor. O yayınları yapan o konseri, o görüntüyü, o televizyon programını izlemiş, o şarkıyı dinlemiş birileri. Eğer sokaktaki korsan kitap satıcılarıyla bir analoji yapmak gerekirse youtube kaldırımda korsan kitap sergisi açmış bir satıcı değil; olsa olsa üstüne korsan kitap sergisi açılacak bir sokağı, kaldırımı inşa etmiş bir belediye olabilir. Kaldırımın üzerine ne koyacağı ve o koyduğu şeyle ne yapacağı o kaldırımın müdavimlerine aittir.

Eğer youtube’un problemi dünyanın her yanından meraklıların ne var ne yok diye öteki tüm olası kaldırımları bir kenara bırakıp gelip bu kaldırıma bakacak kadar popüler olması ise bundan dolayı korsancılıkla suçlanması ne kadar mantıklı bir tutum bir kez daha düşünmek gerekir.

Telif olgusuna değer vermemek konusunda ise Youtube’un dünyaya ilan etmiş çok net bir politikası var. Eğer telif haklarıyla çelişen bir içerik söz konusu ise bunun Youtube’a bildirilmesi durumunda firma o içeriği siteden kaldırıyor. Siteden bir içeriği kaldırma koşulu sadece telif ile sınırlı da değil. Örneğin rencide edici bir içerik de söz konusu ise bu da onu oraya yükleyen kişiden olur almadan siteden silinebiliyor.

Şimdi bu durum kafalarda soru işaretleri uyandırabilir. Madem böyle ilkeleri var neden telif hakları olan içerikler sitede yayınlanmaya devam ediyor? Basit cevap şu: Demek ki telifi elinde bulunduran kurum ya da kişi herhangi bir itirazda bulunmamış. Peki neden? Nedeni de basit: Bir içeriğin youtube’da yayınlanmasının getireceği artılar telifinin ödenmemesinin getireceği eksiler yanında o kadar büyük ki. Bedava reklam, tanıtım.

Şimdi gelelim Sn Livaneli’nin belirlemiş olduğu gerçeğin kademelendirilmesi bakış açısına. Derinde telif hakları, izin vb söz konusu ise onun daha da derininde telif olgusunun yeniden gözden geçirilmesi gelmektedir. Sokakta yapılırken bir sorun yaratmayan bir olgu neden dijital kültüre taşındığında bir anda teliflik bir konu oluveriyor?

Sevdiğiniz bir şiiri, izlediğiniz bir programı bir arkadaşınıza anlatırken de telif haklarına aykırı mı davranıyorsunuz? Yayıncısından izin aldınız mı o programı bir başkasına anlatırken? Ya da şöyle yazılı olmayan bir kural mı var: Okuduğunuz bir kitabı üç beş kişiye ödünç verirseniz teliflik bir sorun yok ama üç beş bin kişiye verirseniz sorun var.

Bunlar bütünüyle dijital kültüre klasik kültür açısından bakarak eleştiri getirmektir. Dijital kültür onun kendine has özellikleri dikkate alınarak değerlendirilmelidir. O zaman da daha derindeki gerçeğin de derininde bir gerçek olduğu ortaya çıkar. Her ne kadar hiçbir gerçeklik katmanı en derindeki gerçek olamayacaksa da.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 28 11 2008

BLOGOSFER ÖLDÜ MÜ?


Savaş sadece ekonomik ya da siyasal arenada cereyan etmiyor. Savaş toplumsal boyutta da son hızla devam etmekte. Dün “nolur yardım edin Mehmet Ali Bey” diye telefonun ucunda ağlayanlar bugün kendilerine verilen kömür yardımlarını alırken ya da oylarını bir altına satarken gururları hiç incinmiyor.


Daha ne olduğunu yeni öğrendiğimiz, kişilik haklarına saldırıdan dolayı ilk erişime kapatılma cezasını yeni almış olan blog dünyası ölüyor mu? Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir teknoloji dergisi dünyadaki bu eğilimden bahsediyordu.

Bir web sitesi oluşturacak imkanı, bilgisi, zamanı olmayanlar için müthiş bir açılım getiren blog dünyasının popülaritesi arttıkça bünyesinde de belirgin bir değişiklik gözlendi. Bugünün blog dünyasında en popüler blogların pek çoğu bloglardan profesyonelce istifade etmek isteyenlerden oluşmakta. Sesini duyurmak isteyen amatörler ise marijinal bir boyuta sürüklenmekte.

Ülkemizde bloglar global düzeyde gördüğü kadar ilgi göremediğinden, ulusal düzeyde herkes tarafından düzenli olarak izlenen bloglar filizlenemediğinden bu eğilim de gözümüzün önünden geçip giden trenlerden biri olarak yerini almak üzere.

Oysa bloglar yaygınlaşmaya başladığında dünyada bu trene atlayan ilk profesyoneller sokaktaki yaşamlarında düzenli yazı yazanlar idi. Yani gazete ya da dergi gibi periyodik yayınlarda boy gösteren köşe yazarları.

Önceki günün köşe yazarları bir anda blogcu, yazdıkları köşeler ise blog olmuştu. Bunu herkesin ne yaptığını merak ettiği kimi ünlü kişilerin blogları izledi. Bu popülaritenin artmasında blog altyapısına getirilen yeni teknik özelliklerin de önemli bir payı var. Önceleri sadece basit metin yazma imkanı sunan blog altyapıları giderek ses, görüntü gibi malzemelerin de metne entegre edilmesine imkan sağladı.

Blogosferin ölüp ölmemesi bir yana, dünya ile Türkiye’yi kıyasladığımda bu örnek vesilesiyle gözlediğim bir ortak özelliğin altını çizmek istiyorum. Günde ortalama bir kaç kez “balık hafızalı” bir toplum olduğumuzu çevremizden duyar olduk. Değil bir kaç yıl öncesindeki bir kaç ay ya da hafta öncesinde yaşanmış olayları bile hızla unutma konusunda üstün bir becerimiz olduğunun altı çizilmekte.

Gerçekten de öyle mi? Sorun gerçekten de bizim belleğimizde mi? Öyleyse o kadar unutturulmaya çalışıldığı halde Ata’mızı neden bir türlü unutamıyoruz? Sorun tabii ki bizim belleğimizde değil. Hatalı ya da yanlış olan biz değiliz.

Yanlışlık geçen her bir ana, her bir saate, güne yepyeni bir gündem maddesi oturtmak taktiğini izlemek zorunda bırakılan medya. Medyayı suçlamak yaygın bir şey ama dikkat edilirse medya da neye alet edildiğinin farkında değil. Çünkü hangi stratejinin masasında meze olduğunu bilmiyor; bilemez. Bilmeye kalksa yok edilir.

Yukarıda değinmeye çalıştığım ortak nokta işte burada devreye giriyor. Japonya’da, K.Amerika’da giderek Avrupa ve İskandinavya’da da izlemekte olduğumuz toplumsal kimi olguların fırtına hızında birer salgın olarak toplumun üstüne çökmesi ve aynı hızla yerini bir başka salgına bırakması döngüsü açısından baktığımızda ülkemizle bu ülkeler ya da bölgeler arasında bir fark bulunmamakta. Tek fark salgının içeriği ve geride bıraktığı.

ABD’de blogosfer salgını yerini Twitter-vari minimalist alternatiflere bırakırken biz de mesela yılbaşı akşamı Taksim’deki nahoş sahnelerden, Ergenekon’a, şeytana uymaktan neredeyse gurur duyacak tacizci köşe yazarlarından, ümmüğe, düellodan daniskaya bir salgından ötekine koşturup duruyoruz.

Fark ne yazık ki bizi kırıp geçiren salgınların geride toplumsal olarak artı hiçbir şey bırakmaması; tam tersine gerek birey gerekse de toplum olarak suçlu, nefret edilesi olduğumuz duygularını bilinçaltımıza yerleştirmesi.

Savaş sadece ekonomik ya da siyasal arenada cereyan etmiyor. Savaş toplumsal boyutta da son hızla devam etmekte. Dün “nolur yardım edin Mehmet Ali Bey” diye telefonun ucunda ağlayanlar bugün kendilerine verilen kömür yardımlarını alırken ya da oylarını bir altına satarken gururları hiç incinmiyor.

Ancak ataları seksen sene önce acaba onlar böyle yozlaşsın diye mi yaşamlarını cephelerde feda etti? Mezarlarının başına iki dua okumak için gittiklerinde doğal olarak bunu es geçmeye özen gösteriyorlar...


Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 21 11 2008

Pazartesi, Kasım 17, 2008

2012’DE BAŞKAN KİM OLACAK?


Krizin babası gerçekten Alan Greenspan mi? Krizin yatakçısı gerçekten internet mi? Bugün aklı başında, yakın geçmişi renkli medya bombardımanına esir etmemiş her küresel birey herşeyin Reegan-Thatcher ikilisi ile başladığını bilir. Bugün yaşadığımız kriz aslında geçen (yaklaşık) otuz yılın tortularının toplamıdır.


Newsweek Dergisi’nin 27 Ekim tarihli sayısının kapağında global krizin babasının fotoğrafı yer alıyordu: ABD Merkez Bankası’na 1987-2006 arasında 19 sene başkanlık yapmış Alan Greenspan.

Ancak dergi her tarafa eşit düzeyde vurmak istemesinden mi yoksa yeni gelen Demokrat başkan Obama’nın Clinton gibi yapmaması için usturuplu bir dille uyarma niyetinde olmasından mı bilinmez, Greenspan isminin yanına ilginç bir isim daha yerleştirmiş: Internet.

Meğer işin özünde Greenspan’in, 90lı yıllarda gelen internet dalgasına inanması yatıyormuş. Öyleymiş ki internet dalgasının getireceği ekonomik patlama herşeyi çözecekmiş, Greenspan da bu nedenle elindeki yetkileri çerçevesinde ekonomiyi yönlendirmiş, buna uygun kararlar almış. Ancak gelin görün ki sonuç ortada. En büyük kazık internetten gelmiş.

Şimdi bu mişli mışlı yorumu biraz daha derinlemesine inceleyelim. Söylemek istenen şey şudur: 90lı yıllarda ekonomi çok kötü bir durumda idi. Bir kurtarıcı aranıyordu. Internet bulundu. Ancak internetin özünde yer alan bilginin özgür olması, sansüre karşı olmak, konuşma özgürlüğü gibi özellikler nedeniyle (ki bunlar yukarıda anılan makalede haricen belirtilmekte) internet üzerinden yapılan dijital ekonomi işlemlerinde de kamu otoritesi herhangi bir sınırlama, düzenleme getiremedi.

Bu düzensizlik ortamında ilerleyen ekonomi de giderek riski ölçülemeyen, izi sürülemeyen ve bu nedenle de herhangi bir düzenlemeye tabii tutulamayan türev ürünler icat etti. Bunun sonucunda da dünya ekonomisi battı.

Bu basiretsizliğe, bu beceriksizliğe kim inanır? Gerçekten de global ekonomiyi etkileyen ve her türlü düzenlemenin ötesinde yer alan karmaşık ekonomik ürünlerin ortaya çıkmasının nedeni konuşma özgürlüğünü savunan internet gibi bir altyapı mıdır?

Güya ekonomi analistleri ellerindeki cep telefonlarının eposta ya da SMS imkanlarıyla trilyon dolarlık işlemler yapıyormuş da kimse şimdiye dek bunu görememiş; denetleyememiş.

Bu yorumlara çocuklar bile gülerken böyle bir makalenin Newsweek’e kapak olması da düşündürücü. Tıpkı ABD’nin kitle imha silahları var diye Irak’a girmesi olayında olduğu gibi. Burada da aslında Greenspan ve internet kelimelerini yanyana getirecek ve tüm bunlar aslında herkesin sorunu dedirtecek bir imaja gereksinim varmış anlaşılan ki böyle bir makale bu amaca hizmet etmek üzere dergiye alınmış.

Krizin babası gerçekten Alan Greenspan mi? Krizin yatakçısı gerçekten internet mi? Bugün aklı başında, yakın geçmişi renkli medya bombardımanına esir etmemiş her küresel birey herşeyin Reegan-Thatcher ikilisi ile başladığını bilir. Bugün yaşadığımız kriz aslında geçen (yaklaşık) otuz yılın tortularının toplamıdır.

Bu ne yazık ki sadece ABD ya da Avrupa için değil; Türkiye için de geçerli. Bugün rejim tartışmalarını yapacak kadar gerilemiş bir Türkiye’nin temelleri 12 Eylül 1980 günü atıldı.

Newsweek dergisinde yayınlanan makalede internet ya da dijital ekonomi kavramları tesadüfen ya da bilgisizce yer almamaktadır. Daha ziyade konvansiyonel ekonomi kanallarını sekiz senedir kullanan mekanizmaların, buna alternatif yollar üretme konusunda her zaman kararlı olanlara bir uyarısıdır.

Demokrat Clinton döneminin icadı olan internetin konvansiyonel ekonominin büyük oyuncularına 90lı yıllarda atmış olduğu kazık gerçekten çok büyüktü. Bu sadece bilişim sektörü ile sınırlı olmayıp, tüm sektörleri etkilemişti (yanlış anlaşılmasın, internetin bu anlamda icadı, bilişim sektörünün diğer sektörleri mat etmesi anlamına gelmemektedir; tersine bilişim sektörünün o zamanki devleri de yanıbaşlarında biten tüysüz mucitler sayesinde bundan büyük zararlar görmüştür).

Burada aslında her ne kadar internet adı geçse de mesaj daha geneldir. Obama’nın bir kez daha interneti Clinton zamanındaki gibi lanse edeceğini sanmıyorum. Onun yerine bu onyılın internet muadili başka bir şeyini bulması gerekiyor (belki yenilenebilir enerji, belki ciddi hastalıklara çözüm getirecek genetik buluşlar). Verilen uyarı mesajı da biraz onunla ilgili.

Bak senin ağabeyin de zamanında böyle jan-janlı işlere kalkışmıştı ama cevabını aldı. Otur oturduğun yerde. Dört sene boyunca, bizim geçen (yirmi) sekiz senede ürettiğimiz tortuları temizle. Yüzünü gözünü kirlet. Ki 2012’de Sarah Palin yeni başkan olsun!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 14 11 2008

Çarşamba, Kasım 12, 2008

SEBEP ADLİ TEMBELLİK Mİ?


Özdeğer olgusu gerek birey gerekse de toplumsal düzeyde davranışları etkileyen önemli bir olgudur. Son yıllarda özdeğerler teorik ve pratik olarak ikiye ayrılmaya başladı. Farkında bile olmadan.


Sanırım internette kişilik haklarına en çok saldırılan Türk olan Adnan Hoca, geçtiğimiz günlerde bu kez Vatan Gazetesi’nin web sitesini mahkemeye verdi ve mahkeme siteyi kapatma cezası uyguladı.

Buraya kadar herşey normal. Ancak anormallik bundan sonra Vatan Gazetesi’nin avukatlarının yaptığı titiz çalışmayla başladı. Avukatlar, bu tür bir adli davanın, davacıların belirttiği gibi Medeni Kanun’a değil, internet suçlarıyla ilgili 5651 Sayılı kanuna dayandırılması gerektiğini öne sürdüler.

İşin ilginci eğer bu kanun devreye sokulursa, davanın açıldığı Asliye Hukuk Mahkemesi’nin görevsizlik kararı vererek, davayı Sulh Ceza Mahkemesi’ne yönlendirmesi gerektiği. Sulh Ceza Mahkemesi’nin de kanundaki açıklamalar gereği vereceği hüküm temel olarak belli: Kişilik hakkına saldırı niteliğinde olan açıklamaların web sitesinden çıkarılması.

Görüldüğü üzere ortada web sitesini kapatmayı hükmeden bir durum yok. Oysa Asliye Hukuk Mahkemesi, ihtiyati tedbir niteliğinde tüm web sitesini kapattı. Ertesi gün yapılan itirazlar üzerine de kişiyle ilgili haberlerin çıkarılması şartıyla tedbiri kaldırdı. Web sitesi açıldı.

Yukarıda anılan yasa 23 Mayıs 2007’den beri yürürlükte. Yani bir yılı aşkın bir süredir. Davacı konumundaki avukatların, yasalardan kendilerine en çok hangisi lehte bir durum yaratıyorsa onu kullanma motivasyonunda olması kendi içinde tutarlı bir durum. Ancak ortada nesnel değerlendirmeyi yapacak mahkeme heyetlerinin baştan savma bir yaklaşım içine girmelerini gerektirecek bir durum olamaz.

Üstelik internet artık marjinal bir olgu değil. Günlük yaşantımızda hergün adını sık sık duyuyoruz; kullanıyoruz, ondan istifade ediyoruz. Profesyonel yaşantımızda da internetin etkilerini sadece altyapı unsuru olarak dolaylı yoldan değil doğrudan gözlemliyoruz. Mesleğimiz ne olursa olsun.

Bugün örneğin doktorlar internet, bilgisayar kullanımı nedeniyle şikayetçi hastalarla ilgilenmekte, finansçılar pek çok kararlarını internet üzerinden eriştikleri bilgileri değerlendirerek vermekte, öğretmenler, öğrenciler derslerde işlenen konularla ilgili olarak internete başvurmakta.

Benzer şekilde yargı sürecinin mensubu olan avukat, hakim ve savcıların da interneti yakınen izlemeleri, önlerine internetle ilgili bir dosya geldiğinde en son yasal gelişmeleri izlemiş olarak dosyayı irdelemeleri, incelemeleri gerekmekte.

Tabii gerek kamu gerekse de özel sektörde bu tür doğal tepkiyi tüm profesyonellerin vermesini sağlamak için bireylere belli bir “güven” duygusunu aşılamış olmak gerekiyor. Bu güven duygusu ancak sosyal devletin gücünü, varlığını vatandaşlarında hissettirebildiği ortamlarda kuvvetlidir.

Devlet (ya da özel sektör örneğinde yönetim) otoritesini yitirmişse ve o otoriteyi başkaları ele almışsa ya da bazı vatandaş gruplarına gösterdiği ihtimamı başka bazı vatandaş gruplarına göstermiyorsa güven duygusunda zaafiyet oluşur. Bunun sonucunda da doğru olanı yaptığı sürece ardında onu destekleyecek bir yönetim ya da devleti bulamayan profesyonelin doğru olanı yapamaması zaafiyeti oluşur.

Kağıt üzerinde atması gereken bir adımı atamayan bir kamu görevlisini eleştirmek hepimize çok doğal geliyor. Bu tür eleştirilerin doğal olabilmesi için, öteki tüm koşulların “normal” olması gerekmekte. Peki öteki tüm koşullar normal mi? Bugün verdiğim bir karar nedeniyle akşam eve giderken başıma bir şey gelirse ne olacak?

Doğru olanı yapanların başlarına gelen geri dönüşü olmayan kazalar sadece geride kalanların sindirilmesinde ibretlik birer ders olmuyor aynı zamanda kazaların müsebbibi olanları ve olma yolunda ilerleyenleri de olumlu anlamda motive ediyor (“Türkiye seninle gurur duyuyor”).

Özdeğer olgusu gerek birey gerekse de toplumsal düzeyde davranışları etkileyen önemli bir olgudur. Son yıllarda özdeğerler teorik ve pratik olarak ikiye ayrılmaya başladı. Farkında bile olmadan.

Teorik özdeğerler; “özdeğerleriniz nedir?” diye sorduğunuzda aldığınız cevaplardır. Pratik olanları ise davranışlarınızın, tepkilerinizin gerisinde yatan gerçek özdeğerlerdir. Örneğin çıkıp AB’ye girmek bizim düsturumuzdur dersiniz ama yaptıklarınızla AB’ye değil olsa olsa karanlığın deliğine girersiniz. Ya da ben demokrasinin, açık toplumun, herşeyin özgürce konuşulmasının tarafındayım dersiniz. Davranışlarınız ise herkesi susturmaya yöneliktir.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 07 11 2008

TAHMİN OYUNU


Tahmin yapmak eskiden belki bir sanattı ancak kapitalist sistem içinde tahminin kendisi kirli oyunlara alet edilen bir olgu haline geldi. Ayakları yere basmayan tahminler, yatırımcıları yanlış yönlendirmeye ya da belli alanlara yatırım yapmaya zorlamakta. Sonuçta kazanan o tahminleri yapanlar ya da yaptıranlar oluyor; yatırımı yapanlar değil.


Ülkemizde iki cildi de yayınlanan John Perkins’e ait Bir Ekonomik Tetikçinin Anıları (April Yayıncılık) kitabının özünde kapitalist düzenin doğal kaynaklara sahip ülkelerin kaynaklarını nasıl ele geçirdiği anlatılmaktadır. Gerçi bu bilgiler çok-satar listesine giren kitaplara dönüşecek kadar ayağa düştüğüne göre çoktan demode olmuştur diye düşünülebilir ama bugün hala az ya da çok geçerli olduğunun göstergeleri de mevcut (örneğin bakınız Irak’ın ele geçirilişi).

Kitapta bahsedilen metodoloji kabaca şöyle çalışmaktadır: Doğal kaynaklara sahip ancak ondan istifade edip kalkınamamış ülkelere danışmanlık veren çokuluslu ABD şirketleri öncelikle ülkenin gelecek beş, on, yirmi yıllık sosyal, demografik ve ekonomik büyüme tahminleri yaparlar. Buna göre ülkenin gereksinim duyduğu altyapı yatırımları tespit edilir (bu altyapı gereksinimleri yollardan, konutlara, enerji santrallerine kadar geniş bir yelpazededir). Bu altyapıları kuracak imkanı olmayan, ama sahip olduğu doğal kaynak nedeniyle gelişme potansiyeli olan ülkeler, bu tablo karşısında, yine ABDli çokuluslu şirketlere ya da onların desteklediği yerel büyük şirketlere bu altyapıları kurma ihaleleri verilir. Karşılık olarak da devletler doğal kaynaklarını belli bir süre için bu ABDli şirketlere devrederler.

Tahmin edileceği gibi “ya deve ya deveci ya da padişah ölür”, o kadar uzun sürede önden tahminleri yapılan büyümeler gerçekleşemez, ancak o altyapılar kullanılmayacak da olsa kurulur ya da yarı kurulur. Her durumda doğal kaynaklar sömürülür.

Bu tahmin oyunu teknoloji, bilişim dünyasının da başına bela bir olgu. Bir süre önce internetin sükse yaptığı son onbeş yılda elektronik ticaretin büyümesi konusunda hangi tahminlerde bulunulmuş ve buna karşılık gerçekleşen figürler ne çıkmış diye bir araştırayım dedim. Karşıma ilginç bir tablo çıktı.

Tahmin yapan ve tahmin yapma konusunu profesyonel bir hizmet olarak sunan firmalar da dahil olmak üzere hiçbir kişi ya da kuruluş tahmin yaptığı konuyla ilgili olarak zamanı geldiğinde arkasına dönüp de gerçekleşen figürlerin ne olduğunu araştırma zahmetine bile katlanmamış.

Diyelim ki 1995 yılında şöyle bir tahmin yapılmış olsun: 2000 yılında toplam global e-ticaret hacmi 1 Trilyon dolar olacak. 2000 yılına gelindiğinde ne kadarlık bir e-ticaret yapıldığı konusunda hiçbir bilgi yok. Dolayısıyla da beş sene önce tahminde bulunan firmanın bu çalışmasının ne kadar doğru çıktığı hakkında bir yorum yapmak mümkün olmuyor. İşin ilginci bu firmalar bugün de örneğin 2015 için benzer tahminlerde bulunmaya devam ediyorlar.

Yapılan bu tahminler sadece yukarıdaki örnekte olduğu gibi sayısal olgularla sınırlı da değil. 1996 yılında ABD’de katıldığım bir konferansta gelecek beş-on seneye damgasını vuracak beş teknolojiden bahsediliyordu ve bunlar içinde tv, bilgisayar ve telefonun artık farklı birer cihaz olmaktan çıkıp tek bir cihaz haline geleceği söyleniyordu. Bugün bu cihazlar hala ayrı ayrı yerlerini koruyorlar. O gün bu stratejiye yatırım yapmış olanlar ise avuçlarını yaladı.

Tahmin yapmak eskiden belki bir sanattı ancak kapitalist sistem içinde tahminin kendisi kirli oyunlara alet edilen bir olgu haline geldi. Ayakları yere basmayan tahminler, yatırımcıları yanlış yönlendirmeye ya da belli alanlara yatırım yapmaya zorlamakta. Sonuçta kazanan o tahminleri yapanlar ya da yaptıranlar oluyor; yatırımı yapanlar değil.

Elbette ki gelecek ile ilgili adım atmadan önce tahmin yapma müessesine başvurulmalı. Ancak bu müessese suistimal edilmemeli. Teknoloji dünyası bunun son örneğini 90lı yılların ikinci yarısında gördü. Yapılan tahminlerin de şişirmesiyle diyelim ki bir kaç ürünü/firmayı doyuracak alanlara düzinelerce ürün/firma için yatırım yapıldı. Sonuçta ya o firmaların hepsi birden battı ya da sadece birkaç tanesi ayakta kaldı ve yatırım yapılan diğer firmalar yok oldu.

Şimdi 2009 yılıyla birlikte teknolojide global olarak yeni bir şahlanış potansiyeli var. Eğer benzer hatalar 2009-2012 döneminde de yapılırsa, bu kez dünyayı öyle Afganistan ya da Irak’taki gibi bölgesel savaşlar bile kurtaramaz. Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkması kaçınılmaz hale bile gelebilir.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 31 10 2008

Pazartesi, Kasım 10, 2008

“BEN MİR’İM” ya da BİLGİ OLGUSUNUN İĞFALİ


Söylenen sözün doğruluğunu irdelemeye çalışmıyoruz; gözümüze kim daha çok güçlü görünüyorsa ya da öyle bir imaj çiziyorsa (“Ben Mir’im!”), bilinçaltımızdaki korkudan olacak, onun haklı olduğuna doğru meylediyoruz.


Malum biz düello yerine pusu kurmayı tercih ederiz. Kültürel bir olgu. Ancak yine de geçtiğimiz günlerde birbirleriyle rakip partinin birer milletvekili biraz da gaza geldiklerinden medyanın önünde sözlü düello yapmaya kalktılar.

Pusu kültürü “sağ kalan kazanır ölmüş olan kaybeder” gibi net bir kıstasa sahip olduğundan, bu düello sonucunda kimin kazanıp kimin kaybettiğini anlayamadık. İki taraf da kazananın kendisi olduğunu söylemeyecek kadar diplomasi kültürüne sahip olduklarından, rakibinin kaybetmiş olduğunu ifade ederek üçüncü şahısların kendisini galip ilan etmelerini bekledi.

Ertesi gün medyaya yansıyan sonuçlar da düello cahilliğimizi tasdikledi. Sonuçlar ortada ya da birbirine çok yakın duracak şekildeydi. Kimse net olarak AKP’li Fırat ya da CHP’li Kılıçdaroğlu’nun kazandığını (ya da kaybettiğini) söyleyemiyordu.

Tartışmanın önemli bir kısmını canlı olarak izledim. Görünen o ki bu “ilk defa oluyor” havası Uğur Dündar’dan izleyicilere kadar herkesi öyle bir etkilemiş ki içeriğe odaklanma konusunda büyük sıkıntılar çekmişiz.

Örneğin bir hayali ihracat davasının sürecinin nasıl işlediğini bilmiyoruz. Hatta bir noktada Kılıçdaroğlu bunun kısa bir tanımını da yaptı. Bir hayali ihracat davasının vergisel ve ağır cezalık iki bağımsız dava sürecinin olduğunu söyledi. Bunu söyleyene kadar Kılıçdaroğlu vergi davasıyla ilgili belgeleri sunarken, Fırat kendisini ağır ceza davasıyla ilgili belgeleri göstererek savundu.

Kılıçdaroğlu iki dava olayını açıklayınca bu kez Fırat başka bir ağır ceza davasındaki sonuçları belge olarak göstermeye başladı. Bunu da Ukrayna, İngiltere farklılığında anladık.

Uyuşturucu kaçakçılığı konusundaki iddialar ise bilgi olgusunun iğfal edilme sürecinin zirvesi niteliğindeydi. Suç; taşıyıcı konumundaki tır şoförüne atılıyor ve bunun kanıtı olarak da şoförün ifadesi ile uyuşturucu paketleri üzerinde yapılan parmak izi karşılaştırması gösteriliyordu. Nasıl yani? Uyuşturucu kaçakçısı olmak için kaçırılan uyuşturucu paketleri üzerinde parmak izinin olması mı gerekiyor? Silahın üzerinde parmak izi aramak gibi?

Tır şoförünün itirafını güçlendirmek için, tır şoförünün pek de tekin biri olmadığı şeklinde bir yorum yapan Fırat, böyle bir insana neden mal taşıtıldığı konusuna da, söz konusu firmanın gümrüklerdeki uygulama çerçevesinde neden her şeyinin didik didik aranması gerekenleri simgeleyen kırmızı hat listesinde bulunduğuna da bir açıklama getirmedi.

Firmalar herhalde geçmişteki performanslarına bakılarak kategorize ediliyor. Bu firma temiz bir firma olsaydı en azından en temizler listesinde olmasa bile ortalama bir düzeyde olurdu (gümrük sürecinde firmalar üç kategoriye ayrılıyormuş).

Kılıçdaroğlu, Fırat’ın konsantrasyonunu bozan kırmızı listeden çıkarılma talebini içeren belgeyi açıklarken, aslında bir taşla iki kuş vurma imkanından istifade edemedi. Böyle bir dilekçede adınız ne arıyor diye ikinci kuşu vurmaya çalışırken; madem sizin firmanız temiz bir firma neden kırmızı listede diye sormayı ihmal etti.

Tüm bu detaylar aslında bize bilgi olgusuna değer vermediğimizi, onu kendi çıkarımız doğrultusunda ve gerektiği yerlerde suistimal ederek kullandığımızı göstermesi açısından çok önemli.

Böyle yapıyor olduğumuzun ve bunun farkında bile olmayışımızın temelinde bilgi toplumu olabilmek için gerekli olan ön koşulları yerine getirememişliğimiz yer almaktadır. Daha da vahimi bu açığı kapatmak değil tam tersine açmak üzere her türlü kamu imkanı da seferber edilmiş durumdadır.

Yukarıdaki gibi örneklerde söylenen sözün doğruluğunu irdelemeye çalışmıyoruz; gözümüze kim daha çok güçlü görünüyorsa ya da öyle bir imaj çiziyorsa (“Ben Mir’im!”), bilinçaltımızdaki korkudan olacak, onun haklı olduğuna doğru meylediyoruz.

(Huzurlu olmamız istendiği için) Huzurlu koyunlarız biz. Yine de zaman zaman öndeki koyunun ardından uçurumdan aşağı atlayan koca bir koyun sürüsü haberini okuduğumuzda şaşırıyoruz!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 24 10 2008