internet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
internet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Mart 15, 2011

“BİZ BÜYÜDÜK ve KİRLENDİ” INTERNET

“Pazarlama” interneti tam “sosyal medya”laştırmış ondan istifade edecekti ki ağababası (“siyaset”) kokuyu alıp geldi, şimdi onun rolünü çalıyor!

Özellikle son yirmi yılda medyanın yükselişi sonucunda yasama, yürüme ve yargı erklerine ek olarak medya “dördüncü erk” olarak yeryüzü kültüründe yerini almıştı. Şimdi ona da bir rakip geliyor; internet!

Dijital kültür ya da internet, doğası gereği “mühendis”lerin oyuncağı olarak ortaya çıktı. Son yıllarda içeriğinin sunduğu imkanlar çerçevesinde toplumsal bir boyut kazandığı için sosyologların radarına gireceği tahmin ediliyordu ki web 2.0 teknolojisinin üstünde yeşeren Facebook, Twitter gibi imkanlar dijital kültüre “iletişim”cilerin el atmasına neden oldu.

Bugün artık neredeyse koca internet önce “yeni medya” sonra da “sosyal medya” adıyla öteki her türlü özelliğini bir kenara bıraktı; bir gecede “medya” oluverdi. Internetin medya olmanın ötesinde imkan ve özelliklere sahip olduğunu söylemenin şu an için bir faydası yok. Bunu kimse duymayacaktır; ta ki bu rolü ile onu kullananların onunla işi bitene dek! Sonra günah çıkarırlar; olur biter!

Dördüncü güç olarak anaakım medya rüştünü Birinci Körfez Krizi’nde ispat etmişti. Sosyal medya olarak internet ise dünya siyasi arenasında rüştünü Tunus ile başlayan domino oyunu vesilesiyle ispat ediyor. Tunus, Mısır, şimdi de Libya! El-Cezire ya da diğer anaakım medya kuruluşlarının giremediği yerlerde Facebook, Twitter devreye giriyor. Batıya gönderilen her bir mesaj (tweet) anında birer kahramanlık melodisi gibi dünyada yankılanıyor. Facebook’ta kurulan bir muhalif grup süratle medya kanallarında haber yapılıyor. Ve şöyle bir mesaj gönderiliyor dünya kamuoyunun bilinçaltına : Muhalefet yükseliyor! Bakıyorsunuz; o grubu takip eden kişi sayısı elli, bilemedin yüz kişi!

Görülen o ki neo-conların yönetimindeki ABD, babadan kalma metodla (savaş marifetiyle) global dengeleri kendi lehine çevirirken, yeni ABD yönetimi bunu daha modern (hadi postmodern!) metodla yapıyor. Yoksa yeni slogan “Genç vatandaşlar rahatsız!” mı?

Ancak o ülkelerin rahatsız olan genç vatandaşlarının ortak bir özelliği var anlaşılan. Aynı anda değil, nedense sırayla rahatsız oluyorlar. Mısır’da eski mareşal Mübarek’in gidip, muvazzaf generallerin yönetimindeki şimdiki askeri rejimin gelmesi üç hafta sürdü. Demek ki Libyalı gençler üç hafta boyunca kendilerinde o cesareti bulamamışlar. Mısırlı arkadaşlarının eylemlerinin sonucunu görmek üzere beklemişler. Eğer yarın Kaddafi de giderse, Libyalı genç arkadaşlarını izleyen sıradaki hangi ülkenin gençleri yeterince cesaretlenmiş olacak? Da harekete geçecek? Cezayir’in mi? Ürdün’ün mü? Suriye’nin mi?

Pazarlama dünyası “Şu sosyal iletişim ağlarını nasıl paraya çevireceğiz?” sorusuna cevabı bulmuş ve interneti tam “sosyal medya” yapmıştı ki Wikileaks ile birlikte işin rengi bir anda değişti. “Pazarlama”nın ağababası (“siyaset”) kokuyu alıp geldi, şimdi onun rolünü çalıyor!

II. Dünya Savaşı sonrası gelen “baby-boomer” (68) kuşağından sonraki en güçlü nesil olacağı öngörülen Y-Kuşağı’nın dünya sahnesine böyle bir başlangıçla çıkıyor olması da ilginç ve derinlemesine incelenmesi gereken bir olgu.

O halde şarkıyı dijital kültüre uyarlayalım: “Biz büyüdük ve kirlendi” internet!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1250) - Ooof Off Line Köşesi - 04 03 2011

Cuma, Nisan 23, 2010

INTERNETİN ÖZGÜR RUHU SAVAŞIYOR

Rekabet araç seviyesinde değil amaç seviyesinde olmalıdır. Yaratıcı fikirlerde, inovasyonda, bilgi üretiminde. Amaca giden yolda kullanılan araçların performans farklılığına dayanan rekabet ise bumerang gibidir.


Diyelim ki şehrin belli bir semtindeki bir restauranta çok rağbet var. Dolayısıyla o semte giden yollarda trafik yoğun oluyor; elektrik, su tüketimi ortalamanın üstünde. Araç park etmekte sıkıntı yaşanabiliyor. Böyle bir senaryo karşısında o semte hizmet veren belediye, ortalamanın üstünde hizmet talebiyle karşı karşıya kaldığı için restaurantın kapatılmasını talep edebilir mi? Ya da bu talebine gerekçe olarak, belediyeye ait olan restaurantların yeterince ciro yapamıyor olduğunu öne sürebilir mi?

Şaşırtıcı ve mantıksız değil mi? Oysa bir kaç hafta önce ABD’deki bir mahkemenin almış olduğu bir karar tam da böyle bir tablonun ortaya çıkmasına neden olabilir. Internet erişim hizmeti de sunan bir telekom şirketi, aşırı derecede internet trafiği yaratıyor bahanesiyle, belli bir web sitesine sunduğu internet erişim hızını sınırlandırmaya, hatta tümden kapatmaya kalktı. Geniş bant internet hizmeti konusunda ABD’de federal otorite olan FCC ise bunu yapamayacağını belirterek, bu uygulamaya karşı çıktı. Mahkeme işte bu davayı karara bağladı ve telekom firmasını haklı buldu.

Internetin özgür ruhunu kontrol altına almaya çalışan vahşi kapitalizm dönemi firmalar, internetin kapısından içeri giremediklerini gördükçe bu tür uygulamalarla bacadan içeri girmeye çalışıyor. Diyelim ki bir başka telekom firması gidip bir arama motoru hizmeti sunan bir firma satın aldı ve Google’a rakip olmaya karar verdi. Ve yine diyelim ki aynı telekom firması Google’ın sunucu bilgisayarlarını internete bağlama hizmeti veriyor. Şimdi bu firma kalkıp da “Google benim sunduğum internet erişim altyapı kapasitesinin çok büyük bir kısmını kullanıyor; bu da sunduğum erişim hizmetini alan diğer müşterilerim arasında dengesizlik yaratıyor o nedenle ben Google’ın erişim kapasitesini sınırlayacağım” dese bu ne kadar objektif ya da eşitlikçi bir karar olur? Google’ın erişimini sınırlayarak kendi arama motoru hizmeti veren firmasını öne çıkarmaya çalışmakla suç işlemiş olmaz mı?

Yüksek ciro yapan bir işletmenin olduğu bölgeye hizmet veren belediye bu durumu tespit ettiğinde bu işletmenin olduğu caddenin yollarını bozmaya kalkabilir mi? Elektriğini, suyunu kısıtlayabilir mi?

Demek ki “buralar eskiden hep babamındı” mentalitesi insana bunu yaptırabiliyor. Üstelik bu, Türkiye gibi bilgi toplumu sürecinden payını tam alamamış bir ülkede değil, internetin beşiği olan bir ülkede gözleniyor.

İşin ilginci düzenleyici devlet kurumu olan FCC’nin böyle bir karar karşısında telekom firmalarını çok daha zor durumda bırakacak yaptırımları hayata geçirme yetkisi de var.

Internet tüm dünyada büyük bir paradigma sıçraması olarak gerçekleşmekte. Eski dünyanın avantajlı konumundaki kişi ya da kuruluşlar bu sıçrama neticesinde ellerindeki pazarı yönetme ve yönlendirme erklerini kaybettikçe bu tür örneklerde gördüğümüz şekilde bel altına vurmaya başlamaları ne kadar düşündürücü. Oysa onlar da bir önceki paradigma sıçraması sonucunda ortaya çıkmışlardı. O nedenle rekabeti bu şekilde düzeysiz seviyelerde tanımlamak yeryüzü kültürünün gelişmesine hiç bir fayda sağlamayacaktır. Her ne kadar şirketlerin bilançolarını ve karlarını patlatma potansiyeline sahip olsa da.

Rekabet araç seviyesinde değil amaç seviyesinde olmalıdır. Amaca giden yolda kullanılan araçların performans farklılığına dayanan rekabet riskli bir rekabet durumudur. Bugün lehte çalışırken yarın aleyhe dönebilir. Oysa doğru rekabet yaratıcı fikirlerde, inovasyonda, bilgi üretiminde saklıdır. Bu seviyedeki rekabeti kaldıran bir kuruluşun sırtı ise hangi paradigma sıçraması olursa olsun yere gelmez.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1205) - Ooof Off Line Köşesi - 23 04 2010

Cuma, Ekim 30, 2009

INTERNET 40, DEVRİM 48 YAŞINDA

Hemen hemen aynı zamanlarda gerçekleştirilen iki mucize. Amerika menşeili olan ortaya çıkışından kırk yıl sonra tüm dünyayı sarmış durumda, Türkiye menşeili olan diğeri ise kırk sekiz yıldır yalnızlığa mahkum edilmiş durumda! Peki ama neden?


29 Ekim 1969 günü Los Angeles’taki UCLA üniversitesindeki
araştırma görevlileri yeni icat etmiş oldukları bilgisayarın ekranına daha iki harf yazmışlardı ki bilgisayar çalışmaz hale geldi. Amaçları 314 mil uzaklıktaki Stanford Üniversitesi’ndeki bilgisayara bağlanmaktı ve bunun için karşıdaki bilgisayara giriş yapmaları gerekiyordu (yani LOGIN olmaları). Oysa bilgisayar daha LO yazıldığında çalışmaz hale geldi (teknik jargonla belirtmek gerekirse “göçtü”).

Bundan sekiz yıl önce 29 Ekim 1961 günü Ankara’da, TBMM’nin önünde özel bir kutlama vardı. 4,5 ay gibi kısa bir sürede adeta yoktan varedilmiş Türkiye’nin yaptığı ilk otomobil olan Devrim arabalarının iki numunesi meclis bahçesinde cumhurbaşkanı ve projenin fikir babası Cemal Gürsel’i bekliyordu.

Araçlardan birisi siyah diğeri bej renkliydi. Eskişehir’de yapıldığı yerden Ankara’ya tren ile getirilmişti ve yolda herhangi bir yangın tehlikesine karşı (trenler kömürle çalışıyordu) araçların benzin depolarındaki benzin azaltılmıştı. Lokomotife daha yakın olan siyah araçtaki benzin çok azdı.

Ankara’ya getirilen araçlar meclis binasının önünde cumhurbaşkanının gelmesi beklenirken siyah araçtaki benzinin yetersizliği anlaşıldı ne yazık ki ne cumhurbaşkanı gelip araca binmeden önce benzin dolduracak zaman bulundu; ne de cumhurbaşkanının içinde yeterince benzin olan bej araca binmesi sağlanabildi.

Sonuçta, 200 metre giden siyah araç herkesin şaşkın bakışları altında olduğu yerde durdu. Her ne kadar cumhurbaşkanı bej araca alınıp, gün boyunca planlanmış tüm törenlere o araçla intikal etse de ertesi gün gazetelerde çıkan “Devrim Yolda Kaldı” başlığı ve onun altını süsleyen yanıltıcı detaylar Türkiye’nin daha 1961 yılında otomotiv sektörüne yüzde yüz yerli malı araç üretimiyle girmesini engelledi.

Yıllar sonra Devrim’in öyküsünü gazetelerden okurken, hala gazetelerin yanıltıcı bir şekilde araca benzin deposu yapılmasının unutulduğu bilgisi beni çok düşündürmüştü. Oysa sonradan unutulan şeyin depo değil benzin olduğunu öğrendim. Ve buna karşı ülkenin gösterdiği tepkiye bir anlam veremedim. Hala verebilmiş değilim. Arabaya benzin konulması unutuldu diye 20. yüzyılın en büyük sektörlerinden olan otomotiv alanında Türk yapımı üretim yapmamak.

Bu ne büyük bir ceza! Eğer bu mentalite geçerli olsaydı, 29 Ekim 1969 günü daha LO yazdıklarında karşılarında çalışmaz hale gelen bilgisayarları gördüklerinde UCLA’daki bilim adamlarının “Tamam yaa işte çalışmıyor; hadi bırakıp evimize gidelim” demeleri gerekmez miydi?

Peki fark nerede? Devrim Yolda Kaldı diye günün manşetini patlatan ve bu nedenle belki de kendilerine güzel bir kariyer sağlayan üç beş gazete(ci)nin, kendi vizyonlarını aştığı için, ezber bozduğu için projenin karşısında duran güya sorumluluk sahibi bürokratların geleceği, koca ülkenin geleceğini nasıl olur da bu kadar olumsuz yönde etkileyebilir? Bir ülke, bir sistem buna karşı nasıl mağlup olur?

29 Ekim 1969’da California’da bilim adamlarının karşılarına çıkan zorluklar karşısında durmadan, yılmadan çalışmaları ve bu sorunları aşmalarının temelinde projenin ifade ettiği anlam yatmaktaydı. Sovyetlerden gelecek herhangi bir tehlikeye karşı mücadele edebilmek! Bir otomobil yapmak neden o günlerde tüm ülkeye tek bir anlam ifade edemedi?

Daha LO yazarken çalışmaz hale gelen, 314 mil uzaklıktaki bir bilgisayarla iletişim kuramayan o proje kırk yıl içinde gelişerek bugün Internet adıyla dünya üzerinde milyarlarca insanın gündelik hayatına yön veren bir teknoloji bileşeni olarak ve tek bir ülkenin sınırlarını aşarak yeryüzü kültürünün bir parçası halini almıştır.

48 yıl önce cumhurbaşkanını tüm gün boyunca Ankara’daki Cumhuriyet Bayramı törenlerine taşıyan bej renkli Devrim Arabası ise bugün tek başına Eskişehir’de TÜLOMSAŞ’ın (Türkiye Lokomotif ve Motor Sanayi AŞ) müzesinde sergilenmekte. 48 yıl sonra inatla çalışıyor ve ne yazık ki bu bize hala bir anlam ifade edemiyor!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1180) - Ooof Off Line Köşesi - 30 10 2009

Pazartesi, Temmuz 27, 2009

ÇOK BOYUTLU İNSANA DOĞRU


Rüştünü henüz ispat edememiş olan internete ülkemizde daha şimdiden bu denli yasak getirilmesi politikacıların içgüdüsel olarak onu bir tehdit algılaması olarak idrak etmekte olduklarının bir göstergesi.


Önce gazete. Sonra radyo ve ardından televizyon. Şimdi ise internet. Medyayı oluşturan katmanlar. Radyo çıktığında basılı medya çevreleri bir baskı hissetmişler miydi acaba üstlerinde? Radyo gazeteyi öldürecek diye. Ya da televizyon çıktığında? Radyo badiresini atlattık ama bu kez ne yapacağız diye telaşlanmışlar mıydı?

Mutlaka o evrelerde de belli belirsiz bir tedirginlik, telaş yaşanmıştır. Her yenilik bu tür ikilemde bırakır insanı. Eğer mevcut koşulların düzelmesi, değişmesi konusunda bir beklentiniz olmayacak kadar mevcut koşulları kontrol altında tutuyorsanız ya da hayatınızdan bezmiş, bezdirilmişseniz o zaman her gelen yenilik iri ya da ufak bir tehdittir. Tehdittir çünkü mevcut koşullardaki avantajlı durumunuzu kaybetme riskiniz var demektir (bezmiş ya da bezdirilmiş için bile o en avantajlı haldir; öyle olmasa ondan kurtulmanın yollarını arar bulana kadar)

Mevcut koşullar kontrolünüz altında değilse ve birşeylerin yetersiz olduğunu ya da değişmesi gerektiğini düşünüyorsanız ya bir şeyleri değiştirirsiniz ya da gelen yeniliğe bu beklentiyle sarılırsınız.

Internet geldiğinde de gerek ülkemizde gerekse de dünyada medya işte böyle bir çeşitlilik içeriyordu. 2000li yıllarda ortaya çıkan kriz janjanlı internetin fiyakasını biraz bozdu ama onu tehdit algılaması dışına çıkarmaya yetmedi. Medya ve politikacılar için internet neden radyo ya da televizyon devriminden çok daha önemli, güçlü ve kritik?

Sorunun cevabı basit aslında. Internete gelene kadar medyada haber alma, haberi yayma, daha genel anlamıyla kitleler ile iletişim içine girme süreci tek yönlü idi. Yani işin “iletim” kısmı güçlü ama “iletişim” kısmı güdük kalan bir modeldi bu.

Medya araçlarının bu tek yönlü imkanı zaman içinde özellikle politikacılar tarafından keşfedildi ve on yıllardır çok güzel kullanılmakta. Internet öncesi medya dünyası adeta bir tek boyutluluk gösterir. Medya aracından kitlelere doğru bir iletim. Bu kanalda ne iletirseniz alıcılar onunla beslenir. Kitlelerin beslenme alışkanlığı bu şekilde merkezi bir şekilde idare edilir. Bugün ülkemizde de her iktidara gelenin medyayı kontrol etme arzusu biraz da bu klasikleşmiş modelin bir göstergesidir. Medyayı kontrol altında tutarsanız kitleleri de kontrol altına almış olursunuz.

Çok net söylemek gerekirse internet bu tek boyutlu denklemi bugün bozmuş durumdadır. Bu bozgun iki boyutta incelenebilir. Birinci boyutu kendi içinde defoları barındıracak cinsten olup klasik medyanın da güdümlü yaklaşımı ile güvenilirlik ağına takılarak küçük gösterilmeye çalışılan “sadece internet üzerinden hizmet veren medya hizmetleri”dir. Artık dileyen herkes internet üzerinden bir medya işlevi görür hale gelebilir. Ancak bu kanal suistimale çok açık, kırılgan bir durumdur.

Daha güçlü olan ve klasik medya tarafından nasıl alaşağı edileceği bilinmeyen diğer boyut ise ne televizyonda vardı, ne radyo da ne de yazılı basında. O da kitlelerin internet sayesinde medya araçlarıyla ve birbirleriyle aktif bir iletişim ve etkileşim içinde olmalarıdır. Özellikle internet ve cep telefonu dünyasının içine doğan günümüzün dijital yerlileri olan gençler için farklı bir tutum düşünülemez bile. Sansür neymiş, “sen fikirlerini söyleme sessiz kal” demek ne demekmiş?

Bu dijital yenilikleri hayatlarının belli bir döneminden tanımış olan daha yaşlı dijital göçmenler için de durum değişmekte. Internet bireyin eğilmeden bükülmeden sesini yükseltmesini sağlayan yegane medya aracıdır.

Medyayı düşündüren işte budur. Çünkü sesini güçlü olarak duyuran kitle demek manipüle edilemeyen, edilemeyecek olan kitle demektir. Internet ya da bilgi çağı bu olgular üzerinde bir toplum inşa etmeyi hedeflemiş olan ülkeler için bir değer katacaktır. Şimdi bir de ülkemize bakalım... Politikacılar için medya hala kitleleri yönlendirmede en büyük tehdit unsuru ama internet kendi başına medyanın on katı daha büyük bir potansiyele sahip. Rüştünü henüz ispat edememiş olan internete ülkemizde daha şimdiden bu denli yasak getirilmesi içgüdüsel olarak bu tehdit algılamasının idrak edilmekte olduğunun da bir göstergesi.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 24 07 2009

Çarşamba, Şubat 18, 2009

INTERNETE DÜŞMEK


Üç tane düşmüş kendi düşmüşlüklerini unutmak ve unutturmak için bugün internete zehirlerini şırınga ediyor. Geriye kalanlarımız ise bu konuda bir şey yapmakla sorumlu olduğumuzu bile düşünemiyor.


Eskiden İstanbul’daki hayat kadınlarının en son durağı köprü altı olurmuş. Köprü altına düşmek diye bir ifade kullanılırdı. Bugün zaman zaman buna benzer bir ifade internet için kullanılıyor.

Internetin kalitesizliğini, inanılırlılığı olmadığını göstermek üzere “internete düşmek”ten bahsediliyor. Bir bilgi internete düşmüşse onun doğruluğundan ya da orijinalliğinden şüphelenmek gerek yani.

Bir yandan baktığımızda internet “çağımızın rönesansı” olarak en büyük kaynak ya da fırsat şeklinde lanse edilirken diğer yanda “internete düşmek”ten korkanlar, çekinenlerin bakış açısı ve bu açının yönlendirdiği insanlar.

Internete acaba neden düşülüyor? Biraz irdelemekte fayda var. Bu olguyu irdelediğimizde aslında internetle ilgisi olmayan pek çok olgu için de benzer bir yaklaşım ve değersizleştirme metodunun geçerli olduğunu da tespit edersek, şaşırmayın!

Yeni bir olgu ortaya çıktığında bir kısmımız öncelikle yapılan şey herhangi bir donanıma, bilgi birikimine sahip olmadan ve herhangi bir temel eğitim alma gereği duymadan bodoslama “nedir bu zamazingo?” diye ona saldırıyoruz.

Bu cesaret iyi bir şey. Yüzyıllarca bayağı bir işimize yaramış. Ama oyun alanı kas değil de kafa çalıştıracak şeyler olduğunda bu herşeyi bilen, herşeyden anlayan, söz dinleme gereksinimi olmadığına inanan zihniyet sonuçta verimsizlik durağında otobüsten atılmak zorunda kalmış; kalıyor.

O verimsizlik durağına nasıl mı ulaşıyor? Çok basit. Öğrenmeyi kişisel deneme yanılma yöntemine indirgemiş olan yaklaşım modeli sonucunda ne kadar öğreniyor ve ne kadar performans gösteriyorsa, çokbilmişliği ve kibiri sağolsun üst sınır budur diyerek racon kesiyor ve orada duruyor.

Orada durmakla da kalmıyor; nüfuz alanındaki herkesin de en çok o seviyeye dek gelmesini sağlıyor ve ondan öte bir dünyanın olduğunu ne kabul ediyor, ne de başkalarının çıtayı oralara dek götürmesine izin veriyor. (Siyasette bu duruma zaman zaman “köylülük” deniyor)

Bu öncülerin açtığı yolda geri kalanlarımız lay lay lom yaparak geliyor, hazıra konuyoruz. Bizim için dünya çok kolaydır. Bizden önce giden akıncılar nereye dek gidileceğini bizim için belirlemiştir. Sorgulamayız, ayıp olur. Merak etmeyiz; kafa patlatmak gerekir. Sadece tüketmeye geliriz; tüketiriz. Ta ki tüketilecek bir şey kalmayıncaya kadar.

Internet de bu ikilinin yaklaşımına maruz kaldı ve kalmaya devam ediyor. Bugün internet dediğinizde aklımıza gündelik hayatınızda faydalı bir işe yarayan herhangi bir olayı ya da olguyu yanına getirip iliştirebiliyor musunuz? İstisnai bazı durumlar dışında hayır.

Onun yerine akla ilk gelen imaj nedir? İşte internete düşmek ifadesi buna en güzel cevap. “Internetten mi okudun; sakın inanma!”.

Internette bulunan tüm bilgiler doğru mu? Hayır. Peki bunun sebebi neden o yanlış bilgileri internete koyarak kendini bir şey sananlarda değil de internette?

Her gün size de en az bir düzine eposta geliyordur. Zaman zaman bir firmayı ya da bir ürünü kötüleyen zaman zaman da ölmek üzere olan bir hasta için kan bağışı isteyen.

Nasıl bir tepki veriyorsunuz? Aman vicdanım rahat etsin diye derhal tüm arkadaşlarınıza yönlendiriyor musunuz o epostaları? Sonra da ukalanın birisi o epostanın içindeki bilgilerin yanlış ya da eski olduğunu bildiren bir cevap gönderi; bozulursunuz.

Eposta sisteminden istifade etmenin onca yolu varken buna benzer şekilde kullanılması verimsizliğin ötesinde giderek o sistemin faydalı olma olasılığını da zihinlerde sıfırlamakta. Böylece yarın gerçekten acil kana gereksinim duyan bir eposta aldığınızda ona da kayıtsız kalacaksınız.

Üç tane düşmüş kendi düşmüşlüklerini unutmak ve unutturmak için bugün internete zehirlerini şırınga ediyor. Geriye kalanlarımız ise bu konuda bir şey yapmakla sorumlu olduğumuzu bile düşünemiyor.

Şimdi internet yerine şu olguları düşünün ve karar verin onların da başına gelen aynı şey değil mi? Demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet...

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 30 01 2009

Salı, Mayıs 06, 2008

TÜRK USULÜ İNTERNET


Interneti bir fırsat olarak algılayan ülkeler bu konuda stratejik yatırımlar yapacak. Onu bir türlü bu düzeyde bir gündem maddesi olarak algılayamayanlar ise kendilerini nehrin akışına bırakacak.


Mustafa Akgül’ün 15.04.2008’de Cumhuriyet’te yayınlanan, Internet Yaşamdır isimli makalesindeki, Türkiye’de internet kullanımı ile ilgili kimi istatistiki bilgileri okurken aklıma on yıl kadar önce bir ABD TV’sinde izlediğim şov geldi.

Hani bizde de oluyor ya; elinde mikrofon sokağa çıkmış muhabir yoldan geçenlere öyle bir soru soruyor ki cevabı hem çok kolay hem de herkesin net bir şekilde söyleyemediği ve komik duruma düştüğü türden.

ABD kanalında muhabir, o zamanlar internet için kullanılan “bilgi otobanı” (information superhighway) ifadesini kullanarak, o otobanın ne olduğunu soruyordu. Pek çok kişi de kastedilen şeyin bir otoban olduğu ve onun nerede olduğu soruluyormuşcasına, ya nerede olduklarını bilmedikleri cevabını veriyorlardı; ya da en yakın otobanı tarif ederek, oranın bilgi otobanı olduğunu belirtiyorlardı.

Türkiye’de nüfusun %22’si interneti hiç duymamış; ne olduğu konusunda bir fikre sahip değil. Ulusal medyamız sağolsun, bu tür istatistikler bizde öyle bir ruh hali yaratıyor ki sanki örneğin ABD’de bu rakam yüzde birmiş de geride kaldığımız için hayıflanıyoruz.

Elbette ki bu figürden daha parlak durumda olan ülkeler var. Ancak bir o kadar da bizden daha kötü durumda olan ülkeler var. Dijital uçurum dünyanın her yerinde, her noktasında varlığını sürdürüyor. Dijital uçurum sadece İstanbul ile Adıyaman arasında yok; dijital uçurum İstanbul’da semtler arasında var. Aynı semtteki sokaklar, evler arasında da var.

Zaten işte bu nedenle büyük bir şehrin göbeğinde bazen öyle ilginç olaylar oluyor ki dudağımız uçukluyor. Evlerin arasındaki bir atölyedeki yanıcı madde binayı havaya uçuruyor ve biz nasıl oluyor da böyle bir imalathanenin evlerin bu kadar dibinde faaliyet gösterebildiğini algılayamıyoruz.

Tıpkı öteki olgularda olduğu gibi internet için de her ülke kendi sosyal ve kültürel birikimi çerçevesinde onu değerlendiriyor ya da ıskalıyor. Bunu yaparken pek çoğu öne geçmek için adil olmayan yollara başvuruyor; başvuracak. Interneti bir fırsat olarak algılayan ülkeler bu konuda stratejik yatırımlar yapacak. Onu bir türlü bu düzeyde bir gündem maddesi olarak algılayamayanlar ise kendilerini nehrin akışına bırakacak.

ABD’de internete bu kadar önem verilmesinin temelinde devrin başkan yardımcısı olan Al Gore’un kişisel çabaları yatmaktadır. Yoksa internet artık hepimizin ezberlediği gibi kökeni ta 60lı yıllara kadar uzanan bir altyapı olduğu halde 90lı yılllara dek keşfedilememiştir.

Bu tür keşfedilmeyi bekleyen daha pek çok olgu var. Internet son büyük durak değil. Yenilenebilir enerji, nano-teknoloji, karbon salınımı kriterleri, gelecek onyıllarda bu konular daha çok önplana çıkacak.

Gördüğümüz kadarıyla biz de ülke olarak bu tür yeniliklere çok sıkı bir şekilde hazırlanıyoruz. Öncelikle kılık kıyafetimizden başladık işe. Onu halletikten sonrası çocuk oyuncağı. Seksen yıllık cumhuriyet döneminde sanırım aşırı sol dışında iktidar olmamış; onun nimetlerinden istifade etmemiş hiçbir ideoloji, parti kalmadı. Sonuç? Görülen o ki herkes kendine yonttu ve bunun faturasını kendine yontamayanlara çıkardı. İşin ilginci bu faturayı gösterme ve tahsil etme konusunda global dünyada o kadar güzel çözümler üretilmiş durumda ki Türkiye’nin dört yüz milyar dolar borcu var dendiğinde, kimse bunu üstüne almıyor. Sanılıyor ki orada Ankara’da Türkiye isminde bir şahıs var; bu borçları o ödeyecek.

Internet kullanım istatistikleri iç karartıcı değil ancak o kullanımın sebepleri ve sonuçlarına baktığımızda internetin hızla bir tüketim malzemesi haline geldiğine şahit oluyoruz. Kahvede, meyhanede, hamamda, kadınlar gününde yapılan “geyik muhabbeti” sanal dünyaya taşınmış durumda.

Her daim kaldırımları yıkıp yenisini yapma eğilimi internette. Bir felaket olduğunda olay yerine gidip en ciddi sözleri veren sonra da sözlerinin ardında duramayan kamu yönetimi internette. Sonra? Sonra bütün suç internette!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 02 05 2008