Çarşamba, Kasım 24, 2010

ASOSYALLERİN KURDUĞU SOSYAL AĞ

Görülen o ki Facebook dijital dünyanın yerlileri olan Y-kuşağının yaşama bakış açılarına en uygun sosyalleşme ortamı. Evet yüzyüze gelseler iki kelime edemeyecek olanların karşı cinsle iletişim kurabilme fırsatı.

500 milyon nüfusu var. Piyasa değeri ise 25 milyar dolar düzeyinde. Facebook’tan bahsediyorum. Açıkçası böyle bir başarının kuruluş süreciyle ilgili film yapıldığını duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Facebook fikrinin nasıl doğduğunu, nasıl gelişip bugünkü haline geldiğini herkes öğrenmiş olacaktı. Hem de birinci elden kaynaklara dayanarak.

Ancak ortaya bambaşka bir tablo çıktı. Çalınan fikirler, kurucu ortaklar arasındaki kavgalar, ipiyle kuyuya inilmeyecek kişiler vb. Tüm bunlar bir yana Facebook fikrinin ötesinde yatan motivasyonun amiyane tabirle “kız tavlamak” olması.

Bir yanda Facebook’un kurumsal olarak, filmi ve filmin baz aldığı kitabı “kurgu” olarak nitelemesi ve gerçeği yansıtmadığını açıklaması. Öte yanda ise filmin takip edebildiğim kadarıyla ne ABD’de ne de Türkiye’de kamuoyunun ilgisini fazla çekmemesi.

500 milyon kişinin her gün internete girme nedeni olan, milyarlarca dolarlık müthiş bir fenomen ve filmin kamuoyunda ilgi görmemesi. Düşündürücü değil mi sizce de?

Filmin senaryosunun dayandırıldığı kitap, Facebook’un iki kurucu ortağından birisinin bilgilerini baz alıyor. O kişi ki yolun daha başındayken diğer ortak ve stratejik yatırımcılarla görüş ayrılığına düşüyor, hukuki bir süreç başlatıyor ve (filmin sonunda öğrendiğimiz kadarıyla) miktarı açıklanmayan bir parayı kabul ederek mahkemeye gitmekten vazgeçiyor.

Keza fikrin kendilerine ait olduğunu savunan, iyi aile çocuğu ikiz kardeşler de benzer şekilde yasal bir süreci başlatıyor ve 90 milyon doları kabul ederek dava açmaktan vazgeçiyor.

Tüm bu karmaşanın içinde ışıl ışıl parlayan bir figür var ortada. Sıradışı olan ve zaman zaman bunun cezasını da çeken Mark Zuckerberg. Tüm bu yasal süreçte davalı durumunda olan Facebook’un diğer kurucusu (halen de şirketin tepe yöneticisi). Zuckerberg gece gündüz Facebook’u geliştirmek üzere yaşıyor. Sonradan yolları ayrılan diğer ortak site biraz palazlandığında reklam bulma sevdasına kapılmışken, o buna şiddetle karşı çıkıyor ve siteyi daha da genişletmek, milyonlarca kişinin uğrak yeri olmasını sağlamak üzere harıl harıl çalışıyor.

İlk milyonuncu üye siteye dahil olduğunda yeni kurulmuş şirket çılgın ev partilerinde eğlenirken Zuckerberg ofiste bilgisayarının başında çalışmaya devam ediyor.

Görülen o ki Facebook dijital dünyanın yerlileri olan Y-kuşağının yaşama bakış açılarına en uygun sosyalleşme ortamı. Evet yüzyüze gelseler iki kelime edemeyecek olanların karşı cinsle iletişim kurabilme fırsatı. Evet birbirlerini “dürterek”, çıktıkları bir sevgileri olduğunu kendi Facebook sayfalarında yer alan statü bilgisinde açıklayarak sosyalleşiyorlar. Evet hayatlarında bir çiftliğe adım atmamış olmakla birlikte Facebook’taki oyun imkanlarını kullanarak sanal ortamda tarla ekmekten, sebze yetiştirmekten, hayvan beslemekten hoşlanıyorlar.

Burada ilginç bir ikilem var. Facebook bir sosyal ağ ama onu meydana getirenler sosyal insanlar değil. Bu husus bile bugün yaşı yirmibeşin üstünde olan dijital göçmenler ile yirmibeşin altında olan dijital yerliler arasındaki yorum farkını göstermesi açısından düşündürücü.

Onca dijital göçmen yatırımcının Facebook resminin içine girmesine rağmen, şirket yönetimindeki varlığını hala sürdüren dijital yerli Zuckerberg’in bu “inadı” ise ilginç sonuçlara gebe gibi görünüyor.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1235) - Ooof Off Line Köşesi - 19 11 2010


YOUTUBE BAROMETRESİ NEYİ ÖLÇER?

Youtube açılsa da kapatılsa da işin can alıcı asıl kaynağına erişim yine engellenmiş olacak! Nedir o temel olgu? Dünyada idrak edilmekte olan dijital devrime karşılık ülkemizin acizce yerine mıhlanmış olması.

“Youtube yasağı kalktı, derin bir oh çekebiliriz” diyemeyeceğim. Hem yasağın kalkma sürecindeki şark kurnazlığı, hem de silahın geri tepmesi hevesimizi kursağımızda bıraktı. Youtube aynı (anlamsız) sebeplerden dolayı her an yeniden kapatılabilir (belki de şu an kapatılmıştır).

Öte yandan geçtiğimiz günlerde BTK (Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulu) Başkanı Sn Tayfun Acarer bu sıkıntılara neden olan ilgili yasanın yeniden düzenlenmesine yönelik bir çalışmanın yapılmakta olduğunu ve Kasım ayı sonuna dek çalışmanın tamamlanabileceğini söyledi.

Temelde değiştirilecek olan şey şu: Kaldırılmasına hükmedilen bir içerik söz konusu olduğunda bunun için o içeriğin olduğu web sitesinin tamamına değil sadece ilgili web sayfasına erişim engellenecek.

Evet belki Sn Acarer’in belirttiği yönde yapılacak çalışma tamamlandıktan ve yasal süreç icra edilerek gerekli kanun ya da yönetmeliklerde düzenlemeler yapıldıktan sonra konu daha sağlıklı bir seviyeye taşınmış olacak ama acaba temelde mentalite seviyesinde bir şeyler değişmiş olacak mı? Böylece gelecekte buna benzer durumlar söz konusu olduğunda daha sağlıklı değerlendirme mekanizmalarımız kurulmuş olacak mı? Dijital kültürün özü idrak edilmiş olacak mı? Dijital kültür ögelerinin bir tehdit değil toplumumuzun yaşam kalitesinin artırılması için birer fırsat olduğunu anlaşılacak mı? Sanmıyorum!

Neden mi? İki yıldır youtube başta olmak üzere benzer türdeki binlerce site için böyle bir çalışma yapılması konusunda Türkiye’deki konunun uzmanlarının dilinde tüy bittiği halde kılını kıpırtmayan kamu yönetimi ne oldu da bir anda harekete geçti? (Youtube yasağının AİHM’ye bile yansımış olduğunu anımsayalım). Önce bu soruya bir cevap arayalım.


Geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanı Sn Abdullah Gül’ün ABD’ye yapmış olduğu ziyarette kendisine bu konuda yöneltilen sorulara (belki de yanlış bilgilendirilmesi nedeniyle) gerçeği tam yansıtmadığı yorumları yapılan cevaplar vermek zorunda kalması ve konunun kıyısından köşesinden siyasi zemine doğru kaymaya başlaması, bu mekanizmayı devreye sokmuş görünüyor. Sn. Cumhurbaşkanı ülkemizde internete uygulanan yasaklamacı tavrın basit bir vergilendirme ve vergi yasalarının güncel olmama haline bağlamıştı. Oysa uluslararası değerlendirmelerde Türkiye şu an internete en ciddi sansürü uygulayan ülkeler listesinin üst sıralarında yer alıyor. Engellenen site sadece youtube değil; bu sayının beş bin civarında olduğu biliniyor.

Şimdi kültürümüze onyıllardır enjekte edilmiş olan “aman yabancıya karşı zor duruma düşmeyelim, ayıp olmasın” yaklaşımı ile alelacele bir şeyler yapıyoruz. Doğal olarak bugünün sorununu çözmüş olacağız belki ama dijital kültürün, bilgi ve iletişim teknolojilerinin bugün gelmiş olduğu seviyeyi özümseyemedikten, bunları bireyin ve toplumun hayatına hava ya da su gibi zaruri bir gereksinim bakış açısıyla değerlendirip entegre edemedikten sonra bu tür çözümlerin günü kurtarmaktan öteye geçemeyeceği gerçeği değişmiş olmayacak.

İşin can alıcı asıl kaynağına erişim yine engellenmiş olacak! Nedir o temel olgu? Dünyada idrak edilmekte olan dijital devrime karşılık ülkemizin acizce yerine mıhlanmış olması. Ondan nasıl istifade edebileceğini hala göremiyor olması. (Ha bu arada Facebook’ta lak lak yapmada dünya dördüncüsüyüz!)

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1234) - Ooof Off Line Köşesi - 12 11 2010


Cuma, Kasım 05, 2010

REMİKS KÜLTÜRÜ

Dijital dünyada bir esere erişirken, onun bir kopyası bizim için oluşmak zorunda. Bu dinamiklik kültürün sadece-oku modelinden oku-yaz modeline dönüşmesine neden olmakta. Bugünün dijital yerlileri bir malzemeyi alıp, onu değiştirip, kendisine ait yepyeni bir malzeme haline getirmekte ve bunu yasadışı olarak algılamamakta.

ROM ya da RAM gibi kısaltmaları bilgisayar eğitimimizin ilk yıllarında öğrenmiştik. Bellek bir bilgisayarı oluşturan önemli parçalardan biridir. ROM ve RAM de bu parçanın iki farklı türüdür. Her bilgisayarda ikisi de yer alır. İlki sadece okuma yapılabilen bellektir. Sınırlı ama önemli bir işlevi vardır. İkincisi ise bilgisayar alırken “Bunun hafızası ne kadar?” diye sorduğumuzda kastettiğimiz bellektir. Tüm programlar bu bellekte çalıştırılır. O nedenle bu bellek hem okunabilen hem de yazılabilen bellektir. (ROM=Read Only Memory, RAM=Read Access Memory).

Remiks Kültürü
olgusunu araştırırken bu bellek türlerine özgülenen bir metaforun da kullanıldığını görünce önce duraksadım; sonra hak verdim. Remiks Kültürü’nü ilk öne süren Harvard Üniversitesi’nde hukuk profesörü olan Lawrence Lessig’dir. Bunu, internetten ücretsiz olarak indirebileceğiniz, Remix isimli kitabında ele almıştır.

Internetten ücretsiz indirebileceğiniz ifadesi pek çok okurun aklına bunun yasal olup olmayacağı sorusunu getirmiştir. Hemen belirteyim ki yasal!

Remiks kültürü, en basit anlatımıyla, yeni bir şey üretirken, halihazırda üretilmiş malzemelerden de istifade etmeyi doğal karşılayan kültürü işaret etmektedir. Örneğin bir süre önce ülkemizdeki televizyonlarda da sık sık yayınlanan bir video-klip vardı. George W. Bush ve Tony Blair’in konuşmaları ile Lionell Richie’nin Endless Love şarkısının remikslenmesi sonucunda oluşturulan.

Lessig, Remix kitabında, kültürü Read-Only ve Read-Write olarak ikiye ayırıyor. Sadece okunabilen kültür, biz dijital göçmenlerin yüzyıllardır bildiği kültür modeli. Bir eserle olan dialogumuz sadece onu “okuma” şeklindedir. Bir tabloyu izleriz, bir romanı okuruz, bir müzik eserini dinleriz. Bu kültür modelinde zaten bu eylemlerin ötesine geçmek yasadışı sulara girmek anlamına gelmektedir.

Oysa dijital altyapının getirdiği imkanlar sayesinde kültürde kökten bir dönüşüme neden olacak imkan da hayatımıza girmiş durumda. O da aslında dijital dünyada herhangi bir eser ya da malzemeye erişirken, onun bir kopyasının bizim için oluşmasıdır. Örneğin bir web sitesine gidip de bir sanatçının çektiği bir fotoğrafı görmek isterseniz, o fotoğrafın saklandığı sunucu bilgisayardaki dosyanın bir kopyasının sizin bilgisayarınıza indirilirmesi gerekir.

Bu basit ama dramatik değişiklik kültürel düzeyde Oku/Yaz (Read-Write) modelinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. İşte bu nedenden ötürü bugünün dijital yerlileri (Y Kuşağı) herhangi bir malzeme üzerinde oynayarak ondan yeni bir şey üretmeyi yaşamın, kültürün çok doğal bir parçası olarak algılamaktadır. Her ne kadar Sadece-Oku kültürünün mensubu olan dijital göçmenler açısından bu durum telif hakklarına aykırı, o nedenle de yasadışı olarak değerlendirilmesi gereken bir olgu olsa da.
Oku-Yaz Kültürü giderek daha da baskın hale gelmekte; çünkü dijital teknolojiler inanılmaz bir hızda değişmekte. Örneğin blogosfer gibi bir imkanın ortaya çıkması medyayı dramatik bir şekilde etkiledi. Bugün eli klavye tutan herkes bir köşe yazarı olabilir (kendisine bir blog açıp, fikirlerini tüm dünya ile paylaşabilir – hem de bedavaya). Ya da profesyonelce bu işi yapan bir kişinin dijital köşesindeki makalelerle ilgili görüşlerini yazara ve tüm okurlara iletebilir.

Oku-Yaz kültürü biz istesek de istemesek de burada ve büyük bir fanatik kitlesine sahip. Öyle ki eski köye yeni adet getirmekten, telif olgusunu günümüz dijital kültürüne göre yeniden ele almaktan başka bir seçenek kalmadı!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1233) - Ooof Off Line Köşesi - 05 11 2010

DİJİTAL TEKNOLOJİ ve KİTAP

Dijital teknolojideki gelişmelerin kitap üzerindeki etkisi sadece e-kitap dönüşümü ile sınırlı değil. Son 40 yıl içindeki gelişmelerin bu alanda ne tür değişimlere neden olduğunu daha detaylı irdelemek gerek. 2040 yılında belki de dijital kağıt üzerinde yayınlanan e-kitaplarda da selüloz tadı olabilecek. Peki selüloz bağımlılarının bu görmeye ömrü yetecek mi?

Geçtiğimiz günlerde yaptığım yurtdışı seyahati sırasında okuduğum bir kitap vesilesiyle öğrendim. Eski kitapları onaranların bir türevi olarak ortaya çıkan yeni bir meslek varmış: Eski kitapları mevcut halleriyle korumak.

Kurgu türündeki kitabın bir bölümünde neden kitabı “onarmak” yerine “mevcut halini koruma”nın tercih edilmesi gerektiğini şöyle izah ediyordu “esas kadın” : Eski bir kitabı bugünün mevcut teknolojileriyle incelediğimizde, bazı önemli izleri tespit edemeyebiliriz. Bu izler kitabın hayatı hakkında çok önemli bilgileri içeriyor olabilir. Eğer kitabı onarırsak, belki de gelecek onyıllarda ortaya çıkacak yeni teknoloji sayesinde çözüme kavuşturulacak o izleri silmiş oluruz. Böylece kitabın hayatıyla ilgili o bilgilere hiçbir zaman ulaşamayız.

Görüldüğü üzere teknolojinin kitap üzerindeki etkisi sadece kağıda basılması yerine elektronik cihazlar marifetiyle okunur hale getirilmesi ile sınırlı değil. Özellikle eski kitaplarla ilgili yapılan çalışmalarda teknolojiden ileri düzeyde istifade edilmekte.

Bu vesile ile araştırma yaparken kitapla ilgili olabilecek teknolojik gelişmeler konusunda bir “e-kitap” çıktı karşıma. Kitapları ücretsiz olarak dijital dünyaya aktarma misyonu olan Gutenberg Projesi kapsamında yer alan “Herkes için Teknoloji ve Kitaplar” adını taşıyor. Kitabın girizgahındaki kilometretaşlarından bazılarını sizlerle paylaşmak ve son 40 yılda teknolojinin bu açıdan da bakıldığında ne kadar geliştiğini göstermek istedim:

1971 : Gutenberg Projesi. İlk dijital kütüphane fikri.
1974 : Internet kalkışa geçiyor.
1977 : İlk yaygın bibliyografi formatı UNIMARC
1984 : Yazılım için yeni bir telif anlayışı : COPYLEFT
1990 : Webin yaygınlaşmaya başlaması.
1993 : Online Books Page ücretsiz e-kitap listesi.
1993 : PDF formatının piyasaya çıkması.
1994 : İlk kütüphane web sitesinin açılışı.
1994 : Yayıncıların bazı kitaplarını ücretsiz olarak internetten sunmaya başlaması
1995 : Amazon.com – ilk büyük e-kitapçı.
1995 : Medyanın internette yayın yapmaya başlaması.
1996 : Palm Pilot’un çıkışı – ilk avuçiçi bilgisayar.
1996 : Webin arşivlenmesi için Internet Archieve’in kurulması.
1997 : Internetten yayıncılığın yaygınlaşması.
1999 : Kütüphanecilerin webmaster haline gelmeye başlaması.
1999 : Open eBook formatının e-kitap standardı olması.
1999 : Yazarların internetten erişilir hale gelmesi.
2001 : Wikipedia’nın açılışı.
2001 : Telif konusunda yeni oluşum : CreativeCommons.
2003 : MIT Üniversitesinin ders içeriklerini internetten yayınlaması – OpenCourseWare.
2004 : Google Print (daha sonraki adıyla Google Books) yayında.
2005 : Open Content Alliance’ın (OCA) global dijital halk kütüphanesini açması.
2006 : Microsoft’un dijital arşivden araştırma hizmeti: Live Search Books
2007 : “Güvenilir” bir kooperatif-ansiklopedi : Citizendium.

Japonyalı fütüristler 2020 yılında kağıdın yerini katlanabilir bir malzemenin alacağını ve gazetelerin bu malzeme üzerinde yayınlanacağını öngörüyor. Keza 2040lı yıllarda da TV yayınlarının tad ve koku duyularına yönelik yayın yapabileceğini belirtiyor. Demek ki sadece yirmi yıl boyunca (2020-2040) selülozun tadından mahrum kalacağız. Sonra dijital ortamda da o tadı alabiliyor olacağız! O halde soru şu: Ömrümüz bunları görmeye yetecek mi; ya da ömrü yetecek olanlarda hala geçerli bir selüloz saplantısı kalacak mı?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1232) - Ooof Off Line Köşesi - 29 10 2010

DİKKAT ! Y KUŞAĞI GELİYOR...

Gelecek yirmi yıl içinde tüm dünyayı yönetecek olan bu kuşak mensupları, sahip oldukları özellikleriyle daha iyi sonuçlar elde edebilecekler mi? Yoksa sonuçlar daha kötü mü olacak?


Hanzade Doğan Boyner geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen İnteraktif Pazarlama Zirvesi’nde yeni kuşağı “Dot Com Nesli” olarak adlandırdı. X Kuşağı adı verilen bir önceki nesilden farklı olarak ondan sonra gelen bu yeni nesil maşallah istemediğin kadar isme sahip.

Benim karşıma çıkan bazı isimleri paylaşayım. Sizin de karşılaştığınız ve bunlara ekleyeceğiniz isimler varsa lütfen benimle paylaşın:

Y Kuşağı
Dijital Yerliler
Simular
Milenyum Kuşağı
Net Nesli
Gelecek Nesil
Echo Boomer (II. Dünya Savaşı sonrası doğan baby-boomer kuşağının çocukları)
Dot Com Nesli

Teknik ya da matematiksel görülen Y Kuşağı ifadesi bir öncekine X Kuşağı denmesinden kaynaklanıyor olsa gerek. Benzer şekilde Y Kuşağı’ndan sonra gelecek olan nesile verilecek isim de bu çerçevede hazır : Z Kuşağı. Tabii Z harfinin alfabenin son harfi olması, Z Kuşağı’nın bir tür “son kuşak” olacağı imajı yaratmıyor değil.

Bu kuşağa dijital yerli denmesinin nedeni temelde bu neslin çocuklarının dijital dünyanın içine doğmuş olmalarından geliyor. Onlar bilgisayarın, cep telefonunun, internetin olmadığı bir dünyayı bilmiyorlar. O nedenle de dijital dünyanın ilk doğal evlatları. Tabii bunun etkisi sadece sözde kalmıyor. Bu kuşakta doğanlar dijital dünyanın bu nimetlerinden de azami ölçüde istifade ediyor ve bununla da kalmayarak onlarsız yaşayamıyorlar. Öyle ki geçtiğimiz yıllarda İngiltere’de cep telefonsuz kalma korkusu diye nitelendirilebilecek bir “dijital fobi” bile tespit edildi.

Simu kelimesi simulasyondan geliyor. Fransız düşünür Jean Baudrillard’a atfedilen simülasyon ve simülakr dünyası, aslında belki de bugün içinde yaşadığımız dijital dünya. Gerçek olmayan, gerçeğin bir tür simülasyonu yani. O dünyada yaşayanlar da doğal olarak “simu” oluyor.

Bu kuşağa ne ismi verilirse verilsin, doğal olarak, önceki kuşaklardan farklı özelliklere sahipler ve bu özelliklerin temelinde dijitalleşmiş bir dünyanın varlığı var. Örneğin Y kuşağı mensupları aynı anda birden çok şey yapmakla ünlüler. Bu özellikleri, onların bir nesil büyüğü olan X Kuşağı ya da daha eski nesiller için “konsantrasyon bozukluğu” olarak nitelendirilebilecek bir özellik. Neden ? Çünkü eski nesiller aynı anda sadece tek bir şey yapmaya odaklanmışlardır. Onların paradigması bunu öğretmiş, bunu uygulatmaktadır.

Ya da uzman bir eğitimci arkadaşımın tespit ettiği üzere Y Kuşağı mensupları birbirleri ile göz teması kurmaktan kaçınırlar. Daha eski kuşaklar için bu büyük bir kayıp ya da özgüven eksikliği olarak yorumlanır. Oysa sanırım hiçbir Y Kuşağı mensubu, birisinin kendisiyle göz teması kurmaktan kaçınmasını bu şekilde algılamamakta, aksine bunu doğal karşılamaktadır.

Belki de temelde sorulması gereken soru şu : Gelecek yirmi yıl içinde tüm dünyayı yönetecek olan bu kuşak mensupları, bu özellikleriyle daha iyi sonuçlar elde edebilecekler mi? Yoksa sonuçlar daha kötü mü olacak?

Onları eleştirdiğimize göre beklentilerimiz pek de olumlu değil. Ancak dünyanın son 30 yılına baktığımızda bizim de pek matah sonuçlar üretmiş olmadığımız ortada...


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1231) - Ooof Off Line Köşesi - 22 10 2010

Perşembe, Kasım 04, 2010

OLDUKÇA SOSYAL BİR ÜLKE OLMALIYIZ

Facebook’ta dünya dördüncüsüyüz. Dünya bizi sosyal bir toplum olarak yorumlarken, biz kendimizi nasıl yorumluyoruz? Bu yorumların yanısıra bilimsel araştırmalar yapıp da ortaya bilimsel tezler atabilmiş miyiz? Yoksa meydan başkalarına mı kalmış?

New York’taki bir konferansta Türk gazetecilerle de görüşen Facebook’un teknoloji başkanı Bret Taylor, Türkiye’nin ABD, İngiltere ve Endonezya’dan sonra dünyada en çok Facebook kullanıcısı olan dördüncü ülke olmasıyla ilgili yaptığı yorum bu : “Oldukça sosyal bir ülke olmalısınız!”

Taylor’un verilerine göre toplam 500 milyonun üstünde üyesi olan Facebook’ta 22 milyon 600 bin Türk üye var. Bir başka deyişle ülkemiz nüfusunun neredeyse %30’u Facebook’a üye.

Taylor Endonezya’nın durumunu, Endonezyalı gazetecilerle görüşüp onlara da “oldukça sosyal bir ülke” olup olmadıklarını sormuş mu bilmiyorum. Ancak benim dikkatimi bu haberi internette yayınlayan sitelere bizim Türklerden gelen yorumlar çekti. Bazı örnekler:

“Sokakta bir arkadaşı yokken face’de bin sözde arkadaşı olan bir çöpçatan sitesi”

“Sokakta arkadaşını tanımamazlıktan gelen, ikili cinsiyet ilişkilerinden çekinenlerin, söyleyecek sözü olmayan insanların üye olduğu bir site işte”

“Sahte ve geçici dostluklara bile muhtaç olduğumuzun göstergesi”

“Facebook kullanım oranı bir milletin aczini, boşluğunu, antisosyalliğini, baskı altında olduğunu, kaytarmacı olduğunu ve sevgisizliği gösterir, övünülecek bir şey değil”

“Türkiye ve Endonezya... Bastırılmış toplumlar”

“Bir ülkenin neden gelişmediğinin en büyük göstergesi”

“Ne sosyalliği millet işsizlikten bu sitede vakit harcıyor. İşsizlikte ülke kaçıncı sırada bi bakın anlarsınız”

“Sosyal olma özelliğimizden değil arkadaş, paramız yok maalesef beleş eğlence işte bir de kapalı toplumuz bir kıza söyleyemeyeceğimiz şeyleri facebooktan söylüyoruz”

Görünen o ki Taylor’ın verileri ve yorumu facebook kullanıcıları açısından bambaşka bir anlam ifade ediyor. Hatta işi iyice ilerletip, bir kişinin özellikle “kız tavlamak” için birden çok hesap açtığı da belirtilerek aslında 22 milyon 600 binlik üye sayısının 22 milyon 600 bin Türk’e karşılık gelemeyeceğini iddia eden de var.

Facebook gibi sosyal ağların belli bir açığı kapatmaya hizmet ettiği tartışılmaz bir gerçek. Bundan dolayı bu tür siteleri eleştirmek sorunu ıska geçmek anlamına gelecektir. Daha ziyade bir toplumun üyelerinin bu tür bir siteyi (Facebook ya da benzeri başka siteleri) ne amaçla kullandığını, ne kadar süre ile kullandığını, hayatlarında ne tür bir açığı kapattığını tespit etme gibi içinde yaşadığımız toplumu daha iyi anlamamızı sağlayacak hususlara odaklanılması gerekir. Bu açıdan irdelendiğinde bu siteler üniversitelerimizin sosyoloji dallarının üzerine profesyonelce eğilmesi gereken doğal birer araştırma alanıdır.

Toplumumuzu daha iyi anlamak için sosyoloji bölümleri bu bol ve bedava veriden istifade ediyor mu bilemiyorum ama ortada toplum hakkında ahkam kesme konusunda uzmanlaşmış pek çok sözde sosyologun olduğu kesin. Kendilerini her gün medyada izliyor, toplumu nasıl tanımladıklarını, onu nasıl manipüle ettiklerini ve kendi tezlerini doğrulamak için toplum üzerinde nasıl kalıcı hasar oluşturduklarını görüyoruz. Açık (ya da özgür) bir toplumda kabahatin sadece suistimal edicilere ya da beceriksizlere tahvil edilmesi ne kadar sağlıklı?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1230) - Ooof Off Line Köşesi - 15 10 2010

e-DEVLET ve BÜROKRATİK OLİGARŞİ

Bürokratik oligarşiyi eleştirirken samimi olan bir yönetim anlayışının sağlamasıdır e-devlet sürecine verilen önem. Dolayısıyla e-devlet, e-dönüşüm sürecinin performansı ilginç anlamlar da içerir!


TÜSİAD, ODTÜ’ye hazırlatmış olduğu e-Devlet Raporu’nu Eylül ayı sonunda kamuoyuna açıkladı ve kısaca e-Devlet sürecinde sınıfta kaldığımızı ilan etti.

Mevcut durumun vehametini izafi bir değerlendirme yaparak çok daha iyi anlayabiliriz. Birleşmiş Milletler’in konu hakkında her yıl düzenli olarak yayınladığı indekse göre 2010 yılında 192 ülke içinde Türkiye 69. sırada yer almıştır. Bu veriyi tek başına yorumladığımızda pek de fena sayılmaz diyebiliriz. Ancak 2003 yılında aynı araştırma indeksinde Türkiye’nin 191 ülke içinde 49. sırada olduğunu da belirtirsek tablo daha net olarak sergilenmiş olur. Son yedi yılda ilerlemek ne demek; geriye gitmişiz.

Raporun sonunda yer alan şu paragraf aslında ne yapılması gerektiği konusunu olası en yumuşak bir üslupla sunuyor: “e-Dönüşüm Türkiye projesinin dönüşüm için gerekli olan bir çok eylemin gerçekleştirilmesinin yanı sıra, yeni bir yönetim modelini zorunlu olarak gerektireceği düşünülmektedir. Söz konusu yönetim modelinin nasıl olması gerektiği ve gelişmiş ülkelerin bu bağlamda nasıl bir davranış sergiledikleri Türkiye için e-devlet yönetim modelinin oluşturulması ya da mevcut modelin iyileştirilmesi konusunda önemli girdiler sağlayacaktır”.

Bu paragraftan şu mesajlar çıkarılabilir: Bir; stratejik düzeyde bu işi beceremedik. Önce bu işi anlayan birilerinin en üst düzeyde bu işi yönetmesi ve bunu ülkemizin günlük yaşamının bir parçası haline getirmesi gerekir. İki; bunun altını doldurmak için de bizden önce yola çıkmış olanlar neler yapmış, onlardan da feyz alınabilir.

Bu işi gündelik yaşamımızın bir parçası haline getirmek demek, türbana, ergenekon gibi isimlerle adlandırılan süreçlere, et üretim ve ithalatına, dış ticaretle ilgili yapılan aktivitelere vb siyasi düzeyde ne derece önem veriyorsak, bilgi iletişim teknolojilerine de aynı düzeyde önem vermemiz demektir.

Uluslararası danışmanlık şirketleri milyon dolarlık danışmanlık projelerini sunarken müşterisi konumunda olan ve o hizmeti talep eden kurumlardan istedikleri ilk şey “üst düzey yönetici desteği”dir. Kurumsallaşmamış bir organizasyonda patronun, kurumsallaşmış bir organizasyonda ise yönetim kurulu ve genel müdürün işi sonuna dek alıp götürmesi demektir bu.

Kağıt üzerinde baktığınızda destek vermeyen bir kurum bulamazsınız. Ama bu tür projeler her zaman beklenen sonuçları üretmez. Bunun nedeni, destek olgusunun farklı algılanmasıyla ilgilidir. Köstek olmamak destek olmak anlamına gelir şeklinde algılanmaktadır. Oysa destek olmak, köstek olmamakla bitmez. Aynı zamanda sürecin istenen sonuca götürmesi için gerekli olan her şeyi yapma konusunda elini taşın altına koymayı da gerektirir. Bunun yapılmamasının temel bir nedeni vardır. Patron ya da yönetici işin ucunda mevcut imtiyazlı konumundan ödün vermesi gerektiğinin kokusunu almıştır. Oysa onun arzusu kendi konumuında bir değişiklik olmadan o sorunun halledilmesidir. Stratejik düzeyde bu ne yazık ki olası değildir.

e-Devlet sürecinde de benzer bir durum var. Mevcut siyasi vizyon, anlayış, iş yapış biçimi, yetki ve sorumluluklar vb hiçbiri değişmesin, ama öte yandan elektronikleşme süreci beklendiği şekilde sonuç versin. Bu imkansız! Bürokratik oligarşiyi eleştirirken samimi olan bir yönetim anlayışının sağlamasıdır e-devlet sürecine verilen önem. e-Devlet sınıfta kaldıysa o oligarşinin kalkmasını isteyen yok demektir. Olsa olsa el değiştirmesi arzu edilmektedir.


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1229) - Ooof Off Line Köşesi - 08 10 2010