bilgi toplumu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bilgi toplumu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Perşembe, Eylül 23, 2010

“HAKİKATİN ÇÖLÜ”

Kişinin bir fikir sahibi olması iyi birşey. Ancak bu aşırıya kaçtığında her türlü hayal mahsülü fikir, objektif bilgiden daha itibarlı hale gelebilir. Hakikatin çölünü reddetme eğiliminde olan birey için bu renkli hayal dünyası ne büyük bir nimettir! Dilediğin sebebi hayal et; olayların ardındaki gerçek o olsun!


Birkaç gün önce yazar Paulo Coelho Twitter üzerinden kendisini izleyenlere bir soru sordu : Matrix filminde “Hakikatin çölüne hoşgeldiniz” diyen karakter hangisiydi?

Hakikat neden çöle benzer? Çevremizde meydana gelen olayları ya da birilerinin söylediği bir sözü ya da aldığını bir kararı (doğrudan ya da dolaylı bizi ilgilendirdiği için) irdelememiz gerektiğini varsayalım. O olay neden oldu? O kişi neden öyle dedi? Ya da neden öyle bir karar almış?

Perdenin arkasında yatan gerçekleri ararken çok kritik bir noktadan geçeriz. Bu arama, tarama, irdeleme işini yaparken baz alacağımız temel paradigma nedir?

Bu noktayı o kadar hızlı geçeriz ki bunun bir değeri olduğunu bilmemekle kalmaz, bunun aslında tüm resmi değiştirecek güce sahip olduğunu da algılayamayız. Birisi bir vesile ile (mesela bu yazı) konunun altını çizmeye kalktığında da büyük bir olasılıkla onunla hem fikir olmamız olanaksıza yakın bir köşeye atılacaktır...

Nedir o paradigma? Basitçe, sadece kendine kapalı bir çevrede oluşmuş kişisel fikirlerimizi mi baz alacağız? Yoksa kendimizin, kendi fikirlerimizin de dışına çıkarak, başka bireylerin fikirlerini ya da daha objektif olduğu konusunda mutabakat sağlanmış fikir/bilgi kaynaklarını da resmin içine dahil edecek miyiz?

Bu kritik nokta bizim birey olarak, toplum olarak bilgi çağının neresinde olduğumuzu net bir şekilde gözler önüne serme gibi “kötü” bir özelliğe sahip!

Eğer sadece kendimiz ile sınırlı kalma yolunu seçersek; o olay, söz ya da kararla ilgili olarak fantezi dünyası önümüzde sonsuza dek açılmış olur. Hayal kurma kapasitemiz burada kendisini azami ölçüde gösterir ve inanılmaz sebepler icat ederiz. İcat edilen bu rengarenk sebeplerin ortak özellikleri de olacaktır. Mesela duruma göre bize en büyük kötülüğü yapacak olanlar gibi.

Böylece birisi bizi hiç dikkate almadan bir laf etmiş olsa bile bizim sınırsız hayal kurma dünyamız sonuçta aslında o kişinin oturup bize en büyük zararı dokunacak lafın ne olduğunu arayıp tarayıp bulmuş ve söylemiş olduğu fantezisini geliştirir.

Oysa kendi dışındaki kaynakları da resme dahil etme yolunu tercih eden birisi, o kişinin neden öyle demiş olabileceği konusunda daha objektif kaynaklara da başvurarak veri ve enformasyonu bir araya getirir ve bunlar ışığında bir bilgi üretir.

Fantezi dünyasındaki birey bunun etkisinde o derece kalabilir ki tesadüfen gerçek ile karşılaşsa bile gerçeğin çölünün renksizliği, hayalgücünden uzaklığı ona itici gelecektir. Bu çerçevede kişi gerçeğin çölünü acilen terk etmek ve kendi renkli hayal dünyasına geri dönmek ister. Böyle bir kişiye gerçeğin ne olduğunu bulmasını sağlamanın ya da anlatmanın ne anlamı olabilir ki? (Yine Matrix filminde Cypher karakterinin tüm ekibi ajan Smith’e sattığı yemek sahnesini anımsayın)

Bilgi toplumu bu açıdan bakıldığında hakikatın çölünde yaşar. Bilgiden istifade etmesini bellemiş birey de hakikatin çölünde yaşamaktan rahatsızlık duymaz. Bilgi tarih boyunca insanın gözlerine musallat olmuş aldatıcı gözlükleri çıkarıp atma eğilimindedir. Adem ile Havva’nın, cennetten kovulmalarına neden olan bilgi ağacının meyvesini yemelerinden beri. Belki de asıl husus cennet olgusuyla ilgilidir! Belki de o meyve cennete giriş anahtarıydı!


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1226) - Ooof Off Line Köşesi - 17 09 2010

Pazartesi, Eylül 06, 2010

“DİNGİN BİR ŞİMDİKİ ZAMAN” HAYALİ!

Eğer bir ülke veri ve enformasyon içinde boğuluyor ancak bilgi üretemiyorsa gelişmemiş demektir


- Herşeyi, baştan sona herşeyi bildiğimiz zaman, daha ne öğrenmemiz gerekecek?
- Sentez sanatını !

J.C. Carriere’nin bu sorusuna verdiği cevapla Umberto Eco yaşadığımız bilgi çağında “bilgi” demekle ne kastedilmesi gerektiğini net bir şekilde ortaya koymuş durumda.

Bu model Michel Serres’ten bir alıntıyla da güçlendiriliyor: “Hafızamıza [malumat] yerleştirme çabasını artık göstermemiz gerekmiyorsa o zaman geriye sırf zekamız kalıyor”.

Bugün fazlalığından dolayı yakındığımız veri ve enformasyona ulaşmak dünün insanı için oldukça zor ve o nedenle de değerliydi. Sorun aslında bir veri ya da enformasyona ulaşıldığında bununla hayatın kalitesini nasıl artıracağını bilen insan sayısının az olmasıydı. Pek çok insan bu bilinçten yoksun olarak yaşadı.

Bugün ortalama bir insan o bilince sahip. Ancak sorunu ise veri ya da enformasyonu yalın olarak kullandığında hayatına bir değer katma imkanının olmaması. Onları kullanarak, işleyerek illa ki bir bilgi üretmesinin gerekliliği. Umberto Eco “sentez sanatı” cevabıyla bu realiteye işaret ediyor.

Bugün gelişmiş ile gelişmekte olan (yani gelişmemiş) bir ülkeyi ayırt etmede bu nokta da bir değerlendirme kriteri olabilir. Eğer bir ülke veri ve enformasyon içinde boğuluyor ancak bilgi üretemiyorsa gelişmemiş demektir (Ya da genelde gelişmiş sınıfına giren bir ülkede yaşayan herhangi bir birey ya da topluluk için de bu değerlendirme kısmi olarak yapılabilir).

Dijital kültürde bunun hoş bir adı da var : Dijital uçurum! Bu uçurumu kapatma eforu da ülkenin gelişmişliğinin bir göstergesi olabiliyor. Bazı ülkeler her haneye yüksek hızlı internet erişimi sağlamayı anayasal bir hak olarak değerlendirirken başka bazı ülkeler anayasayı değiştirmek için bambaşka motivasyona sahip olabiliyor (mesela yargının yürütme ile aynı söyleme sahip olmasını sağlamak gibi)

Eco ile Carriere’nin söyleşi formatındaki “Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın” isimli kitapta kitabın geleceği de sorgulanıyor. Ancak basitçe mektup ile zarfın aynı şeyler olmadığı gibi belki de kağıdın yenileceğini ama kitabın teknolojiye yenilmeyeceğini saptıyorlar. Hatta bazı açılardan incelendiğinde kitabın format olarak bile teknolojiye üstün geldiğini tespit ediyorlar. Örneğin beş yüz sene önce yazılmış bir kitabı, dilini bildiğiniz sürece, bugün hala kolayca açıp okuyabilirsiniz. Ancak daha on yıl önce popüler olan bir saklama ünitesinde (diyelim ki diskette) yer alan bir dosyayı okumak bugün için neredeyse imkansız. Neden? Çünkü standard bir bilgisayarda artık disket okuyucusu yok!

Benzer şekilde belki CD/DVD okuyucular da yarının mükemmel bilgisayarlararının standard bir parçası olmayacaklar ve o nedenle bugün CD’lerde DVD’lerde saklanan bilgilere erişim imkanı ortadan kalkmış olacak.

Elbette ki bu ölümcül bir durum değil. Her seferinde yeni bir teknoloji çıktığında o geçiş döneminde bilgi hazinenizi yeni teknolojiye dönüştürürseniz herhangi bir kaybınız olmaz.

Ancak yine de bu durum, adı “kalıcı veri depolama ortamı” olarak anılan teknolojilerin aslında kendileriyle çelişkiye düşer gibi “geçici” oldukları gerçeğini saklayamıyor. Geçici çünkü sürekli değişiyor.

Bu değişim öyle bir hızda ki Eco’nun tespitiyle “Dingin bir şimdiki zamanı yaşayamıyoruz artık! Daima geleceğe hazırlanma gayreti içindeyiz!”

O gelecek hiçbir zaman gelmiyor ve daha da kötüsü şimdiki zamanı elimizden çalıp kaçırıyor!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1224) - Ooof Off Line Köşesi - 03 09 2010

Pazar, Mayıs 02, 2010

BİLGİ(ÇLER) TOPLUMU

Kolaycılığı kaçmak bu kadar popülerken daha uzun yollara başvurmaya rağbet olmamasına şaşmamalı. Bilgi toplumu değiliz ne de olsa; bilgiçler toplumuyuz! Bilgiye değil istihbarata önem veriyoruz. Damak tadı, gurme olmak gibi dertlerimiz yok; amacımız midemizi doldurmak, karnımızı doyurmak.


Geçtiğimiz günlerde gündeme gelen telefonların dinletilmesi olayında en popüler sebeplerden bir tanesi de kişilerin eşlerinin ya da sevgililerinin kimlerle konuştuğunu merak etmesiydi. Belli ki ilişkilerin ne kadar sağlıklı olduğu pek merak ediliyor. Yine belli ki bu tür soru(n)lar için öz sermayeden istifade etmek yerine (yani olayları, gelişmeleri muhakeme etmek, buna göre sonuçlar üretmek) “neyse bedeli ödeyelim; hazıra konalım” kolaycılığı ağır basıyor.

Kolaycılığı kaçmak bu kadar popülerken daha uzun yollara başvurmaya rağbet olmamasına şaşmamalı. Bilgi toplumu değiliz ne de olsa; bilgiçler toplumuyuz! Bilgiye değil istihbarata önem veriyoruz. Damak tadı, gurme olmak gibi dertlerimiz yok; amacımız midemizi doldurmak, karnımızı doyurmak.

Bilgi toplumunda etrafı saran hava gibi her yanı dolduran ve kendi başına bir anlam ifade etmeyen verileri bir araya getirip, bunlardan karar verme sürecinde yardımcı olacak enformasyonlar üretmek çok doğal bir süreç. Örneğin uçak seyahatlerinde koridora bakan koltukları tercih edenlerin başkalarına yardım etme, hayır işleri söz konusu olduğunda daha bonkör davrandıklarını biliyor muydunuz? Belki kendileri de bunu bilmiyor. Ama bu verilerden bir anlam çıkarmaya çalışan firmalar (örneğin kredi kartı firmaları, sigorta şirketleri) bunu biliyor.

Hatta bu konuda o kadar ileri gitmiş durumdalar ki bireylerin kredi kartı kullanım alışkanlıklarına bakarak, ertesi gün nerede olacaklarını bile %90 doğru tahmin edebileceklerini iddia edebiliyorlar.

Verilerden anlamlı enformasyon ve bilgi üretmek ve gündelik hayata bunu uyarlamak bir yanda çok faydalı diğer yanda da insanın tüylerini diken diken edici bir gizilgüce sahip. Örneğin ABD’deki en önemli bilgilerden bir tanesi de bir kişinin yakın bir zamanda bir yerden başka bir yere taşınmış olup olmadığını bilebilmek. Çünkü eğer taşınmışsa ona yeni taşındığı lokasyonda gereksinim duyacağı ürün ya da hizmetleri sunmak için hazırda bekleyen yüzlerce firma var. Bir kredi kartı firmasının, bir kart hamilinin taşındığını tespit etmesi bu açıdan çok önemli. Çünkü kredi kartı firmalarının katma değerli hizmet sunma kaygısı nedeniyle hazırda bekleyen bu firmalarla yaptığı ikili anlaşmalar var. Bu sayede firma potansiyel müşterilerine direkt ulaşarak, “yeni taşınmışsınız, şuna şuna gereksiniminiz olabilir; size nasıl yardımcı olabiliriz” diyebilir.

Hemen tahmin edebileceğiniz üzere bu durumun negatif yanı bireyin özel hayatına müdahale edilmiş olması. Kişi belki de çılgın kalabalıktan uzaklara gitmek ve rahatsız edilmemek isteyebilir (aslında bireyin profili çıkarılırken bu konudaki tavrı da tespit edilebilir ve rahatsız edilmek istemeyenlerin rahatsız edilmemesi sağlanabilir; sonuçta bu analizleri yapan firmaların derdi bireyin özel hayatına müdahale etmek değil; ona bir şey satarak hem ona yardımcı olmak hem de para kazanmak!)

Kredi kartı firmalarından olan Amerikan Express firması bir dönem, yaptığı analiz çalışmaları sonucunda belli bir grup müşterisine kartlarını iptal etmelerini teşvik için 300 dolar önermiş. Yani “al şu 300 doları bırak bizim kartı”. Deli mi bunlar diye sormayın. Yaptırdıkları analiz göstermiş ki bu kişiler o kredi kartlarını kullanmaya devam ederse, sonrasında ödeme güçlüğüne düşeceklerinden firmayı çok daha fazla zarara uğratabilirler.

Bunlar bilgi toplumu için doğal birer olgu; bilgiçler toplumu içinse çok anlamsız ve gereksiz!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1206) - Ooof Off Line Köşesi - 30 04 2010

Salı, Şubat 16, 2010

BİLGİ IŞIKTIR

Bilgi ve potansiyel bilgelik seviyesi düşük olan birey ya da toplumun yanında onları o halde tutanlar “kurtarıcı” olarak belirir. Robotlaşan birey (ya da toplum) bu sahte kurtarıcılar ne derse onu yapar hale gelir. Alternatif üretemez. Bu karamsar tabloyu yıkmanın tek yolu ise bilgidir, bilgeliktir.

Russell Ackoff’a göre bilgi olgusu söz konusu olduğunda üç farklı “düzey”in bahsetmek gerekir. Bunlar veri, enformasyon ve bilgidir. Ackoff bu üçlü resme iki olgu daha ekler. Biri düzeyler arasındaki geçişte katalizör etkisi gören “anlama”dır; diğeri ise nihai hedef olan “bilgelik”.

Herhangi bir iletişim ya da tartışmada kullanılacak bilgiler bu düzeyleri, arasındaki farkı, nihai amacı göz önünde bulundurmadan kullanılırsa o etkileşim sorunlu başlayıp sorunlu bitecektir. Daha neyin bilgi neyin fikir olduğunun ayırdına varmada zorluk çekerken bir de buna bilginin çeşitli kademeleri mi eklenecek? Evet (ne yazık ki) öyle! Bilgi Çağı ya da Bilgi Toplumu denildiğinde anlatılmak istenen şeyi tam idrak edebilmek için bu olguları iyi bilmek gerekir.

Sondan başlamak gerekirse bireyin nihai hedefinin, bilgelik seviyesine ulaşmak olduğunu tespit etmek gerekir. Bilgelik bireyin yaşamın zorlukları karşısında gereksinim duyduğu savunma gücüdür. Bu o denli güçlü bir güdüdür ki insanlar başka insanları kendi bilgelik düzeylerini artırmak için gözlerini kırpmadan kullanabilmektedir. (Hayatta hiçbir amaç bulamayan, gözünün önünde kendisine gösterilen resim dışında bir alternatifin de olabileceğini akıl edemeyen bireyleri düşünün).

Ackoff’un hiyerarşisinde en altta yer alan veri seviyesinin tanımını yapmak nispeten kolay. En küçük bilgi kırıntısı. Enformasyon bu bilgi kırıntılarının bir araya gelmesi ya da bir mantık çerçevesinde biraraya getirilmesiyle oluşan bilgi düzeyi. Örneğin kim, ne, nerede, ne zaman gibi sorulara verilen cevaplar verileri kullanarak enformasyonu üretiyor. Bilgi seviyesi ise resmin içine nasıl sorusunu katıyor.

Aslında veri enformasyon ve bilgi arasındaki trafik “anlama” denilen bir katalizör sayesinde gerçekleştiriliyor. Anlama imkanı ya da yeteneği olmasa veriler veri olarak kalırdı. Onlardan enformasyon üretilemezdi. Keza enformasyonlar da öylece kalırdı. Onlardan bilgi üretilemezdi.

Veri ve enformasyonların bir araya getirilip belli bir modele, anlayışa, amaca göre üretilen bilgiler bireyin hayatını yönlendirmesine yardımcı olacak birer araçtır. Kişi bu araçlar sayesinde hayat karşısında kendini güçlü hisseder; bilgeliği artar.

Veri-enformasyon-bilgi hiyerarşisi belki de sonsuz bir döngü olarak ele alınmalı. Bunun bir sebebi de dün enformasyon ya da bilgi seviyesinde olan bir parçanın bugün veri düzeyine inmesiyle de ilgilidir. Bu tıpkı kişinin dondurmayı ilk tattığında hissettikleriyle daha sonra dondurma yediğinde hissedeceği “sıradanlık” duygusu arasındaki fark gibidir. Ancak bu bir kısır döngü değildir; çünkü üretilen her yeni bilgi; deneyimi ve bilgeliği de artırır.

Kişinin ya da toplumun bu döngüden çıkıp da “artık yeter” diyerek daha fazla bilginin peşinden koşmaması, bir başka deyişle “sahip olduğum bilgelik bana yeter; bundan sonrasına gerek yok demesi” o birey ya da toplum için de sonun başlangıcıdır. Çünkü bu durum dogmatik düşünce modelinin güçlenmesini sağlar. Düşünce de anlama da bilgi üretimi de askıya alınmış olur.

Öte yandan aynı bilgi bakış açısına ya da kişiye göre aynı anda farklı bilgi düzeylerinde olabilir. Evinizin adresi sizin için sıradan bir veridir ancak yıllardır sizi aramakta olan kadim bir dostunuz için çok değerli bir enformasyondur.

Veri, enformasyon ve bilgi seviyeleri aslında geçmişle ilgilidir. Ancak bilgelik gelecekle irtibatlandırılabilir. Bu çerçevede bireyin ya da toplumun kendisine nasıl bir gelecek çizmek istediğini, arzusunun, muradının, ülküsünün ne olduğunu ve bunu gerçekleştirme potansiyelini sahip olduğu bilgelik düzeyine göre değerlendirmek yanlış olmasa gerek.

O nedenle bireyin de toplumun da bilgeliğini sınırlı tutmak gelecekte o birey ya da toplumun daha az etkin olmasına neden olacaktır. Bilgi ve potansiyel bilgelik seviyesi düşük olan birey ya da toplumun yanında onları o halde tutanlar “kurtarıcı” olarak belirir. Robotlaşan birey (ya da toplum) bu sahte kurtarıcılar ne derse onu yapar hale gelir. Alternatif üretemez. Bu karamsar tabloyu yıkmanın tek yolu ise bilgidir; bilgeliktir.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1194) - Ooof Off Line Köşesi - 05 02 2010

Çarşamba, Kasım 25, 2009

SORGULAYABİLENLER TOPLUMU

Bilgi toplumu bireyin akli melekelerini minimum düzeyde kullanarak yaşamını yönlendirmesini sağlayan toplum anlamına gelmez. Tersine her bireyin bilgiyi hangi araçlarla nerede arayacağını bilme, bulduğu bilgiler içinde doğru olanı yanlış olandan ayırt edebilme becerilerine sahip olmasını gerektirir.


Richard Bach’ın ülkemizde de yeni çıkan Hipnozcu adlı kitabında, roman kahramanı Jamie Forbes bir noktada interneti kullanarak bir kişi hakkında araştırma yapar. Her ne kadar internette doğruluğundan emin olunamayacak yığınla bilgi olduğunu belirtse de webde yine de güvenilir bilgilere ulaşılacak siteler olduğunu vurgular.

Böylece bilgi çağının en kritik olgularından birisine dolaylı yoldan temas edip üzerinde durmadan geçmiş Richard Bach. O da siberuzayda bilginin nasıl araştırılacağı ve bulunan bilgilerin doğru olup olmadığının nasıl tespit edileceği.

En popüler arama motoru olan Google’ın minimalist ana sayfasında iki tane buton var malum. Birisi yazılan kelimelerle ilgili en popüler araştırma sonuçlarını ekrana getirmeyi sağlıyor; “Kendimi şanslı hissediyorum” isimli ikinci tuş ise listenin en başındaki linke doğrudan tıklanmış gibi ilgili siteyi yüklüyor.

Bu ikinci buton dikkat çekici değil mi? Firma açısından bir meydan okumanın şekillenmiş hali. Google arama sonuçlarının doğruluğundan o kadar emin ki yapılan her arama sonucunda kişinin listedeki ilk linke gitmesinin yeterli olacağını göstermek için böyle bir butonu eklemiş olabilir.

Öte yandan bu durum internetteki bilgi yığınının ne kadar sağlıklı ve doğru bilgilerden oluştuğu ya da arama yapanların her seferinde hep en doğru bilginin bulunduğu linki tespit edip öncelikle ona gittiğini garanti edemiyor.

O halde asıl sorun çözülmemiş bir şekilde kullanıcının sırtına yüklenmiş durumda. Yani yapılan aramaya en uygun linkin hangisi olduğunu, listelenen bilgilerden hangilerinin doğru olduğunu tespit edebilmek.

Bilgi toplumu ifadesine eleştirel bakanlar biraz da bu noktada bir yorum farkına sahipler. Bilgi toplumu bireyin akli melekelerini minimum düzeyde kullanarak yaşamını yönlendirmesini sağlayan toplum anlamına hiçbir zaman gelmedi; gelmeyecek de. Hatta tam tersi bilgi toplumu bireyin bu alanda her zamankinden daha ileri düzeyde becerilere sahip olmasını gerektiriyor.

Bu beklentilerden bir tanesi bilgiyi hangi araçlarla nerede arayacağını bilmek ise diğeri de bulduğu bilgiler içinde doğru olanı yanlış olandan ayırt edebilecek muhakeme yeteneğine sahip olmaktır.

Bu açıdan irdelendiğinde bilgi toplumu ifadesindeki bilgi, veri ya da enformasyon ağırlıklı bir bilgiye işaret etmektedir. Yani bir mekanizma tarafından işlenmesi gereken bilgi. Bu veri ve enformasyonun işlenmesi bireyin aktif olarak rol oynamasını gerektiren bir süreçtir. Kişi karşısına gelen bilgi kırıntılarını irdelemeli, farklı kaynaklardan çarpraz kontrol yapmalı ve güvenebileceği doğrulukta bir sonuç üretebilmelidir.

Bu süreç herhangi bir araca, kişiye ya da kuruluşa delege edilemez. Bu tür araçlar da değerlendirme sürecinde kullanılabilir ancak son aşamada kararı bireyin kendisi vermelidir. Bu çerçevede bilgi çağının bireyi sorgulayıcı olmalıdır; tabi olucu değil.

O halde karşısına gelecek bilgileri irdeleyecek bireyin donanımı burada kritik bir yönverici olarak karşımıza çıkmaktadır. Kişi yeterli (zihinsel) donanıma sahip değilse ne arama süreci ne de bunun sonucunda elde edeceği bilgileri işleme ve bunun sonuçları tatminkar olacaktır.

Örneğin ülkemizdeki internet kullanım eğilimlerine baktığımızda karşımıza çıkan tablo bunun bir göstergesidir. Güdük girdi güdük çıktı üretir mantığıyla interneti gündelik yaşamına yön verici düzeyde ve alanlarda kullanabilme konusunda yeterli donanıma sahip olmayan internet kullancılarının önemli bir çoğunluğu çevrim içi zamanlarının önemli bir kısmını dedikodu sitelerinde chatleşerek geçirmekte.

Onları eleştirmek biraz da haksızlık aslında. Çünkü onların da ebeveynleri zamanlarını ya kapı önünde çekirdek çitleyerek ya da kahvehane köşelerinde pinekleyerek geçiriyordu.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1183) - Ooof Off Line Köşesi - 20 11 2009

Cuma, Temmuz 10, 2009

MAKİNEDEN BİLE DEĞERSİZ


Bilgiye, bilgiyi analiz etmeye, bilgiden sentez üretmeye değer vermeyen bir insan topluluğu bu yüzyıl bitmeden büyük bir olasılıkla cansız makinelerden bile değersiz hale gelecektir.


Geçmişinin bilmeyenin geleceği konusunda sorunlar yaşayacağı yönünde çeşitli kaynaklara atfedilen özlü sözler vardır. “Geçmişini bilmeyen geleceğini göremez” gibi “Geçmişini bilmeyen geleceğini yönlendiremez” gibi.

Geçmişi bilmek konusu bizim ülkemizde (biraz da 20. yüzyılın başında Atatürk’ün gerçekleştirmiş olduğu halk devriminden olacak) ayrı bir hassasiyete sahip. Üniversitede Inkilap Tarihi derslerinde bile Osmanlı tarihini okuduğumuzu anımsıyorum (milliyetçilik olgusunu irdeleyeceksek tarihsel gelişimini bilmek zorundayız ya).

Son elli yıldır geçmişimizi bile bile bir hal olduk; peki sonuç ne oldu? Geleceğimiz daha mı parladı? Bugünün Türkiyesinde vatandaş 30lu 40lı yıllardaki refah ve mutluluk düzeyinden daha mı yüksek seviyede bir yaşam sürmekte.

O halde bir sorun var. Sorun ya geçmişi bilmek ile geleceği yönlendirmek arasında yukarıda alıntılanmış olan özlü sözlerde ya da onlara atfettiğimiz anlamda. Cevap tabii ki ikincisi.

Geleceği yönetebilmek için geçmişten istifade etmek, roman okur gibi tarihsel bilgileri okuyup öğrenmek anlamına gelmez. Daha ziyade eldeki bu tarihsel bilgileri değerlendirerek henüz bilinmeyen gelecek ile ilgili çıkarımlarda bulunabilmeyi gerektirir. Verileri analiz edip bri sentez üretebilmeyi. Bu kavramları bugünün popüler deyimleri ile yeniden adlandırmaya kalkarsak aslında karşımıza şöyle bir tablo çıkmakta: Öğrenen toplum olabilmeliyiz, bilgi toplumu olabilmeliyiz.

Bilgi toplumu olabilmek için öncelikle yaşanmış deneyimlerin (“geçmiş”) standardize edilmiş hali olan “bilgi”yi merkeze koyup, bir araç olarak onun değerini herşeyin üstünde tutabilmemiz gerekir. Merkeze konacak bilgi dogma haline getirilerek hiç ellenmemeli, değiştirilmemeli demek değildir bu. Daha ziyade sahip olunan bu bilgiler baz alınarak ve nesnel olmayan fikirler vasıtasıyla onları eğip bükmeden olaylara yaklaşabilmek demektir.

Pazar akşamları futbol programlarında konunun duayenleri yorum yapıyor: “Hakem arkadaşlarıma tavsiyem şudur; kitapta öyle yazıyor olsa bile ara sıra kitabı tersten okuyacaksın”. Burada önerilen şey arasıra kuralı ihlal et demek. Her ne kadar iyi niyetle yapılmış bir yorum olsa da şeklen kabul edilemez. Baz alınacak bilgiden sapma gösterdiğiniz andan itibaren bütünüyle yoruma ve fikire açık hale getirilen yaşam sonuçta kaos getirir. Getirdi de; birlikte yaşıyoruz yıllardır.

Sorun ne yazık ki sadece o an karşımızda olan problemi çözmek değil. Onu çözerken bir yandan da çözümün tekrarlanabilir bir nesnelliği (bilgiyi) baz aldığını da her defasında teyid etmek gerekir. Eldeki bilginin yeterli olmadığı durumlarda ise daha iyisi ile değiştirebilme sorumluluğu yetkinliği neredeyse orada rafine edilmesi makbuldür. Yorum ya da fikirler işte bu rafine edilme sürecinde gündeme getirilir. Kabul edilirse nesnel bilgi yenilenir.

Bilgi olgusuna değer verilmediği bir toplumda biraraya gelen her iki kişi bir bilgi standardını kendi görüşleri doğrultusunda değiştirme yetkisine sahip merci haline gelir. O nedenle ülkemizde yetmiş milyon başbakan, yetmiş milyon futbol antrenörü vb var.

Üstelik bu model son yıllarda bir metodoloji olarak bireylere şırınga edilmekte. Bilgi toplumu olacağız diye fikir toplumu oluyoruz. Yaptığımız şeyin bilgi toplumu olmadığını öne sürenleri susturursak foyamızın meydana çıkmayacağına olan inancımız toplumsal özdeğerlerimizi temellerinden sarsıyor. Her alanda muhalif seslerin kısılması normal bir uygulama oldu. Bu uğurda her gün her birimiz defalarca kere yargısız infaz yapıyoruz ancak bu o kadar kanıksanmış bir olgu haline geldi ki değil eleştirmek artık farkında bile değiliz.

Bilgiye değer verme gerekliliği, ilerlemek için bir araçtır sadece. Her toplum da kendisini ileri götürecek bir araç bulur, ona tutunur ve ilerler. Bizim sorunumuz geri geri gittiğimizi gördüğümüz halde bununla araç olarak tutunduğumuz dogmatik, fikir merkezli bir hayat sürme, günü kurtarma refleksi ile yaşama arasında bir sebep sonuç ilişkisi kuramıyor olmamız.

Bilgiye, bilgiyi analiz etmeye, bilgiden sentez üretmeye değer vermeyen bir insan topluluğu bu yüzyıl bitmeden büyük bir olasılıkla cansız makinelerden bile değersiz hale gelecektir.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 10 07 2009

Pazartesi, Haziran 22, 2009

INTERNETİ TÜKETİRKEN


Bilgiye ulaşılan diğer araçlarda olduğu gibi internet de bilginin eğlenceli kısmına erişmek için kullanılmakta. Bir başka deyişle bugünün giderek cahilleşen toplumlarında bilgi üretilecek bir olgu olarak görülmekten ziyade tüketilecek bir olgu olarak algılanmakta.


Dünyada internet kullanımına yönelik ölçümler yapan comScore adlı firma Mayıs ayı içinde Türkiye ile ilgili bir rapor yayınladı. Buna göre Türkiye, internete erişen nüfus açısından Avrupa’da yedinci, Doğu Avrupa’da ise Rusya’dan sonra ikinci sırada.

Avrupa’da Türkiye’nin önündeki ülkeler ve erişen nüfusu sırasıyla şöyle: Almanya (40 milyon), İngiltere (36,8 milyon), Fransa (36,3 milyon), Rusya (31,3 milyon), İtalya (21,2 milyon), İspanya (18,6 milyon). Türkiye’den erişen kişi sayısı ise 17,7 milyon. Bu sayılar nisan ayı içinde yapılan ölçümleri baz almakta ve evden, işten erişimleri kapsamakta. Cep telefonlarından ya da halka açık yerlerden yapılan erişimler ölçüme dahil edilmemiş.

Raporda belirtilmemiş olsa da internete erişenlerin sayısını bu ülkelerin toplam nüfuslarıyla orantıladığımızda bu ülkelerdeki dijital uçurum oranlarını da elde etmiş oluruz. Buna göre oranlar şöyle: Almanya %51, İngiltere %39, Fransa %40, Rusya %78, İtalya %65, İspanya %59, Türkiye %75. Bir başka deyişle Türkiye’de şu an her dört kişiden üçünün internet okuryazarlığı yok.

Öte yandan internette harcanan zaman ve bir oturuşta toplam ziyaret edilen sayfa adedi istatistiklerine bakıldığında Türkiye 17 ülke içinde birinci sırada yer alıyor. Internete erişim imkanı olanlar ayda ortalama 32 saat internete erişiyor ve toplam ziyaret ettiği sayfa sayısı 3 binin üstünde. Oysa nüfus oranına göre birinci sırada yer alan Almanya’da bu figürler 22 saat ve 2 bin 600 sayfa düzeyinde.

Tabii bu durumda akla gelen bir sonraki soru Türkiye’den internete erişen bu 17 küsür milyon kişi günde ortalama bir saat içinde hangi sitelere ait ortalama yüz tane web sayfasına erişiyor? Yukarıda belirtilen istatistik içinde bu sorunun da cevabı var.

17 küsür milyon kişinin yüzde 90’ı Google’a ya da Google’a ait web sayfalarına erişiyor. Basit bir yorum yapmak gerekirse öncelikle bugün nereye gideyim diye araştırıyor sonra da bulduğu sitelere gidiyor. Bunu Microsoft siteleri izliyor. Erişenlerin yüzde 87’si Microsoft sitelerine gidiyor. Tabii burada teknik sorularına çözüm bulmak için diye yorumlamamak gerek. Bu nüfusun çok büyük kısmı MSN’e erişip chatleşmek amacında olduğundan böyle bir oran ortaya çıkıyor (rapor MSN diye haricen bir istatistik sunmamakta). Üçüncü sırada ise yüzde 72’lik bir oranla Facebook var.

Gerek ilk üç gerekse de onbeş web sitesinin verildiği toplam listeye bakıldığında internete erişenlerin büyük bir çoğunluğunun interneti eğlence amacıyla kullandığı ortaya çıkıyor. Internet ya dedikodunun dijital dünyadaki versiyonu olan chat yapmak için kullanılıyor ya Facebook gibi sosyal etkileşim ağına girerek arkadaşların gönderdiği videoları izlemek için ya da internet üzerinden dizi filmleri izlemek, dosya indirmek için.

Bu eğilimin sadece Türkiye’ye özgü olduğunu belirtmek doğru olmayacaktır. Bilgiye ulaşılan diğer araçlarda olduğu gibi internet de bilginin eğlenceli kısmına erişmek için kullanılmakta. Bir başka deyişle bugünün giderek cahilleşen toplumlarında bilgi üretilecek bir olgu olarak görülmekten ziyade tüketilecek bir olgu olarak algılanmakta.

Bilgi toplumu olgusu sadece bilgiyi tüketmeye yönelik bir kavram değil. Sanayi toplumlarının bir sonraki durağı olarak değerlendirilebilecek olan bilgi toplumunda doğru bilginin yanlıştan ayırt edilebilmesi, bilginin araştırılabilmesi, eldeki bilgileri baz alarak yeni bir bilgi üretilebilmesi gibi becerilerin de bireylere kazandırılmış olması gerekiyor. Ya da daha doğru bir ifadeyle bireylerin bu becerileri kazanmış olması.

Bilgiyi tüketiyor olmanın ne gibi bir mahsuru olabilir? Tüketenlerin o bilgiyi üretenlere bağımlı hale gelmesi! Bu bağımlılık ortaya iki sonuç çıkarır. Birincisi o bağımlılığı sürdürmek için kaynak harcamak ikincisi de üreticiler yarın o bilgi üretimini durdurduklarında ne yapılacağı?

Böyle bakınca tüketmek amacıyla interneti, gazeteyi, televizyonu kullanıyor olmak uyuşturucu madde bağımlılığına benziyor. Cepte para, satıcıda da mal olduğu sürece sorun yok. Film nasıl bitiyor biliyoruz; ya para tükeniyor ya da yaşam kayda değer bir şey üretmeden yitip gidiyor.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 19 06 2009

Pazartesi, Nisan 13, 2009

FİKİR ÖNDERLERİ


21. yüzyılın başında, dünya büyük ekonomik krizlerle boğuşurken, toplumların öncüleri, fikir önderleri toplumlarını nereye doğru götürecek? Hangi sular güvenlikli? Bilgi toplumu, dijital kültür ya da ağ toplumu olgularının bu tablodaki yeri nerededir?


Toplumların ilerlemesine kimler öncülük eder? Bu öncüler bir yandan toplumla birlikte bugünü yaşarken diğer yandan da kendi başlarına ya da bu amaçla oluşturdukları grupların birer üyesi olarak yarını yaşar. Yarını da dikkate aldıkları için bu öncüleri yıpratmak, ellerini kollarını bağlamak, zulme uğratmak, imha etmek sonucunda ortaya ne çıkar?

Nereye doğru ilerleyeceğini bilemeyen toplumlar!

Ancak toplum da birey de sürekli devinim halindedir (devinim, değişim, evrim). Yani öyle ya da böyle bir yerlere doğru ilerlemek durumdadır. Öncülerinden, fikir önderlerinden mahrum kalan toplumun içinden birileri çıkıp bu rolleri üstlenir. Toplum eğer şanslıysa öne çıkan bu yeni öncüler toplumun ilerlemesine hizmet eder. Şanssızsa her ne kadar toplum ilerliyor gibi görünse de perdenin arkasında bunun bir bedeli de birikmeye başlar.

21. yüzyılın başında, dünya büyük ekonomik krizlerle boğuşurken, toplumların öncüleri, fikir önderleri toplumlarını nereye doğru götürecek? Hangi sular güvenlikli? Bilgi toplumu, dijital kültür ya da ağ toplumu olgularının bu tablodaki yeri nerededir?

Eğitim konusunda, bilgi olgusu konusunda özürlü hale getirilmesi sağlanmış bir toplumda dijital kültürden, ağ toplumundan bahsetmek belki de okumayı daha yeni sökmüş birine edebiyat klasiklerinden bahsetmek gibi gelebilir. Ancak bu toplumun onbeş sene gibi kısa bir sürede başka toplumların onlarca yılda gerçekleştiremediği devrimleri gerçekleştirmiş olması umutlarımızın korunması için yeterli bir mirastır.

Çalışmaya eğitimden, bilgi olgusundan başlamamız gerekiyor. Bunun en basit örneklerini 29 Mart yerel seçimleri arefesinde hep birlikte izledik. Adrese bağlı nüfus sayımı sürecinin sağlıksız sonuçları karşısında harekete geçen partiler web sitelerinden seçmenlerin kendi bilgilerini kontrol etmesini sağladılar. Nüfus kağıdının üstünde TC kimlik numaraları yazılı olmayan vatandaşlar sorumlu seçmen bilinciyle nüfus müdürlüklerini işgal etti.

Bugün sosyoekonomik profilini ne olursa olsun pek çok eve internet girmiş durumdadır. Bu müthiş bir imkandır. Yeter ki çalışmasını bilen, sorumluluk bilinciyle hareket eden fikir önderlerinin bu imkanı toplum için harekete geçirecek hale getirebilirsin.

Bu hareketten kasıt yasadışı eylem değildir. Daha ziyade toplumun her kademedeki yöneticilerinin herhangi bir iletişim kanalıyla topluma bir mesaj verdiğinde bu mesajı irdeleyebilecek, değerlendirebilecek temel bilgi altyapısına sahip olmalarını sağlamaktır. Aksi taktirde mikrofonun karşısında en çok bağıran, sesi en gür çıkan toplumun nezdinde haklı, doğru olarak nitelendirilmektedir.

Dijital kültürün, ağ toplumunun sunduğu doğrudan katılımcılık imkanı 21. yüzyılın başındaki toplumlar için tek çıkış yoludur. Bu yönde erkenden yol almaya başlayan toplumlar yüzyılın geri kalan döneminde dünyayı yönlendirecek olan büyük güçler haline gelecektir.

Dünyaya yön veren bildiğimiz anlamdaki güçler bugün ekonomik krizin altında ezilmektedir. Bu bir açıdan da şimdiye kadar yarışın (her ne sebeple olursa olsun) gerisinde kalmış olanlar için büyük bir imkandır. Biz Türkiye olarak önümüzde resmi bu şekilde değerlendirebiliyor muyuz?

Bu çok büyük bir problem olarak mı görünüyor? O halde kendinizi 19 Mayıs 1919 yılında Samsun’a ayak basmış olan Mustafa Kemal’in yerine koyun. O günkü problem daha mı kolaydı?

Tek lider, tek önder devri kapanıyor. Artık her bireyin kendi sesini duyurabileceği lojistik altyapılar kuruldu; kurulmaya devam ediyor. Bu imkanlardan istifade etmek elbette ki kolay değil; emek gerektiriyor, çaba gerektiriyor, yatırım gerektiriyor. Ancak tüm bu emek, çaba ya da yatırımın özünde ise zaman ayırabilmek yatmakta.

Eğer birey olarak bu konulara zaman ayırabilirseniz, gerisi kendiliğinden gelecektir. Bugün şikayet ettiğimiz her problemin sorumlusu yine bizleriz. Yolsuzluk varsa o yolsuzlukları yapanları oraya biz kendi oylarımızla getirdik.

Nutuk’un son tümcesinde Mustafa Kemal başlamak için gerekli olan tek şeyin ne olduğunu zaten tespit etmiş: “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur”

Not: Günümüz Türkçesiyle Nutuk’un Tam Metni http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=Nutuk


Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 10 04 2009

Cuma, Mart 13, 2009

YEMEKLİK BİLGİ TOPLUMU


Bilgi toplumu öncelikle bireylerin, kurumların ve toplumların bilgi üretmede kullanacakları veri kaynaklarını tespit etmesini, bunları belli bir nedenle analiz etme motivasyonlarına sahip olmalarını, bu analiz sonucunda üretecekleri bilgileri de gündelik yaşamlarına uygulayabilmelerini (bu çerçevede karara alıp harekete geçebilmelerini) gerektirir.


İçinde yaşadığımız devir bilgi çağı değil de yemek çağı olsaydı, bunu algılamamız nasıl olurdu? Çok güzel yemek yiyebilmek, müthiş lezzetlerin nerede olduğunu aramak, bulmak ve o lezzetleri tadabilmek için ne gerekiyorsa yapmak... Sanırım pek azımız bu çağı “müthiş lezzette yemekler yapmak” olarak tanımlardı.

Bugün bilgi çağındaki toplumsal duruşumuz aynen böyle. Bize keyif verecek bilgiler neredeyse sürekli onu arıyoruz. Bu arayışımız sırasında bayağı bir tuzağa düşüyor, kazık yiyoruz. Ancak yine de bundan akıllanmıyor ve bilgi üretmek yerine bilgi aramaya devam ediyoruz.

Borsada yatırımı olanların çok azı analiz bilgilerini değerlendirerek bu yatırımlarını yapar. Ancak çok daha büyük bir çoğunluğu “el altından” bir bilgi kırıntısının peşinde koşar. At yarışlarında buna “tüyo” denir. Bir türlü anlam veremem; bu tüyolar doğruysa neden birileri o bilgiyi kendine saklayıp cebindeki parayla o ata oynamak yerine o bilgiyi sağa sola yaymayı kendilerine bir iş edinmiştir?

Bilgi çağı dendiğinde aklımıza ilk gelen şey kendimize keyif ya da çıkar sağlamada faydası olacak bilgileri edinmek ve başkalarını ekarte edip bu bilgilerden istifade etmektir. Oysa ıskaladığımız nokta bu amaca hizmet edecek bilgilerin mümkün olduğunca kişinin (kurumun, toplumun) kendisi tarafından üretilmesi gereğidir. Bilgi toplumu derken bilgiyi harekete geçirme eylemleri kadar o bilgiyi üretme süreçlerine de işaret edilmekte ve daha ziyade bilgiyi eyleme dönüştürme süreci çoğunlukla o bilgiyi üreten mekanizmaya yakıştırılmaktadır.

Elbette ki bilgiyi eyleme dönüştürmek sadece o bilgiyi üretenin tekelinde olan bir şey değildir. En azından çoğu zaman. Ancak üretilmiş olan bilgi entellektüel bir mülkiyet hakkı oluşturuyorsa, o bilgiyi kullanmak doğal olarak onu üretene aittir.

Kendimizi sınırlayıp da konuya zaten üretilmiş bilgiler açısından baktığımızda ortada taş üstüne taş koyacak güvenilir bir bilgi kalmamaktadır; keyfimize ya da cebimize hizmet edecek. Oysa bilgi “varken yok olmaz, yokken var olmaz”. Bilgi hep oradadır. Maharet sadece onun şeklini değiştirip, kullanılabilir hale getirmektir.

Örneğin bizim gibi uçan kuşa borcu olan bir toplum için üzerinde şiddetle durulması ve bir çözüm üretilmesi gereken en kritik konulardan bir tanesi de her türlü kaynağın verimli kullanılmasıdır. Kaynakları verimli kullanmak, kaynağın kullanım sürecini analiz edip, bu süreçle ilgili veriler toplayıp bu verilerden yola çıkarak anlamlı bilgiler üretmekten ve bu bilgiler çerçevesinde kararlar vermekten geçer.

Haftanın yedi günü, günde oniki saat mesai yapan bir perakende satış mağazasında çalışan beş kişinin bu sürenin yüzde seksenini müşteri beklemekle geçirmesi de raflara hangi maldan ne kadar koymayı hesaplamak da hep anlamsız gelen bu bilgi kırıntılarının, verilerin toplanmasından, onların analiz edilmesinden geçmektedir. Otomotiv sektörünün, daha krizin “k”si gündeme geldiğinde acilen stok ve mesai tedbirlerine başvurması, optimal kaynak kullanımına güzel bir örnektir.

Verileri değerlendirme süreci illa ki bu tür ticari kaygıları içeren süreçlerle ilgili değildir. Yaşamımızın her anında birey olarak da kurum ya da toplum olarak da çevremizdeki veri kaynaklarını tespit edebilmeli ve bu verileri değerlendirmesini bilmeliyiz.

Bilgi toplumu öncelikle bireylerin, kurumların ve toplumların bilgi üretmede kullanacakları veri kaynaklarını tespit etmesini, bunları belli bir nedenle analiz etme motivasyonlarına sahip olmalarını, bu analiz sonucunda üretecekleri bilgileri de gündelik yaşamlarına uygulayabilmelerini (bu çerçevede karara alıp harekete geçebilmelerini) gerektirir.

Bir de bu süreci parası neyse ödeyerek edinenler var. Kestirmeden gidip zaman kazanmak amacıyla tercih edilen bu yol aslında temelde ana amaçtan sapmamayı ve yeterli maddi imkana sahip olmayı gerektirir. Oysa Türkiye dahil pek çok ülke bu gerekliliği göz ardı etmekte. Bugün milyarlarca dolar borcumuzun olması aslında bunun önemli bir göstergesidir. (Bu hatalı mentalitenin sağlaması “Çevremde bilgi üretecek bir kaynak göremiyorum” dargörüşlülüğüdür).

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 27 02 2009

Çarşamba, Ekim 08, 2008

BİLGİ TOPLUMU İÇİN ALTILI KRİTERİ


Nasıl ki söz konusu olan şey cahillikten kurtulmak olduğunda en temeldeki gereksinim okuma/yazma bilmek ise söz konusu bilgi toplumu olduğunda en temelde sahip olunması gereken beceriler nelerdir?


“İnternet sanıldığı gibi bilgiye ulaşma aracı olarak kullanılmıyor. Şimdi internet-evlerindeki insanlar bundan bir kaç yıl önce kütüphanelerde değildi ki. ...”

Bu yorum, internete gönül vermiş sivil toplum örgütlerinin başlatmış olduğu INTERNETE SANSÜR DEĞİL SÜRAT GEREK isimli kampanya kapsamında açılmış olan web sitesine NEVBİDA isimli kullanıcı tarafından gönderilmiş. “İnternet”, “bilgi toplumu” gibi olguların ülkemizdeki halini ne güzel açıklıyor.

Bilgi Toplumu olmak kolay mı? Internet erişim figürleri kendi başına “bilgi toplumu olgunluğunun” ne düzeyde olduğunu açıklamak için yeterli mi? Elbette ki erişim sayısı önemli bir gösterge ama ne yazık ki “verimi” ölçme açısından hiçbir değer ifade etmiyor. Erişim kadar önemli olan bir diğer olgu da internete “ne için” erişildiğidir.

Internet erişimi sonuçta “bir değer katamıyorsa” daha ziyade “eğlenceye” yönelik faaliyetler için kullanılıyorsa, bu tablo ülkemizin “bilgi toplumu” olma yolunda bir arpa boyu yol alamadığının da açık bir göstergesi olacaktır.

“Bilgi Toplumu” olmak için pek çok kriter, kıstas ya da standard var. Ancak bunlar ne yazık ki daha ziyade yukarıda erişim örneğinde olduğu gibi işin “operasyonuna” yönelik. Kurulan o altyapıların, imkanların hangi amaçlarla kullanıldığının tespiti nispeten göz ardı ediliyor.

Temelde eksikliğini duyduğumuz şey ise kurulan bu altyapılarından verimli olarak istifade etmek için hangi bilgi donanımına sahip olmamızın gerekliliği. Nasıl ki söz konusu olan şey cahillikten kurtulmak olduğunda en temeldeki gereksinim okuma/yazma bilmek ise söz konusu bilgi toplumu olduğunda en temelde sahip olunması gereken beceriler nelerdir?

1990 yılında iki kütüphane uzmanının geliştirmiş olduğu ve Büyük Altılı (The Big Six) olarak bilinen bir metodoloji bu soruya cevap arandığında ilk akla gelenlerden. Robert Berkowitz ile Michael Eisenberg’in Bilgi Problemleri Çözümü (Information Problem Solving) adıyla kaleme aldıkları kitapta açıklanan bu altı aşamalı metod, dijital cahillikten kurtulmak isteyenlerin sahip olması gereken asgari becerilerin ne olması gerektiğini açıklıyor.

Bu altı aşama şunlardır:

1. İşin Tanımlanması, Gereksinim Duyulan Bilginin Belirlenmesi
2. Bilgi Arama Stratejileri
3. Tespit etme ve Erişim
4. Bulunan Bilginin Kullanılması
5. Sentezleme
6. Değerlendirme

Bu altı aşamayı irdelemek gerekirse; bugünün bilgi toplumunun üyesi olan bir vatandaşın şu becerilere sahip olması gerekmektedir:

Bilgiye gereksinim duyma nedeninin tam olarak belirlenmesi. Hangi sorunu çözmek ya da hangi kararı almak için bilgiye gereksinim duyuyorsunuz? Bunun için sahip olmadığınız bilgiler nelerdir? Bu bilgilere nasıl erişebilirsiniz? Ne tür bilgi kaynakları vardır? Bu bilgi kaynakları nelerdir; nerelerdedir; nasıl erişilebilir? Erişimin bedeli (zaman, para vb açıdan) nedir? O bedeli ödemeye değer mi? Birden çok kaynak söz konusu ise hangi durumda hangi kaynağı kullanmak daha verimlidir? Bilgiye ulaşıldığında bu bilginin aranan bilgi olduğunun ayırt edilebilmesi. Tespit edilen bilginin doğru ve sağlıklı bilgi olması; safsata olmaması. Bulunan bilgilerin bir araya getirilmesi, sentezlenmesi ve orijinal amaç için nasıl kullanılabileceğinin değerlendirilmesi. Bu süreç sonucunda arzu edilen amaca ulaşıldığından emin olunması (sorunun çözülmesi ya da kararın alınması).

Buna ek olarak bilgiye ulaşma ve kullanma sürecinin verimliliğinin de değerlendirilmesi gerekir. Acaba geçmiş olduğunuz yol en verimli yol muydu? Daha hızlı, daha ucuza vb yapabilir miydiniz?

Bir an için bu sürecin bir değerlendirme kriteri olduğunu varsayın ve gerek kendinizi, gerek çevrenizdeki bireyleri gerekse de içinde yaşadığınız toplumu, toplulukları değerlendirin. Şimdi de şu soruya cevap arayın: Bilgi Toplumu olma yolunda birey olarak, topluluk olarak, toplum olarak neredesiniz?

Interneti sansürlediklerini sananları, başlarına gelen felaketleri “taktir-i ilahi” olarak yorumlayanları bir de bu açıdan değerlendirin!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 29 08 2008

DANONE ve BİLMEK/İNANMAK


Tek eksiğimiz, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımız bir konuda bile zihnimizin anında fikir üretmeye başlaması ve nesnel bilgiyi arayıp öğrenmek yerine ürettiğimiz o öznel fikirlere inanmak istemesi.


Danone Firması’nın akşamları eve giderken arabada dinlediğim radyo kanallarına vermiş olduğu bilgilendirici reklam olmasaydı, belki de geçtiğimiz günlerde eposta kutuma düşen “spam mesajını” dikkate almadan silecektim.

Reklamdan da belli olduğu üzere birileri oturup Danone firmasının aleyhine bir eposta oluşturmuş ve bunu internet üzerinde yaymış. Hatta anlaşılan bu eski bir hikaye ama bu aralar yeniden alevlendirilmeye çalışılıyor.

Gelen spam mesaja baktığımda, altında ziraat fakültelerimizden birinde hocalık yapan bir profesör doktorun adının yazdığını ve firmanın ürünlerinin güya laboratuvarlarda yapılan testler sonucunda yiyenlerin gelişimini olumsuz yönde etkileyecek maddeler içerdiği açıklamasını gördüm.

Bu mesaj bu haliyle tıpkı şuna benzemekte: Elinize bir kağıt kalem alın, gözünüze bir özel banka kestirin ve kağıda şöyle bir şey yazın: “Bu kağıdı getiren vatandaşa ne kadar para istiyorsa verin”. Sonra da bu mesajın altına o bankanın patronunun ismini yazın. İsmin altına sahte imza atmaya bile yeltenmeyin.

Bu kağıdı o bankanın bir şubesine götürdüğünüzde size inanıp da ne kadar para istediğinizi soracak kaç tane şube müdürü ya da personeli çıkar? Hiç! Böyle bir şeyi yaptığında başına bir bela gelmeyeceğine, dilediği parayı alabileceğine inanan kaç kişi çıkar? Yine hiç!

Benim anlamakta güçlük çektiğim şey böyle bir olayı dijital ortama taşıdığımızda bir anda bu mesaja inanan, sonra da onu sağa sola yollayıp “başkaları da öğrensin” diyen azımsanmayacak bir kitlenin olması. Ki gerek firma reklamlar vererek, hukuki yollara başvurarak bu durumu düzeltmeye çalışıyor gerekse de ismi kendi bilgisi dışında böyle bir sahte eposta gönderme işine karışan sayın profesörümüz ta 2006 yılında konuyla ilgili olarak web sitelerine vermiş olduğu mülakatta günde düzinelerce eposta ve telefon aldığını ve her birine de tek tek cevap vererek konuyla ve orada belirtilen açıklamalarla bir ilgisinin olmadığını belirtiyor ve “internetin özgürlüğü hayatımı kararttı” diyor.

Sayın profesörün hayatını karartan şey aslında internetin özgürlüğü değil de o özgürlüğü idrak edemeyen bireylerin bilgi eksikliği sonucunda gerçekleştirdikleri hatalı eylem.

Aldığı bu mesajı, aslını astarını araştırmadan adres defterindeki herkese yollayan ve böylece bilgi çağında üstüne düşeni yaptığına inanan kişilerden birisi acaba yukarıdaki farazi bankanın bir şube çalışanı olsa elinde öyle bir kağıtla karşısına gelen bir vatandaşa da istediği parayı verir miydi?

Peki böyle bir mesaj aldığınızda yapılacak en kolay şey nedir? Şudur: O da mesajın içindeki anahtar kelimeleri Google’a girip ufak bir araştırma yapmak.

Böyle bir şey yaptığınızda daha ilk sayfada Danone’nin kendi web sitesinde ilgili mesajda adı geçen profesörün açıklamasının yayınlandığı bir linki göreceksiniz. O linki tıkladığınızda da profesörün konuyla ilgisi olmadığını ve mesajda yazan şeylerin asılsız olduğunu öğrenebilirsiniz.

Hatta bunu bile firmanın bir hilesi olarak değerlendirebilecek araştırmacı şüpheciler için profesörün başka web sitelerine vermiş olduğu mülakatlar var.

Üç dört tıklama yaparak bu sayfaları okuyup, hangi bilginin daha doğru olduğuna kanaat getirdikten sonra o epostayı gönderen kişiye gönderdiği şeyin asılsız olduğunu bildiren bir eposta göndermek çok mu zor? Çok mu insanlık dışı? Çok mu ütopik?

Hayır ne zor; ne insanlık dışı; ne de ütopik. Tek eksiğimiz, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımız bir konuda bile zihnimizin anında fikir üretmeye başlaması ve nesnel bilgiyi arayıp öğrenmek yerine ürettiğimiz o öznel fikirlere inanmak istemesi (“böyle bir eposta geliyorsa doğrudur”). Ve derhal bunun savunuculuğunu üstlenerek aslında suça ortak olmak (asılsız epostayı sağa sola göndererek).

İnanç olgusu dini konulardan dışarı çıkıp dünyevi konulara da hükmetmeye başladığında işte karşımıza böyle (sorgulamayan) bireyler çıkarıyor. İlk bakışta hiç ilgisi yokmuş gibi görünüyor değil mi?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 22 08 2008

Salı, Ağustos 19, 2008

İKİ İDDİANAME ve BİLGİ TOPLUMU


“(Elimdeki güç yettiği kadar) Benim fikirlerim nesnel bilgilerdir” mottosu bireylerin zihnine şırınga edilmektedir. O halde bu bireylerin işlediği adi suçlardan medyada gördüğümüz seviyesiz tartışmalarına kadar her şeyin özünde de bu tohumu görmek bizi neden rahatsız ediyor? Yoksa bizi bu hale “bir kereden bir şey çıkmaz” zihniyeti mi getirdi?


Bilgi olgusu ele alındığında genelde bilgiden nasıl istifade edilebileceği, bunun için teknolojiden ve diğer araçlardan nasıl yararlanılabileceği, sürecin sonuçlarının birey ve toplumun yaşam kalitesini nasıl artırabileceği gibi hususlar gündeme gelir.

Oysa bilgi olgusunu Türkiye gerçeğinden incelediğimizde şu dilemmadan bir türlü kurtulamadığımızı görürüz : Nesnel bilgiler mi şahsi fikirler mi?

Bilgi olgusunun en güçlü kalelerinden birisi hukuk sistemidir. Matematiği çok iyi bilen birisi sanırım hukuk sisteminin işleyiş modelini de çok iyi kavrayacaktır (bu tümce bilimsel bir değere sahip olursa acaba toplum olarak hukukla aramızdaki sorunu da aydınlatmış olur mu?).

Hukuk sisteminde yürürlükte olduğu sürece eğilip bükülmemesi gereken olgular bütünü vardır. Bunlar yasalardır. Yapılan ve adalate yansıyan bir eylem bu yasalarda belirtilen önermelere göre değerlendirilir. Basit bir örnek vermek gerekirse yasada “beyaz renkli bir duvarı farklı renklerle karalamak suçtur ve cezası da şudur” deniyorsa hukuk sistemindeki tüm elemanların (savcı, hakim, avukat) söz konusu bir eylemi bu önermeye göre değerlendirmesi gerekir.

Birisi eğer sarı renkli bir duvarı karalamışsa yukarıdaki önermeye göre bu suç olamaz. Ancak bu kez kamu vicdanının rahat edip etmemiş olması söz konusu olur. Ha sarı ha beyaz fark etmez; duvarı kirletmenin cezalandırılmasının istendiği (ve yukarıdaki yasaya sahip) bir toplumda sarı duvarı kirletmiş birisi cezasız kalır ve bu yargı açısından doğrudur (yasada sarı duvar demiyor) ama yasama açısından hatalıdır (yasa önermesinde “duvarın rengi ne olursa olsun fark etmez” demek yerine “beyaz” denmiş).

Yasamadaki bu eksikliğin yargı tarafından çözülmeye çalışılması hukuki açıdan ne kadar sağlıklıdır bilemem. Ancak benim kişisel görüşüm yasamadaki eksikliklerin yargı süreciyle bertaraf edilmesinin çok daha büyük kaos yaratma potansiyeline sahip olduğudur.

Öte yandan adalet sisteminin ya da hukuk düzeninin güvenilirliği ya da kalitesi yasamadaki güdüklükleri bertaraf etme kapasitesinde aranmak yerine hızlı ve doğru kararlar vermesinde aranır. Bu da temelde süreçleri hakkını vererek icra etmeyi gerektirir.

Önümüzde şu an iki tane iaddianame var. Birisi AKP’yi kapatma davası kapsamında hazırlanmış bir iddianame. Diğeri ise Ergenekon rumuzlu dava kapsamında hazırlanmış olan iddianame.

Kapatma davasıyla ilgili süreç daha erken başladığından daha fazla yol katedildi. Elimizde bazı veriler var. Örneğin AKP yaptığı savunmada iddianamenin “kalitesizliğinden” dem vuracak somut deliller sunamadı. Onun yerine başsavcının Cumartesi günü oturup google’dan gazete arşivlerini taramış olduğuna atıfta bulundu. Daha ziyade iddianameye değil de topyekun böyle bir davanın açılmasına yoğun tepki verildi; bunun hukukla ilgili olmadığı ve siyasi olduğu söylemine başvuruldu. (Yani yasamada sorun olduğunu ve yargının bu sorunu çözmesi gerektiği istendi).

İddianamesi henüz yeni kabul edilmiş olan Ergenekon rumuzlu davada ise tüm gözler, belki de 2455 sayfa olmasından dolayı, iddianameye çevrildi. İddianamenin tek bir tümce ile ifade etmek gerekirse “hukuksal anlamda kalitesi” sorgulanıyor.

Kapatma davasına yapılan siyasi olma eleştirisinin bu kadar zaman ve hacim kaplamasını bir türlü anlayamıyorum. Matematiksel formül bazına indirgenebilecek bir sistem olan hukuk düzeninde yürürlükte olan kanunları baz alarak harekete geçen bir avukat, hakim ya da savcının eleştirilmesi bilgi toplumu olmak isteyen bir toplumu nasıl etkiler?

Ya da mensubu olduğu bir hukuk sisteminin kalitesini düşürecek türde çalışma yapan bir hakim, avukat ya da savcı bilgi toplumu olmak isteyen bir toplum üzerinde nasıl bir etki bırakacaktır? Şöyle: “(Elimdeki güç yettiği kadar) Benim fikirlerim nesnel bilgilerdir”.

Bu motto bireylerin zihnine şırınga edilmektedir. O halde bu bireylerin işlediği adi suçlardan medyada gördüğümüz seviyesiz tartışmalarına kadar her şeyin özünde de bu tohumu görmek bizi neden rahatsız ediyor? Yoksa bizi bu hale “bir kereden bir şey çıkmaz” zihniyeti mi getirdi?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 08 08 2008

Salı, Mayıs 06, 2008

İKİ YÜZLÜ MÜYÜZ NE?

- Pippa Bacca için

Yoksa bizim için müthiş denilebilecek düzeydeki stratejiler, dışarıdan bakınca görülemeyecek kadar güdük mü kalıyor? Bir başka deyişle elli yıldır yaşadıklarımız; dar görüşlülüğün demokrasiyi iğfal etmesinden başka bir şey değil mi? Bir de kalkmış, dünyaya “barış” mesajı vermek üzere gelinlikle otostop yapan İtalyan kadına tecavüz edip, öldürdüğü için adamı sapıklıkla suçlayıp, ondan iğrendiğimizi bas bas bağırıyoruz.


Nihayet internetin bir faydasını görebildik. Geçtiğimiz günlerde gazetelere yansıyan bir habere göre neredeyse zaman aşımına uğrayacak bir dava ile ilgili olarak bir türlü kendilerine ulaşılamayan iki kişi, savcının pratik zekası sayesinde bulunmuş, ifadelerine başvurulmuş.

Savcının yaptığı şey; Google’a girip aranılan ama yıllardır bir türlü nerede oldukları bilinmeyen iki kişinin adını yazarak basit bir arama yapmak. Karşısına gelen web sayfaları sayesinde kişilerin izine rastlamış ve kendilerine ulaşmış. Kişiler ise kendileri hakkında böyle bir mahkeme olduğunun bile farkında değil. Yani bilinçli bir şekilde mahkemeye gelmeme gibi bir durum yok ortada. Zaten savcının davetine de icabet edip ifadelerini vermişler.

Geçtiğimiz günlerde gündeme gelen bir başka olay yine bir arama işi ile ilgiliydi. Sarıyer Belediyesi, kendi yetki alanı içinde yapılmakta olan bir gökdelen inşaatını adresini tespit edemediği için nerede olduğunu bilemiyor ve bu nedenle de gidip gerekli müdahaleyi yapamıyordu. Şaka gibi ama değil. Koca bir gökdelen inşaatı ve nerede olduğu bulunamıyor. O halde akla gelen şey şu oluyor: Acaba gerçekten bulunamıyor mu yoksa bulunmak mı istemiyor?

Bir süredir gündemde olan “elitist demokrasi” tartışmaları herkesin eşit haklara sahip olması olgusunun zafiyete uğratılmasının ne gibi olumsuz sonuçlar doğuracağı konusunda medya sütunlarında gereğinden fazla yer buldu. Ancak nedense elitist filan olmayan düz demokrasinin dar görüşlülüğün eline düşmesinin (doğuracağı değil) doğurduğu zafiyetler konusunda kimse bir kelime etmedi; etmemeye özen gösteriyor.

Neden? Elitist demokrasinin getireceği dengesizlik ne kadar kabul edilmezse, dar görüşlülüğün, ilkelliğin, çapsızlığın kıskacına düşmüş demokrasinin getireceği tahammül edilmez kalitesizlik ya da dayatmalar da o denli kabul edilemez değil mi?

Görülen o ki bal tutanın parmağını yalaması nedeniyle temsili demokrasi yüzyıllardır pek çok ülkede bu sorunu çözmek için yeterli olamadı. Belki de pek çok demokrasi aşığının bugüne dek susmasının ya da yeterince şiddetli eleştiride bulunmamasının temelinde yatan şey temsili demokrasiden daha iyi bir alternatifin ortaya çıkamamış olmasıydı.

Artık var! Doğrudan demokrasi. Temsil yok. Herkes fikir beyan etmesi gereken yerde kendisi fikir beyan edecek. Aracı kullanmayacak.

Bu imkan internet gibi bir lojistik imkan sayesinde teorik olarak var. Pratikte hayata geçebilecek mi? İnanıyorum ki bazı ülkelerde geçecek. Bunun için bir kıstasım bile var. Interneti, dijital kültürü bugün hangi ülkeler el üstünde tutuyor? Hangi ülkeler onu iğdiş edip, paramparça etmeye çalışıyor? Hangi ülke bilginin doğrusunun da eğrisinin de olabileceği bilincini bireylere verip, bunları nasıl ayırt edebileceklerini anlatıyor? Hangi ülke “internet mi inanma yalandır” mesajını toplumun bilinçaltına yerleştiriyor? Hangi ülke getirdiği yasalarla kendini komik duruma düşürecek yasakları internete uyguluyor; hangileri yasaklama olgusunu kamu vicdanını rahatsız etmeden uygulayacak çözümler üretiyor?

Tabii bir de şunu sormak lazım: Hangi ülkenin vatandaşı, yasaları eğip bükerek kendi lehine çevirip, kendi pirelerinden kurtulmak için ülkenin yorganının yakılmasına neden oluyor? Hangi ülkenin vatandaşı böyle davranmayı kendisini yönetenlere bakarak öğreniyor?

Geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi ziyaret eden General Electric firmasının efsanevi yöneticisi Jack Welsch Türkiye’nin bir stratejisi olmadığı yolunda bir saptama yaparak, “taktik düzeyde ne kadar iyi performans gösterilirse gösterilsin stratejinin olmadığı yerde pek bir işe yaramaz” mesajını sade bir dille ifade etmiş.

Acaba gerçekten de bir stratejimiz yok mu? Yoksa bizim için müthiş denilebilecek düzeydeki stratejiler, dışarıdan bakınca görülemeyecek kadar güdük mü kalıyor? Bir başka deyişle elli yıldır yaşadıklarımız; dar görüşlülüğün demokrasiyi iğfal etmesinden başka bir şey değil mi? Bir de kalkmış, dünyaya “barış” mesajı vermek üzere gelinlikle otostop yapan İtalyan kadına tecavüz edip, öldürdüğü için adamı sapıklıkla suçlayıp, ondan iğrendiğimizi bas bas bağırıyoruz.

Ah Pippa Ah! Biz her gün iğfal edip, iğfal ediliyoruz; her gün öldürüp, öldürülüyoruz. Lütfen kişisel alma diyeceğim ama bunun ne kadar ironik olduğunun bilinciyle susuyorum...

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 25 04 2008

Pazartesi, Mayıs 16, 2005

FW : YALNIZIZ



Şöyle bir karikatür görmüştüm. İki sekreter ellerinde birer deste oyun kağıdı, ofiste fal bakıyor. Bir tanesi telefondaki kişiye şöyle bir şey söylüyor: “Bilgisayar sistemlerimiz çalışmıyor, tüm işleri elle yapıyoruz”.

Buna benzer bir başka anektodta ise şöyle bir tablo var. Sabah bilgisayarını açıp, arkadaşlarından gelen epostaları başka arkadaşlarına (yönlendirmeyle – forward) göndermekte olan bir personel bir yandan da şöyle düşünüyor: “Yıllarca en iyi üniversitelerde okudum, ABD’de master yaptım, uluslararası bir şirkette iş buldum ve bütün gün arkadaşlarımın gönderdiği fıkra/krikatür epostalarını diğer arkadaşlarıma gönderiyorum”.

Ey bilgisayar, ey bilgi toplumu kültürü gel hayatımıza gir dedik ama sen de gelip en son delikten girdin be kardeşim...

Geçtiğimiz günlerde edebiyat dünyamızda son dönemde adından sıkça söz ettiren genç bir yazarımızın bir haber dergisindeki köşesinde yönlendirmeyle (forward) gönderilen epostalar hakkındaki makalesini okudum. Konuya bütünüyle iyimser bir bakış açısından yaklaşan yazar, bu tür dostlarımızdan alıp, dostlarımıza gönderdiğimiz epostaların aslında dostlarımızdan bize (bizden dostlarımıza) gönderilen bir “aklımdasın” mesajı olduğu görüşünü savunuyordu.

Evet hızlı yaşam bizi fiziksel olarak biraraya getirme zamanları arasına uzun ayrılıklar koyuyor ama dostlar yine de birbirini her fırsatta anımsamayı ihmal etmiyor. Gelen komik bir karikatür ya da anlamlı bir yazı, derhal adres defterindeki düzinelerce dosta forward ediliyor (gönderiliyor).

Yazının ilgimi çeken yanı da buydu zaten. Ben de yoğun olarak yapmasam da zaman zaman çok ilginç bulduğum bazı epostaları, birileri ile paylaşma gereksinimi duyuyorum. Şimdi düşünüyorum beni bu paylaşmaya iten sebep ne diye. Aklıma ilk gelen cevap, ortak bir konu ya da zevki paylaştığım ve kendime yakın bulduğum birileri ile zevk aldığım ya da ilginç bulduğum bir bilgiyi paylaşma, bu paylaşma ile belki de çoğalma gereksinimi.

Bilgisayarın başındayken bütün dünya ile bütünleşmiş durumdayız ama dijital kültürün henüz emekleme aşamasındaki ilk kuşakları olarak, daha hala fiziksel anlamda insanlarla bir arada bulunma gereksinimlerinden vazgeçemedik. Vazgeçemeyeceğiz de.

Ancak nasıl ki şu an mağarada yaşama gereksinimi duymuyorsak, belli bir adet kuşak da dijital kültür ile gelip geçtikten sonra, gelecek kuşaklar artık fiziksel olarak yanyana gelme gereksinimi ya çok az ya da hiç duymayacaklar.

Bahar geldiğinde içimizi bir mutluluk kaplar. Kendimizi doğaya atmak isteriz. Kırlarda, güneşin altında, çiçeklerle, böceklerle geçireceğimiz bir gün bize fazlasıyla büyük mutluluk verir. Ancak bunu yılda bir kaç gün yapmakla yılın geri kalan günlerinde ona gereksinim duymadan yaşayabilir hale geldik – getirildik.

Yarın aynı şey fiziksel olarak bir arada yer alma gereksinimi için de geçerli olacak. Belki de 2050’den sonraki yıllarda insanlar yılda bir kaç kez biraraya gelecek türden bir yaşam modeline geçmiş olacak.

Kültürel evrim sürecinde hiçbir olgu için olmadığı gibi bu olgu için de aynı yorum yapılabilir. Mevcut kuşaklar için bu bir sorundur, yeni gelecek kuşaklar için ise değil (kuşaklararası çatışmanın özünde de bu yatmıyor mu – paradigmalar arası bakış açısı farkı)

Belki de temel yanlış, bu değişim sürecinin iyiye/kötüye doğru gidip gitmediği değerlendirmesini yapıyor olmaktır. Toplumsal olguları yönlendiren süreçler, bunları daha iyi ya da daha kötü için mi yapıyorlar? Bence ilgisi bile yok!

Bir arkadaşımızdan gelen bir epostayı bir grup başka arkadaşımıza gönderirken acaba bilinçaltımızda gerçekten de onların aklımızda, kalbimizde olduğu mesajını mı gönderiyoruz onlara?

Yoksa “her ne kadar şu an o karikatüre tek başıma gülüyor olsam da, dünyada bir yerlerde beninle onu paylaşacak ve böylece yalnız olmadığım hissini bana yaşatacak birileri var” diye düşünerek, bu gizli endişeden kurtulmak amacıyla dostlarımızı kullanıyor muyuz?

Kullanmak da denmez pek buna. Neden mi? Çünkü onlar da yalnız! Hah şimdi oldu. Aklımdasın derken, bunun yalnızlık paydasından ileri geldiğine işaret ediyoruz aslında. O halde:

Hadi karanlığa karşı hep birlikte bağıralım: Yalnızız!... Yalnızız!... (ve bu hiç aklımızdan çıkmıyor)

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki, Ooof Off Line köşeşinde yayınlanmıştır (14 05 2005)