Cuma, Eylül 30, 2011

BLOG TAŞINDI !...

Ooof Off Line Köşesi Blog yayını aşağıdaki adresten devam etmektedir.

Bu sayfada artık güncelleme yapılmayacaktır.


Ooof Off Line : http://ooofoffline.wordpress.com/


Tanol Türkoğlu - Mart 2011

Salı, Mart 15, 2011

DİJİTAL KÜLTÜR ÇIKTI !...

Ederi : 15 TL (Kargo Dahil)
Temin
0212 522 3868
(Kitapçılarda Bulunmaz)

NOBEL BARIŞ ÖDÜLÜ INTERNETE ?

Internet ve onunla tüm dünyaya yayılan dijital kültür, ülkelerin yasalarındaki diğer unsurlarla olan benzerlikleri dikkate alınarak değerlendirilme aşamasını çoktan geçti. Artık interneti anayasal bir hak olarak ele almanın ve yasaları buna göre uyarlamanın zamanı geldi.

Prosedür şöyle işliyormuş : Her sene Eylül – Şubat döneminde aday göstermek üzere çağrı yapılıyor ve aday gösterme kriterlerine uyan kişi ya da kurumlardan gelen aday önerileri toplanıyor. Şubat – Mart döneminde öneriler üzerinden bir eleme yapılarak her kategori için aday listeleri oluşturuluyor. Mart – Ağustos döneminde adaylar inceleniyor, değerlendiriliyor. Ekim ayında kazananlar belirleniyor. Aralık ayında da ödül töreni düzenleniyor.

Dinamiti dünyamıza hediye eden Alfred Nobel adına her yıl düzenlenen Nobel Ödüllerinin yıllık takvimi böyle. Ödül kategorileri içinde belki de en popüler olanları edebiyat ve barış (dinamit ve barış; ne bu bir oksimoron mu yoksa günah çıkartma mı?)

Internet, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmiş. Geçen yılki gerekçeler neydi bilmiyorum ama bu yıl neden gösterildiğini hepimiz kolayca tahmin edebiliriz. Anahtar kelimeler : Tunus – Mısır – Libya - ...

Nobel Barış Ödülü’ne aday sayısının 241 olması bana dünyanın en büyük adliye sarayını inşa etmekle övünmemizi anımsattı. Barış Ödülü’ne layık onca kişi, kurum vb olduğuna göre dünya demek ki barışa bu kadar çok gereksinim duyduğu bir dönemden geçiyor. Demek ki barış dünyadan o kadar uzak!

Internetin kazanma şansı “mağribi ülkeler”deki gelişmelere bağlı. Yılın kalan döneminde buralara demokrasi yerleşebilir, yeşermeye başlayabilirse internet büyük bir olasılıkla ödülü kapar. En büyük sanal rakibi Wikileaks gibi görünüyor ama internet olmasaydı Wikileaks olabilir miydi? O halde internet Wikileaks’i de içermektedir ve ödülü internete vermek bir anlamda Wikileaks’i de ödüllendirmek demektir.

Ülke olarak Türkiye’nin internet karnesi ise ne yazık ki kırıklarla dolu. Bugün hala dijital kültüre yön veren internet sitelerini yasaklamakla meşgulüz. Yıllar süren youtube yasağı daha yeni kalkmışken bu kez de telif hakları sebebiyle en popüler blog sitelerinden olan Blogger.com sitesi yasaklandı. Twitter’dan gelen mesajlardan birisi bu uygulamanın ne denli yanlış olduğunu göstermesi açısından çok ilginçti : Köprülerdeki OGS/KGS şeritlerinden kaçak geçiş oluyor diye köprüleri trafiğe kapatmak !

Spor Toto Süper Lig futbol maçlarını şifreli olarak yayınlama ihalesini kazanan kuruluş, bu yayınları blog sayfaları üzerinden şifresiz olarak yayınlayan kişilerle baş edemediğinden ve bu süreçte Blogger.com sitesinin sahibi konumundaki Google firmasından gereksinim duyduğu teknik desteği alamadığından dolayı böyle bir yola gitmek zorunda kaldığını açıkladı.

Kendi içinde tutarlı bit açıklama. Ancak bu sorunun çözümü blogger.com sitesini topyekun dahi olsa kapatmak değil ki. Çünkü internette blogger.com gibi pek çok blog altyapısı sunan siteler var. Düne kadar blogger.com sitesini kullananlar bugün başka blog sitelerinden aynı yayını yapabilir. Bu yasaklama belki de bir muharebe kazandırdı ama savaşın kaybedilmesine çok büyük bir destek unsuru oluşturdu.

Internet ve onunla tüm dünyaya yayılan dijital kültür, ülkelerin yasalarındaki diğer unsurlarla olan benzerlikleri dikkate alınarak değerlendirilme aşamasını çoktan geçti. Artık interneti anayasal bir hak olarak ele almanın ve yasaları buna göre uyarlamanın zamanı geldi.
Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1251) - Ooof Off Line Köşesi - 11 03 2011

“BİZ BÜYÜDÜK ve KİRLENDİ” INTERNET

“Pazarlama” interneti tam “sosyal medya”laştırmış ondan istifade edecekti ki ağababası (“siyaset”) kokuyu alıp geldi, şimdi onun rolünü çalıyor!

Özellikle son yirmi yılda medyanın yükselişi sonucunda yasama, yürüme ve yargı erklerine ek olarak medya “dördüncü erk” olarak yeryüzü kültüründe yerini almıştı. Şimdi ona da bir rakip geliyor; internet!

Dijital kültür ya da internet, doğası gereği “mühendis”lerin oyuncağı olarak ortaya çıktı. Son yıllarda içeriğinin sunduğu imkanlar çerçevesinde toplumsal bir boyut kazandığı için sosyologların radarına gireceği tahmin ediliyordu ki web 2.0 teknolojisinin üstünde yeşeren Facebook, Twitter gibi imkanlar dijital kültüre “iletişim”cilerin el atmasına neden oldu.

Bugün artık neredeyse koca internet önce “yeni medya” sonra da “sosyal medya” adıyla öteki her türlü özelliğini bir kenara bıraktı; bir gecede “medya” oluverdi. Internetin medya olmanın ötesinde imkan ve özelliklere sahip olduğunu söylemenin şu an için bir faydası yok. Bunu kimse duymayacaktır; ta ki bu rolü ile onu kullananların onunla işi bitene dek! Sonra günah çıkarırlar; olur biter!

Dördüncü güç olarak anaakım medya rüştünü Birinci Körfez Krizi’nde ispat etmişti. Sosyal medya olarak internet ise dünya siyasi arenasında rüştünü Tunus ile başlayan domino oyunu vesilesiyle ispat ediyor. Tunus, Mısır, şimdi de Libya! El-Cezire ya da diğer anaakım medya kuruluşlarının giremediği yerlerde Facebook, Twitter devreye giriyor. Batıya gönderilen her bir mesaj (tweet) anında birer kahramanlık melodisi gibi dünyada yankılanıyor. Facebook’ta kurulan bir muhalif grup süratle medya kanallarında haber yapılıyor. Ve şöyle bir mesaj gönderiliyor dünya kamuoyunun bilinçaltına : Muhalefet yükseliyor! Bakıyorsunuz; o grubu takip eden kişi sayısı elli, bilemedin yüz kişi!

Görülen o ki neo-conların yönetimindeki ABD, babadan kalma metodla (savaş marifetiyle) global dengeleri kendi lehine çevirirken, yeni ABD yönetimi bunu daha modern (hadi postmodern!) metodla yapıyor. Yoksa yeni slogan “Genç vatandaşlar rahatsız!” mı?

Ancak o ülkelerin rahatsız olan genç vatandaşlarının ortak bir özelliği var anlaşılan. Aynı anda değil, nedense sırayla rahatsız oluyorlar. Mısır’da eski mareşal Mübarek’in gidip, muvazzaf generallerin yönetimindeki şimdiki askeri rejimin gelmesi üç hafta sürdü. Demek ki Libyalı gençler üç hafta boyunca kendilerinde o cesareti bulamamışlar. Mısırlı arkadaşlarının eylemlerinin sonucunu görmek üzere beklemişler. Eğer yarın Kaddafi de giderse, Libyalı genç arkadaşlarını izleyen sıradaki hangi ülkenin gençleri yeterince cesaretlenmiş olacak? Da harekete geçecek? Cezayir’in mi? Ürdün’ün mü? Suriye’nin mi?

Pazarlama dünyası “Şu sosyal iletişim ağlarını nasıl paraya çevireceğiz?” sorusuna cevabı bulmuş ve interneti tam “sosyal medya” yapmıştı ki Wikileaks ile birlikte işin rengi bir anda değişti. “Pazarlama”nın ağababası (“siyaset”) kokuyu alıp geldi, şimdi onun rolünü çalıyor!

II. Dünya Savaşı sonrası gelen “baby-boomer” (68) kuşağından sonraki en güçlü nesil olacağı öngörülen Y-Kuşağı’nın dünya sahnesine böyle bir başlangıçla çıkıyor olması da ilginç ve derinlemesine incelenmesi gereken bir olgu.

O halde şarkıyı dijital kültüre uyarlayalım: “Biz büyüdük ve kirlendi” internet!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1250) - Ooof Off Line Köşesi - 04 03 2011

DAYAK YİYEN ÖĞRENCİLERİ GÖRDÜĞÜNÜZDE...

Sosyal medya araçlarını (Facebook, Twitter vb) daha ziyade üretim amacıyla mı yoksa tüketim amacıyla mı kullanıyorsunuz?

Dünyada internete erişen nüfusun %7.4’ü Twitter kullanıcısı. Bu istatistik internet ve dijital dünya ile ilgili istatistikler yapmasıyla ünlü comScore firmasına ait. Haziran 2010 verileri baz alınarak yapılan araştırma ülke bazında da detaylara sahip.

Buna göre internet kullanıcıları içinde en çok twitter kullanıcısına sahip olan ülke Endonezya. comScore’a göre Endonezya internet nüfusunun %20.8 aynı zamanda Twitter kullanıcısı. Endonezya’yı %20.5 ile Brezilya, %19 ile Venezuella, %17.7 ile Hollanda izliyor. Türkiye %11 ile 12. sırada. Hemen üstünde %11.9 ile ABD var.

Facebook’ta ilk dört içinde olduğumuza göre Twitter açısından daha katetmemiz gereken çok yol var. Twitter’ın son yıllarda popüler olmasının temelinde, hem gelişen teknolojiler (3G vb) hem de ücretlerin nispeten düşmesi sebebiyle cep telefonlarından internete erişimin yaygınlaşması yatıyor.

Nicelik açısından ülke olarak birinciliğe oynuyoruz oynamasına ancak nitelik açısından incelediğimizde ortaya farklı bir tablo çıkıyor. Bu aslında dijital olmayan hayatımızın dijital dünyaya bir yansıması. Sadece Türkiye için geçerli bir durum da değil açıkçası. Kültürel anlamda ortak paydayı oluşturan bu ögeler nasıl ki ülkeler arasındaki farkları ortaya çıkarmak için birer referans olarak ele alınabilecekse (örneğin trafik, kentleşme biçimleri vb) bu listeye dijital kültürün ögelerini de dahil etmek hatalı olmayacaktır.

Gelişmiş bir ülkeden Facebook ya da Twitter’a girenlerin bu sosyal medya imkanlarını kullanma biçim ve amaçları ile gelişmekte olan bir ülkeden girenlerin biçim ve amaçları aynı değildir.

Temelde belki de bu araçları zihminizde yanlış kategorize etmemizden kaynaklanan bir yanlışlık var. Sosyal medya araçlarını tüketim amacıyla mı üretim amacıyla mı kullanıyoruz? Odaklanılması gereken temel sorulardan birisi bu olabilir.

Facebook’ta ya da Twitter’da ayırdığınız zamanı ve bu zamanda neler yaptığınızı şöyle bir düşünün. Zamanınızın yüzde kaçında yaşamınıza bir katkı sağlayacak şekilde bir şeyler üretiyorsunuz? İkinci soruyu sormaya gerek yok. Bu oranı yüzden çıkarın; kalan oran da tüketim amacıyla kullandığınız kısmı gösterecektir.

Yukarıdaki bakış açısını burada da uygulamak çelişkili bir durum yaratmayacaktır. Yani gündelik hayatındaki zamanının ne kadarını bir şey üretmek için geçirmektedir ki kişi? Ülke olarak; birey olarak ne üretiyoruz? Ekonomimiz fason; teknolojimiz fason! İyi yapıyoruz diye gurur duyduğumuz şey bu fasonluk olgusunu sekteye uğratmadan onu sürdürüyor olmamız. Bunun temel göstergesi olarak yıllık cari açık figürlerine bakın!

Bu fason daireden bizi çekip çıkaracak olan şey “bilgi” üretmektir. Burada kastedilen şey veri, enformasyon ya da malumat değil; taş üstüne taş koyacak “bilgi” üretmek! Türkiye olarak bilgi üretme araçları kültürümüze ne kadar nüfuz etmiş durumda? Üniversitelerde üretilen bilimsel bilgilerin gündelik hayata, teknolojiye, sanayiye uygulanmasında ne kadar başarılıyız? Teknolojiyi üretmek için gereksinim duyulan hammade, fason ekonominin çarklarını çevirmek için gereksinim duyduğumuz hammade ve enerjiye oranla o kadar ucuz ki. Oysa biz bu enerji kaynaklarını birer tehdit olarak görüyor ve onları gördüğümüz her yerde fiziksel ya da ruhsal olarak imha etmeye çalışıyoruz.

Yarın televizyonda dayak yiyen üniversite öğrencilerini gördüğünüzde ellerinizin arasından kayıp giden geleceğimiz için de ağlayın!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1249) - Ooof Off Line Köşesi - 25 02 2011

OYUN DEYİP GEÇMEMELİ

Bilgisayar oyunları dünya pazarı 50 milyar dolara ulaşmış durumda. Birkaç yıl sonra hacmi müzik piyasasını üçe katlayacak. Sadece sekiz milyar dolar sanal alet edavata harcanıyor. Bilgisayar oyunlarını/oyuncularını yönlendiren yedi kural aslında eğitimden iş dünyasına kadar bireyin oyun dışındaki yaşam alanlarına da uyarlanabilir nitelikte.

Bilgisayar oyunları gerek hacim gerek içerik gerekse de birey üzerinde yarattığı etkiler açısından tahmin sınırlarını çoktan geçmişe benziyor. 1990’da on milyar dolar olan dünya oyun pazarı 2000’de 20 milyar, 2010’da ise 50 milyar dolara ulaşmış durumda. 2014’te bunun 84 milyar dolar olması bekleniyor. Aynı yıl dünya müzik piyasasının beklenen büyüklüğüne bakalım: 28 milyar dolar! Yani bilgisayar oyunları birkaç yıl için müzik piyasasını üçe katlamış olacak!

Internetin hızla yayılması, internet erişimlerinin gerek hız gerekse de cihaz çeşitliliği açısından artararak mobil erişimi patlatması oyun dünyasını da dramatik olarak etkilemiş durumda. Yukarıdaki rakamlar sadece oyun fiyatlarıyla ilgili değil. Örneğin yılda sekiz milyar dolar sadece sanal alet edevata gidiyor. Yani bilgisayardan çıkarıp odasının bir kenarına koyamayacağı aparatlar, hediyelik eşyalar, giysiler vb için insanlar yılda sekiz milyar dolar harcıyor!

Bilgisayar oyunlarıyla ilgili gazeteci yazarlık yapan Tom Chatfield’e göre kişiyi bir oyuna bağlamak için iki temel şey lazım. Birincisi istemek ikincisi de hoşlanmak. Kişi o oyunu oynamayı istiyorsa ve oynamaktan hoşlanıyorsa o oyuna bağlanıyor! Bu istemek-sevmek-bağlanmak sürecinde kullanılan en temel harç malzemeleri puan kazanmak, ödüller almak.

Chatfield, bilgisayar oyunları üzerinde yaptığı araştırmalar sonucunda yedi önemli noktayı tespit etmiş. Bunlar sadece bilgisayar oyunlarına değil, oyun dışı dünyalara da (örneğin politika, eğitim, iş dünyası vb) uyarlanabilir görünüyor.

Bu yedi önemli noktanın başında kişiye deneyimi konusunda ilerleme kaydettiğini gösterebilmek geliyor. Öte yandan tek bir hedefe odaklanmak yerine birden çok hedefi aynı anda gerçekleştirmeye çalışmanın yukarıda belirtilen istemek-sevmek-bağlanmak sürecini güçlendirdiğini iddia ediyor.

Bu husus, örneğin, iş dünyasına da kolayca uyarlanabilir. Günümüzün aynı anda pek çok şey yapma becerisi gelişmiş bireyleri için herhangi bir anda sadece tek bir şeyi yapmalarını beklemek yerine birden çok şeyi yapmalarını sağlamak yapılan şeye bağlı kalmak açısından önemli bir taktik olacaktır (tabii ki bu aynı büyüklükte birden çok iş yaptırmak olarak yorumlanmamalı; elli tane telefon görüşmesi yaptırmak yerine, yirmi telefon görüşmesi, on davetiye gönderimi, üç toplantı organizasyonu yaptırmak gibi değerlendirilmeli).

Bir diğer husus çabayı ödüllendirmek. Bilgisayar oyunlarında sıkça görünen bir özellik olarak ödüllendirmenin illa ki her oyun seviyesi (level) tamamlandıktan sonra gelme zorunluluğunun olmaması. Seviye içinde her aşamada da küçük küçük hediyeler (puan) kazanılmakta bu da kişinin oyuna bağlı kalmasını sağlamakta. Buna paralel olarak hızlı, sürekli ve açık geribildirimin de etkisinin önemli olduğu tespit edilmiş. Çevre kirliliği ya da global ısınma konusunda anlatılan, “elli sene sonra dünya böyle olacak” geribildirimi, örneğin, çok az kişinin ilgisini çekiyor. Neden? Elli seneye kim öle kim kala diye düşünülüyor olduğundan belki de.

Oyunların içinde belirsizliğin dozunun da olması, dikkat çekmenin bellek ve güven tazeleme özelliklerinin olması, oyun skorlarının diğer insanlarla kıyaslanabilir şekilde tutulması Chatfield’in diğer tespitleri. Baudrillard’a göre simülasyonun simülasyonu olan sanal dünyanın temel dinamolarından olan bilgisayar oyunları etkilerini bir üst seviyeye çıkararak bireyi gündelik hayatında da etkileyecek hale geliyor. Özellikle bu oyunlarla yetişen nesiller büyüyüp de birer yetişkin olarak toplumda yerlerini almaya başladıkça.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1248) - Ooof Off Line Köşesi - 18 02 2011

MISIR DENEYİMİ ve AÇIK TOPLUM

Odaklanılması gereken sorun internetin ya da sanal dünyanın kontrol altına alınması değildir. Daha ziyade sorunun temelinde dünya kültürünün “açık toplum” olgusunu idrak etmesiyle ilgilidir.

İnsan hiçbir şeyin televizyondan göründüğü gibi olmadığı realitesini en kolay bir futbol maçını stadyumdan seyrettiğinde anlıyor. Tunus’ta başlayan halk isyanı geçtiğimiz haftalarda Mısır’a sıçradı ve iki hafta boyunca yoğun bir şekilde yaşandı. Daha önce birinci Körfez Krizi ile deneyimlediğimiz “yerinden canlı” izleme imkanını bu kez El-Cezire TV sağladı. Neredeyse 24 saat Tahrir Meydanı’ndan canlı yayın yapıldı.

Mısır’da olayların başlamasıyla birlikte internet ve cep telefonu ağları da devlet marifetiyle ülke genelinde kapatıldı. Özellikle internet erişiminin kapatılması sadece organize olan insanların birbiri ile iletişimini koparmadı aynı zamanda Mısır’da neler olduğunu sosyal medya siteleri aracılığıyla tüm dünyaya ulaştırma imkanı da kısıtlanmış oldu.

Tüm dünyada Mısır’ı yakından takip edenler derhal karşı atağa geçti. Uluslararası veri hat numaraları tahsis edildi. Facebook ve Twitter’dan veri akışının devam etmesi için mücadele edildi.

Tıpkı web 1.0’ın tek yönlü dünyasıyla web 2.0’ın etkileşimli dünyası arasındaki fark gibi devletlerin ve hükümetlerin de internete ve sanal dünyaya karşı bakışında da farklılıklar olduğunu tespit etmek zor değil.

Henüz birinci kademede olan karşıt görüş, örneği yukarıda olduğu üzere, internete erişimi toptan kapatarak sorunu çözebileceğine inanıyor. Bu tutum belki önemli ölçüde başarılı oluyor ama yine de (giderek) yüzde yüz sonuç verdiğini söylemek mümkün değil. Örneğin bilgi Mısır topraklarından dışarıya sızmasını bildi.

İkinci kademedeki bakış açısında ise karşıt görüş, interneti kendi söylemi için de bulunmaz bir araç olarak görmeyi keşfetmiştir. Örneğin Facebook ya da Twitter’daki isyancıları tespit et, kimliklerini belirle, sonra da bu kişileri tutukla! Mısır’da bunların da yapıldığı raporlanmış durumda.

Yeniliklere karşı ayak direten yönetimlerin, “tedbir almak” söz konusu olduğundan ışık hızında ilerlemekten geri kalmadığının bir başka güzel örneği! Bu tür yaklaşımlar sadece Mısır gibi gelişmekte olan ülkelerle sınırlı değil. Örneklerini dünyanın her yerinde tespit etmek mümkün.

Yakın zamana dek internet denildiğinde en popüler konulardan birisi konuşma özgürlüğü idi ancak son birkaç yıldır “internet nasıl kontrol altına alınabilir” konusu daha ilgi çeker hale gelmekte. Bu sadece devletler ya da hükümetler düzeyinde stratejik bağlamda irdelenmiyor. Doğal olarak bilinçli bir ebeveyn için de geçerli bir konu. Onlar için de sorun çocuklarını zararlı içerikten ne şekilde koruyabilecekleri mesela.

Tabii sorunu yanlış tanımlarsak çözümü de Nasreddin Hoca’nın kaybettiği anahtarını daha aydınlık diye sokakta araması gibi, farklı yerlerde arayacağız ve hatalı sonuçlar üreteceğiz. Odaklanılması gereken sorun internetin ya da sanal dünyanın kontrol altına alınması değildir. Daha ziyade sorunun temelinde dünya kültürünün “açık toplum” olgusunu idrak etmesiyle ilgilidir. Eğer dünya açık bir toplum olabilirse dijital kültürün de beraberinde getirdiği bu tortular birer sorun olmaktan çıkacaktır.

Toplumsal sorunlar, mühendislik çözümlerle giderilebilir olsaydı sanırım sosyal bilimlere de gerek kalmazdı. Internetin, hazır olsun olmasın, her topluma nüfuz etmesi, toplumun acı tatlı onu deneyimlererek tecrübe kazanması, belki de açık topluma ulaşma metodunun ta kendisidir!
Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1247) - Ooof Off Line Köşesi - 11 02 2011

Pazartesi, Şubat 07, 2011

BİLGİ OLGUSU ve ŞENOL GÜNEŞ HOCA

Trabzonsporlular, seyircisinden futbolcusuna, yöneticisinden yerel medyasına kadar, “Yahu Şenol Hoca’nın dediklerini hayata geçirmede bize düşen görev nedir?” diye sorgulasa, Trabzonspor gelecek on yıl içinde G.Saray’ın elde ettiği uluslararası başarıyı gölgede bırakabilir!

Antik Çağ Spartası’nda kimin sesi en çok ve gür çıkarsa onun dediği olurmuş. Ancak bu sadece Sparta için geçerli olmasa gerek. Üzerinde yaşadığımız topraklarda da, geniş bir Orta Doğu coğrafyasında da (hala) benzer bir durum söz konusu. Kaybeden bir politikacı bile bağıra çağıra, meydan okuyarak sahneden çekilir. Neden? Çekildikten sonra peşinden kovalayan olmasın diye olsa gerek. Mesela bugünlerdeki Mısır’ın ve Mübarek’in durumu.

Benzer durum futbolda da var. Sıkıştığında topu rahatça taca atmak yerine Türk futbolcusu genelde o zor durumda rakibinden kurtulmaya çalışıp, takımının başına daha büyük dertler açmakla meşhurdur. Neden? Çünkü topu rahatça taca bırakırsa, bu karşı takımı daha da ateşleyici bir unsur olarak yorumlanır (“Vuruşmadan çekildi, daha çok saldıralım!”).

Böyle bir ortamın aktif görevlilerinden olan Şenol Güneş gibi bir hocanın yaptığı açıklamaları dikkatle izliyorum. Trabzonspor taraftarı değilim, ama hocanın açıklamaları analiz edilirse, onun yukarıda basitçe çizdiğim tabloyla (allaha şükür) uymayan bir yapısı olduğu kolayca anlaşılacaktır.

Türkiye’de futbol pazar gününe indekslidir. Her ne kadar tribünler “Pazara kadar değil; mezara kadar” dese de bu sloganın hakkını vermediklerinin kendileri de farkında olamıyorlar. Örneğin Trabzonspor son iki haftada ligde beş puan kaybetti; kupadan elendi. Bu durumda taraftarın tepkisi ne olmalı? Takımı, tüm unsurlarıyla, yerden yere vurmak mı? E hani mezara kadardı? Oysa şu an takımın desteğe her zamankinden daha çok gereksinim duyduğu zaman. Tam da bu zamanda bir tekme de taraftardan gelecekse, bu taraftarlık iyi gün dostluğu olmanın ötesine geçememiş demektir.

Şenol Hoca yaptığı açıklamalarda sadece Trabzonlu taraftarlara değil, Türkiye’de futbolun içinde olan herkese aynı temel mesajı vermekte : Gelin büyük düşünelim! Bu bağlamda büyük düşünmek nedir? Öncelikle stratejik düşünebilmektir. Uzun vadeli planlar yapabilmektir. Bu, planının hayatı boyunca her günü zaferlerle doldurmak demek değildir. Türkiye’de futbol bağlamında uzun vadeli plan, daha ziyade, gelecekte belli bir dönemden sonra kalıcı başarıyı elde edecek yapıyı kurmak anlamına gelmektedir.

Tüm bunlar bilgi olgusunu merkeze almakla başlar. Kulübün hedefleri nelerdir; bu hedeflere ulaşmak için yapılması gereken şeyler nelerdir, başarı kriteri nedir ... Bu tür sorulara bulunacak tatminkar cevaplarla yola çıkılır.

Türkiye’de futbolun başarı kriteri, benim anladığım, tutulan takımın her hafta mükemmel bir futbol oynayarak maçını 5-0 kazanmasıdır. Bu kritere uymayan her maç için eleştirecek bir şey vardır. Böyle bir başarı kriteri olabilir mi?

Şenol Hoca bunlara dikkat çekmeye çalıştığı zaman, izlediğim kadarıyla herkes yarı uyuklar bir halde kendisini dinliyor. Hoca lanet olsun deyip ülkeyi terk ettiğinde, gidip G.Kore’de antrenörlük yapmaya başladığında ise eline su dökemeyecek yabancılara kendisine tanınan imkanlardan daha fazlası verilerek göreve getiriliyor. İşler sarpa sarınca da tekrar apar topar peşine düşülüyor.

Onun yerine tüm Trabzonsporlular, seyircisinden futbolcusuna, yöneticisinden yerel medyasına kadar, “Yahu Şenol Hoca’nın dediklerini hayata geçirmede bize düşen görev nedir?” diye sorgulasa, Trabzonspor gelecek on yıl içinde G.Saray’ın elde ettiği uluslararası başarıyı gölgede bırakabilir. Herşey bilgi olgusuna değer vermekten geçiyor. Politikada da sporda da!


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1246) - Ooof Off Line Köşesi - 04 02 2011


SİBORGLAŞTIRAMADIKLARIMIZDAN MISINIZ?

Şu an bir siborg olarak ben bu yazıyı yazarken, siber kısmım olan dijital avatarımın twitter bölümüne takip ettiğim diğer siborgların gönderiği mesajlar gelmekte, Facebook’taki kısmımın duvarına arkadaşlarım yeni içerikler eklemekte, eposta kısmım yeni mesajlar almakta, blog bölümüm ise eski makalelerimi okuyanlara hizmet vermekte.

Altı Milyon Dolarlık Adam dizisini anımsar mısınız? Ölmek üzere olan birisi teknolojik eklemelerle yarı insan yarı makine haline getirilir ve kötülere karşı kullanılır. Siborg işte o Altı Milyon Dolarlık Adam’dır. Sibernetik Organizma (Cybernetic Organism) kelimesinden türetilmiş olan siborg (cyborg) yarı organik yarı teknolojik canlı organizmalara verilen isim.

Peki birisi “Artık hepimiz birer siborg olduk” dese buna inanır mısınız? Yukarıdaki tanıma göre bunda bir çelişki var. Eğer uzaylılar sizi de geçici olarak alıp, vücudunuza bir elektronik devre vb yerleştirmediyse siz de ben de daha hala %100 “organik”iz. Nasıl siborg olabiliriz ki?

Siborg Antropoloğu olan Amber Case’in TED.com sitesindeki video klibini izleyene dek ben de aynı düşüncedeydim. Ancak Case’e göre siborglaşma süreci fiziksel evreden zihinsel evreye geçmiş durumda. Yani bir canlı organizmanın (örneğin insan) siborg olması için illa ki fiziksel yapısında teknolojik bir ekleme yapmak gerekli değil. Eğer internete giriyorsanız, cep telefonu kullanıyorsanız, eposta gönderiyorsanız, Facebook’ta ülkemizi dünyanın bir numarası yapmak üzere sürekli olarak içerik oluşturuyorsanız, MSN’de dedikodu yapıyorsanız, blog sitelerinde fikirlerinizi paylaşıyorsanız, Twitter’da sabah kahvaltıda ne yediğinizi yazıyorsanız ... siz de siborglaşıyorsunuz demektir. Zihinsel düzeydeki yaşamınıza dijital teknolojinin kablosuz sinyalleri nüfuz etmiş demektir.

Kanın damarda mütemadiyen dolaşması gibi, bu dijital sinyaller de (nedense) 45 cm çapındaki çevremizde sürekli bizimle birlikte hareket etmekte olan dijital cihazlardan (laptop, cep telefonu, iphone, ipad, blackberry, vb) zihnimize akmakta ve oradan geri dönerek sirkülasyonu düzenli kılmakta.

Hala inanasınız gelmiyorsa şunu deneyin: Laptopunuzdaki gereksiz dosyaları ya da epostaları sildikten sonra taşırken onun fiziksel olarak da hafiflediği hissine kapıldınız mı? Oysa dijital bilginin fiziksel ağırlığı yoktur. Ya da bilgisayarınız çalışmaz hale gelip de yeniden kurulması gerektiğinde, onunla birlikte siz de belleğinizden birşeyleri yitirdiğinizi düşündünüz mü?

Telepati ile olmadı dijitalleşme ile oluyor! İnsanlar ağızlarını açmadan, yerlerinden kalkmadan dünyanın öteki ucuyla iletişim kurabilir hale geldiler. Böylece fiziksel bireyin sanal muadili de ortaya çıktı. Popüler ismiyle buna “avatar” deniyor. Örneğin şu an bir siborg olarak ben bu yazıyı yazarken, siber kısmım olan dijital avatarımın twitter bölümüne takip ettiğim diğer siborgların gönderiği mesajlar gelmekte, Facebook’taki kısmımın duvarına arkadaşlarım yeni içerikler eklemekte, eposta kısmım yeni mesajlar almakta, blog bölümüm ise eski makalelerimi okuyanlara hizmet vermekte.

Yoksa bu durum insanı giderek makineleştiriyor mu? Amber Case’e göre cevap hayır. İnsan aslında böylece daha çok insan oluyor. Geçtiğimiz günlerde iştirak ettiğim bir toplantıda katılımcılardan birisi “İnsan, insan doğmaz, insanlaşır” dedi. Yaşadıkça, kendini geliştirdikçe, kendini bildikçe... Dijtial teknolojiler belki de insanlaşma sürecinde olan her bireyin bir diğeri ile sürekli ve düzenli iletişim halinde olmasını sağlayarak bu “insanlaşma” sürecini rafine ediyor.

Tabii burada altı çizilmesi gereken önemli bir nokta da var. Bireyin eşsiz olmasını sağlayan o “kendi olma hali” için bireyin kendi iç sesini dinleyebilmesi DE gerekli. Sürekli bir şeylerle etkileşim içinde olan siborgun (hiç değilse organik kısmının) bunu başarabilmesi için zaman zaman OFF LINE olması gerek.


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1245) - Ooof Off Line Köşesi - 28 01 2011


NEFRET SÖYLEMİ

Nefret söylemi genelde resmin içine “öteki” girdiği zaman oluşuyor. Oysa sanal dünyada da günümüz dünyasında da “aynılıkları” “farklılıklarından” fazla olanlar bile küçücük bir tetikleyici unsurdan yola çıkarak nefret söylemine başvurabiliyor.

Nefret söyleminin kapsamı alanı oldukça geniş. Kısacası “öteki”ne karşı alınan her türlü nahoş tavır nefret söylemi olarak yorumlanabilir. Ancak bunun internet dünyasına yansıması çok daha farklı boyutlarda olabiliyor. Ortada herhangi bir “öteki” olmadığı halde iletişim bir anda “nefret bulutları” ile kararabiliyor.

Şu örneği inceleyelim. Aynı tartışma ortamına üye kişilerden birisi diyelim ki bir yazılım ya da yabancı dizinin linklerini tartışma ortamındaki ilgili forumda duyuruyor.

Bu tür linklerin işaret ettiği dosyaları bünyesinde tutan web siteleri, çeşitli sebeplerle bunları bir süre sonra disklerinden silebiliyor. Bu sebepler, telifle ilgili şikayetlerden belli bir süre içinde dosyalara rağbet olmamasına kadar değişebilir. Dosyalar silinmeden önce bazı üyelerin onlara erişip indirdiğini teşekkür mesajlarından anlamak olası. Ancak dosya silindikten sonra gelen mesajlar ilginç bir hal alıyor.

Dosyaların linklerine tıklayıp da onların silindiğini farkeden üyeler, bu kez tartışma sitesine geri dönüp, uyarı mesajı gönderiyor ve dosyaların silinmiş olduğunu belirtiyor. Kısa bir süre içinde dosyaları yükleyen kullanıcıdan bir cevap alamazsa ya da gelen cevap tatmin edici olmazsa (“tamam üzerinde çalışıyorum” vb gibi) bu kez aradığını bulamayan kullanıcı uyarı tavrından direkt hakaret tavrına geçiyor. “Madem dosyaların silinmesini engelleyemiyorsun, neden bu işi yapıyorsun” türünden bir mesaj bu kategoride değerlendirilebilecek en seviyeli mesajlardan. İş sin-kaflı küfürleşmeye dek gidebiliyor.

Öncelikle şunu tespit etmek lazım. Dosyaların linklerini bildiren kişi bunu bütünüyle gönüllü olarak yapmakta. Yani bu dosyaları yüklemek, linklerini belirlemek, sanal ortamda böyle bir paylaşımda bulunmak, o kişinin görevi değil. Ancak aradığını bulamayan şahıs için dosyaların zamanında yüklenmesinden tutun da onların her daim indirilmeye hazır durumda olmasına dek tüm sanal koruma ve kollama, yükleyen kişinin görevi, ödevi, sorumluluğudur. Resmi tamamlamak için belirtmek gerekir ki bu gibi durumlarda dosya indiricilerin dosyaları yükleyenlere herhangi bir ödeme yapması vb söz konusu değildir.

Gönüllü olarak yapılan ve katı telif bakış açısından değerlendirildiğinde suç olarak bile yorumlanabilecek bir iş ve türlü nedenlerle beklediğini bulamayan birisinin bu tür bir iş için gönüllüyü topa tutması?

Burada “öteki” nerede? Öteki filan yok! Dosyayı yükleyen de indiren de pek çok açıdan “aynı” özelliklere sahip. Ancak bu “aynılık” yine de nefret söyleminin oluşmasını engelleyemiyor. Nefret söyleminde bulunan kişiler çoğunlukla şöyle bir savunmaya sığınıyor: “Bu işi ya tam yap ya da yapma! Bizimle oynama!”.

Bu tepki oldukça düşündürücü. Belki de pek çok “nefretçi” yükleme yapanın işe yaramaz link oluşturup onları bile bile yayınladığını düşünüyor. İnanıyor ki yükleyen kişinin amacı, aslında var olmadığı halde “Bak burada bu linkler var” diyerek kişileri kandırması. Bunlara tıklayıp da birkaç saniye ya da dakikalığına boş ümide kapılan kişinin bu hali de yükleyici kişinin mükafatı demek ki ?!

Neredeyse herşeyleri aynı olan kişilerin bile nefret söylemine başvuruyor olması aslında daha derindeki başka bir şeyin göstergesi olsa gerek. Kırık bir link aslında bir tetikleyici unsur. O zaman Tunus’taki olaylar da TT Arena’nın açılış gecesi de daha iyi anlaşılacaktır.



Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1244) - Ooof Off Line Köşesi - 21 01 2011

Salı, Ocak 18, 2011

TWITTER RACONU

Twitter kullanırken de uyulması gereken kurallar var. Twitter Mahallesi’nin baskısı olarak değil; Twitter Semti’nin raconu olarak algılanırsa yararlı olabilecek kurallar!

“Avukatımın twitter'deki tüm mesajları resen takip edeceğinin ve hakaret edenlere ceza ve tazminat davası açacağının bilinmesini isterim”. Bu bir twitter mesajı. Geçtiğimiz günlerde Twitter’da hesap açan ve vatandaşlarla iletişim içinde olmak isteyen ünlü bir belediye başkanının gönderdiği.

İşin ilginci bunun göndermiş olduğu henüz sekizinci mesaj oluşu. Daha sekizinci mesajda nefret söylemine karşı böyle bir uyarıda bulunmak zorunda kalmış. Bundan önce göndermiş olduğu yedi mesaja bakıldığında üç tanesinin yine saygısızlığa karşı (daha yumuşak bir üslupta) uyarı niteliğinde olduğu görülebilir.

Buna benzer örnekleri Twitter’da her geçen gün daha sık görmeye başladık. Tolerans ya da empati yok! Karşımızdakini anlamak adeta yasaklanmış! İşin ilginci kimin kimi takip edeceği sanki bireylerin kendisi tarafından değil de Twitter tarafından otomatik olarak belirleniyor da “Kaderim bu; madem çekiyorum o halde nefretimi içimde tutmayayım” ruh haliyle bu tür mesajlar oradan oraya gönderilip duruyor.

Twitter ortamını da kirletmek ya da bozkıra çevirmek yerine onu olumlu bir iletişim ortamı haline getirmek mümkün. Bunun için uyulması gereken, pek de zor olmayan, kurallar var. Bunlardan bazılarını aşağıda derledim. Sadece bunlara bile uyulsa yeter:

Derdinizi tek mesajda anlatın. Twitter’in özünde olan şey 140 karakterlik bir mesajda derdinizi anlatmaktır. Eğer bir mesaj derdinizi anlatmak için yeterli değilse, o derdi anlatacak yer Twitter değil demektir. Onun yerine bir blog açın. Mesajınızı bloga yazın. Twitter’dan o blogun link adresini yayınlayın.

Nefret söyleminden kaçının. Takip ettiğiniz kişiye hakaret mesajları göndereceğinize onu takip etmekten vazgeçin (“unfollow”). Yayınladığınız mesaja hakaret içeren cevaplar geliyorsa onu gönderen kişileri bloke edin. Ne nefret söylemi dialogunu sürdürün, ne de gereksiz yere sinirlenin. Tabii bundan beslenen bir yapınız yoksa!

Gerçek kimliğinizi kullanın. Twitter’da açtığınız hesap, gerçek adınızı ve kimliğinizi yansıtsın. Ne başkası adına sahte hesap açın, ne de kendi adınızı gizleyip rumuz kullanın. Ayrıca sizi yansıtacak bir profil resmi kullanın. Twitter’ın standard resmini değiştirin.

Mesaj yönlendirme (RT) imkanını hassasiyetle kullanın. Ne size gelen her mesajı RT ile sizi takip edenlere gönderin; ne de hiçbirini göndermemezlik edin. Hoşunuza gittiği, faydalı olduğuna inandığınız sürece gelen mesajları takipçilerinize yönlendirebilirsiniz. Nefret söylemi ile RT birleştiğinde Twitter’daki sığlaşma kat kat artarak yayılıyor.

Mesajlarınız değer katsın. Kendi yazıp göndereceğiniz mesajlar da sizi takip edenlere bir değer katmalı. Özellikle Twitter’ı yeni kullananlar o an yaşamakta oldukları her detayı mesajla göndermeyi değer katan bir unsur olarak görüyor. Twitter’a yeni iseniz en azından bu sendromdan çabuk kurtulmaya bakın. Çünkü değer katmıyor!

Mesaj içeriğiniz net olsun. Özellikle link imkanı sayesinde Twitter mesajlarının içeriği kalitesizleşebiliyor. Örneğin “Bugün önemli birisi ile görüştüm” deyip görüşmenin içeriğiyle ilgili bir link yayınlamak yerine, “Bugün Cumhurbaşkanımızla görüştüm” deyip ilgili linki yayınlamak daha sağlıklıdır.

Bu kuralları kimse icat etmedi; empoze de edemez. Sadece Twitter kullanıcılarının deneyimlerinden damıtılmış önemli değerlendirmeler bunlar. Konu “mahalle baskısı” olarak yorumlandığında ters bir şeymiş gibi geliyor; oysa “racon” olarak yorumlandığında kimse rahatsız olmuyor. O halde bunları da Twitter mahallesinin baskısı olarak değil, Twitter semtinin raconu olarak değerlendirmek gerekir.




Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1243) - Ooof Off Line Köşesi - 14 01 2011

“TED” İLE TANIŞIN !

TED.com sitesinde pek çok alanda uzman kişilerin video kliplerini ücretsiz olarak izleyebilirsiniz. Gönüllü tercümanlar sayesinde tercümesi yapılmış video kliplerde Türkçe altyazı da mevcut.

TED’in varlığını sevgili eşimden öğrendim. Değişik konularda internetten izlediği videoları bana anlattıkça giderek bunlara nereden eriştiğini merak eder oldum. Sonunda dayanamadım ve ben de TED.com sitesine girdim; ücretsiz üye olup biraz gezindim.

Internette video klip deyince hepimizin aklına Youtube sitesi geliyor. Ancak TED bambaşka bir içerik sunmakta. Gerek kendi organize ettiği konferanslarda gerekse de anlaşmalı olduğu organizasyonların yaptığı konferanslarda uzmanlık alanlarında konuşma yapmış kişilerin video klipleri beş ile yirmi dakikalık uzunlukta olmak kaydıyla TED.com sitesinden tüm dünyaya sunuluyor. Üstelik ücretsiz olarak.

Eğer söz konusu video klipler, TED.com sitesinde olduğu gibi içerik açısından zengin türdeyse, dil önemli bir bariyer olarak karşımıza çıkıyor. Kişi İngilizce bilmiyorsa bu tür video kliplerden istifade etme imkanı yok. Oysa Youtube gibi daha ziyade eğlenceye yönelik video klipleri barındıran sitelerde dil pek bir sorun değil. Görünen o ki TED de bu hususa odaklanmış ve gönüllük üzerine kurulu bir tercüme sistemi geliştirmiş.

Bu sayede TED.com sitesinde yayınlanan video klipler gönüllü tercümanlar sayesinde pek çok dile çevriliyor ve bunlar altyazı olarak videolarla birlikte sunuluyor. Bugün TED.com sitesinde 80 dilde tercüme yapan beş binin üstünde gönüllü tercüman var. İyi haber bu seksen dilin içinde Türkçe’nin de yer alması. İkiyüzün üstünde Türk, gönüllü olarak TED video kliplerini Türkçe’ye çevirmekte. Bugüne dek onüç binin üstünde video klip farklı dillere çevrilmiş. Türkçe çevirisi yapılan beşyüzün üstünde video klip yer alıyor.

TED’de gezinmeye başladığımda derhal internet ile ilgili ne gibi videolar var onları merak ettim. Ana sayfadaki tüm “tag”leri listeyen linkten konu başlıklarına ulaştım ve internet ile ilgili kliplere ulaştım. İlk izlediğim klip webin kurucusu Tim Berners Lee’nindi ve veriden enformasyon üretme konusunda son bir yılda yapılan pratik uygulamalar anlatılıyordu. Klibin beş dakika olması izleme konusunda beni daha da motive etti.

Bu klipten sonra önerilen klip listesinde konuyla ilgili bir yazılım olan Pivot hakkında açıklayıcı bir video klip buldum ve onu izledim. Pivot sayesinde internette yer alan verilerden pek çok enformasyon üretilebilir ve bu da karar verme sürecinde faydalı olacak bilgi üretimine yardımcı olabilir. Bu klipten o kadar etkilendim ki videoyu bilgisayarıma indirip inderemeyeceğimi merak ettim. Gördüm ki Creative Commons lisansı ile video klibi indirebilir ve kullanabilirim. Böylece veri – enformasyon – bilgi (ve bilgelik) süreciyle ilgili konularda kullanabileceğim değerli bir video klibe sahip oldum.

Daha sonra teknoloji konularının dışında neler olduğunu da merak ettim ve kendimi suyun akışına bıraktım. TED.com’un ana sayfasında lanse edilen kliplerden birini izlemeye karar verdim. Bu klipte Amerikalı bir lise öğretmeni “öğrenme” konusundaki deneyimlerini anlatıyordu. Temel tespit dijital kültür öncesi, bilgi kaynaklarının sınırlı olduğu dönemdeki öğrenme-öğretme modeliyle bilgi kaynaklarının sınırsız olduğu günümüzdeki öğrenme-öğretme modelinin aynı olamayacağı yolundaydı.

Bilginin her yerde olduğu dijital dünyada öğrencileri okula çeken şeyler neler olabilir? Üç pratik tespit söz konusu: Öğrenmeyi deneyimlemelerini sağlamak, kendi seslerini sürece dahil edebilmek ve başarısız olmaktan kaçınmamalarını, korkmamalarını sağlamak. Bu model çoktan seçmeli öğrenme modeliyle taban tabana zıt. Hatta çoktan seçmeli sürecin öğrenmek olmadığının altı özellikle çiziliyor. Aklıma bir Sadri Alışık repliği geldi: “Bu da mı gol değil Hakim Bey?”. Eller Mersin’e giderken biz yine tersine mi gidiyoruz?


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1242) - Ooof Off Line Köşesi - 07 01 2011



Cuma, Aralık 31, 2010

2011’DEN BEŞ TEMEL DİLEK

Türkiye bugüne dek dijital kültürden kendine düşen pay olarak “eğlence”yi seçmiş görünüyor. Dün bilgisayarların evlere girmesi, oyun oynamak içindi. Bugün de internetin evlere girmesini benzer amaçlar sağlıyor. Bunu değiştirmek ve bilinçli birer dijital vatandaş olmak ise tahmin edilenden çok daha kolay!

Yeni bir yıla giriyoruz. Teknolojinin yayılma hızı sürat kaybetmeden devam ediyor. Altı çizilmesi gereken şey teknolojik yenilikler olmamalı (çünkü bu tür yenilikler her devirde vardı; var olmaya da devam edecek). Daha ziyade iki farklı hususa dikkat çekmeli: Teknolojik yeniliklerin ulaştığı kitlelerin büyüklüğü ve ulaşma hızı!

Her ülke, kültür ya da birey bu dönüşümden kendine düşeni alıyor. Kendine düşen payın boyutlarını ve içeriğini ise (genel kanının aksine) kendisi belirliyor.

Türkiye bugüne dek dijital kültürden kendine düşen pay olarak “eğlence”yi seçmiş görünüyor. Dün bilgisayarların evlere girmesi, oyun oynamak içindi. Bugün de internetin evlere girmesini benzer amaçlar sağlıyor.

Neden? Çünkü bilgi iletişim teknolojilerini kullanarak neler yapabileceğimiz konusunda araştırmacı bir kimliğe sahip değiliz. Neden? Çünkü eğitim sürecinden geçerken “araştırmacı” olmaması için öğrencilere her türlü “kolaylığı” sağlıyoruz. Yaş iken eğilen ağaçların ilerleyen yaşlarında “düzelmesi” kolay olmuyor.

O halde 2011’den neler bekleyebiliriz? Öyle bulutların üstünde dolaşmak yerine en temel konuların altını çizmenin yararlı olacağını düşünüyorum. 2011’de ülkemizdeki internet kullanıcıları arasında yaygın bir şekilde aşağıdaki şeyleri yapabiliyor hale gelmek muhteşem bir işi başarmak olacaktır :

E-Postayı, arkadaşlardan gelen fıkra ya da karikatürleri arkadaşlara yönlendirmek yerine gündelik yaşamımıza katkı sağlayacak amaçlar için kullanabilmek (ör. seçim bölgesindeki milletvekilleri ya da yerel yöneticiler ile iletişim kurup, bölgesel sorunları dile getirmek)

Dijital medyayı daha yakından takip etmek! Kalitesiz içeriği eleştiren, kaliteli içeriği taktir eden, yazar ile direkt iletişim kuran, web sitelerindeki okur yorumları kısmına aktif katılan ancak “nefret söylemini” terk eden bilinçli medya okuru olabilmek.

• İlgi alanlarına, hobilere, yerel konulara duyarlılık gösteren ve bunlarla ilgili devamlı yazışma gruplarına üye olan, yoksa bu tür grupları kurmada başı çeken, bu gruplarda aktif katılımcı olan birer dijital vatandaş olmak.

Ebeveyn ya da öğretmen olarak evdeki çocuklarla ya da sınıftaki öğrencilerle, onların dijital diliyle iletişim kurabilecek kadar bilgisayar ve interner okur yazarı olmak; bu konudaki bilgi açığını kapatmak üzere eğitim almak; buna şahsen gereksinimimiz yoksa, en yakınımızda bu tür eksiği olan bir ebeveyn ya da öğretmen dostumuzun açığını kapatması için onu motive etmek.

Facebook, Twitter gibi sosyal ağların sadece birer eğlence ya da yozlaşma merkezi olmadığını görecek seviyede deneyimlemek; bu ortamların gündelik hayata ne tür olumlu katkılar sağladığını şahsen tecrübe etmek ve deneyimleri yakın çevre ile paylaşmak.

Bu beş temel madde birey olarak dijital okur yazarlığımızı artırdığı ölçüde toplumsal anlamda da “olumlu” bir dijital dönüşümü yaşamamızı mümkün kılacaktır. Dijital teknolojileri aktif ve olumlu anlamda kullandıkça “kötü” olanın bunlar değil, bunları kullanan niyeti kötü kişiler olduğunu daha iyi idrak edebileceğiz.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1241) - Ooof Off Line Köşesi - 31 12 2010

SANAL SANSÜRÜN BOYUTLARI

Dijital dünyaya, internete sansür deyince aklımıza hemen ülkemizdeki talihsiz ya da haksız uygulamalar geliyor. Bu veri verimsiz bir tartışma döngüsünün başlamasına neden oluyor. Oysa benzer durum her yerde var. Tek fark yasaklarla mücadele metodunda olsa gerek.

Finans medyası bir kaç yıldır rating kuruluşlarının Türkiye’ye yönelik değerlendirmelerinin gerçekleri yansıtmadığını dile getirmekte. Türkiye’nin ülke notu, (makro) ekonomisi birkaç yıldır Türkiye’den çok daha kötü durumda olan ülkelerden (hala) daha düşük düzeyde tutuluyor. Bu önemli çünkü pek çok global yatırımcı, yatırım kararı verirken bu notları dikkate alıyor.

Birkaç yıldır yayınlanan uluslararası değerlendirmelerde Türkiye’yi sanal dünyaya, internete yoğun sansür uygulayan ülkeler listesinde görüyoruz. Youtube’a erişimi yıllarca talihsiz bir süreç ve değerlendirme sonucunda engel olmuş, halen de youtube olmasa da binlerce siteye ihtiyaten erişim engeli getirmiş Türkiye’yi başka türlü değerlendirmek mümkün olabilir mi? Doğrusu bu sorunun cevabını verirken başka ülkelerdeki durumun ne olduğu konusunda ne kadar detay bilgiye sahibiz, onu da değerlendirmek gerekiyor.

Örneğin Wikileaks bir turnusol kağıdı gibi haftalardır tüm dünyayı kasıp kavuruyor. Paulo Coelho’nun geçtiğimiz günlerde Twitter’da yayınladığı bir mesaj konuyu net olarak özetliyordu: “Kötü bir haber geldiğinde, önce onu getiren haberci öldürülür!”. Dünya haberciyi öldürmeye çalışsın, perde arkasındaki durum ne; bir kaç örnekle inceleyelim.

Örneğin Wikileaks’in batıdaki ülkelere erişmek üzere telekomünikasyon hizmeti aldığı Amazon.com firması, acilen hizmeti kesti; Wikileaks başka ülkeler üzerinden hizmet vermek zorunda kaldı.

Internet üzerinden mikro ödeme hizmeti veren PayPal firması, ABD’den gelen baskılar sonucunda Wikileaks’in bilinen tek gelir kaynağı olan bağış sürecindeki aktif hizmetini durdurdu. O yetmezmiş gibi kredi kartı firmaları da Wikileaks ile ilgili işlemleri otomatik olarak iptal etmeye başladı. Yani kredi kartı kullanarak da Wikileaks’e bağışta bulunmanın önüne geçilmiş oldu. (Wikiperverlerin bunun üzerine kredi kartı şirketlerinin web sitelerine sanal korsan saldırılarda bulunduğu ve birinin sitesinin birkaç saatliğine kapanmak zorunda kaldığı biliniyor).

Kanada’da yaşayan bir arkadaşım, medyanın Wikileaks’i yok saydığını belirtirken, Columbia Üniversitesi’nde görevli bir Amerikalı, kendisine gelen bir epostanın spam sayılarak silindiğini ve epostanın Wikileaks ile ilgili olduğunu yazdı ortak bir yazışma listesinde. ABD’de pek çok devlet kurumunun, Wikileaks erişimlerine sınırlama getirdiği, Wikileaks’e erişimin suç sayıldığını duyurduğu haberleri her yerde.

Konu sadece Wikileaks ile sınırlı da değil. Yine üyesi olduğum bir başka yazışma listesine gelen bir eposta başka konularda da ABD’de ilginç sansür uygulamalarının olduğunu gösteriyor. Epostayı gönderen yazar, bir gün Amazon.com’dan bazı kitaplarının e-kitap olarak satışıyla ilgili kendisiyle yapılmış olan anlaşmanın iptal edildiğini bildiren bir mesaj aldığını belirtiyor. Sebep olarak anlaşmanın bir maddesine işaret ediliyor. O maddede Amazon.com’un dilediği zaman uygun görmediği taktirde kitabı yayından kaldırabileceği şeklinde bir açıklama var. Dahası araştırınca benzer durumda olan başka yazarların da olduğu ortaya çıkıyor. Ortak nokta; kitaplarda erotik içerik olması; ama bu kesinlikle belirtilmiyor.

İşin ilginci bu kitapları almış olanlar, Amazon.com’un e-kitap okuma cihazı olan Kindle’larından dijital kütüphanelerini incelediklerinde bu kitapların oradan da silinmiş olduğunu görüyorlar. Hem de herhangi bir para iadesi olmadan.

Ülkemizde de kitap yasaklamaları her devirde oldu; ama sıkıyönetim zamanları dahil hiçbirinde yasaklanan bir kitabın satılmış nüshaları, evlerden tek tek toplanarak imha edilmedi. Madem çuvaldızı kendimize batırmada bu kadar kararlıyız, başkalarının da “iğnelik” olduğunu unutmayalım bari.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1240) - Ooof Off Line Köşesi - 24 12 2010

Pazartesi, Aralık 20, 2010

SOSYOLOJİ BÖLÜMLERİ NE YAPIYOR?

Bilgi üretim merkezlerimiz dijital kültürün, sanal dünyanın birey ve toplum üzerindeki etkilerini araştırmada teklerse boşluğu fikir üretim merkezlerinin zırvalarının doldurması kaçınılmaz olacaktır.

Ne zaman dijital kültürün bireyin ve toplumun yaşamını nasıl dönüştürmekte olduğuna dair yazmak zorunda kalsam aklıma hep aynı soru geliyor: Bilgi üretmekle mükellef üniversitelerimizin konuyla ilgili olan Sosyoloji Bölümleri bu konuda ne yapıyor?

Internet kullanım eğilimleri bugüne dek bağımsız araştırma kuruluşlarının yapmış oldukları anketlere dayanıyor. Toplumsal dönüşüm motivasyonuyla bakıldığında dijitalleşmenin, sanallaşmanın, bilgi iletişim teknolojilerinin süreci nasıl etkilemekte olduğunu ise sürekli ıskalıyoruz.

Türkiye “en çok chat yapıyor”, “Facebook kullanımında dünya dördüncüsü” diyorlar; biz de bu verilerden yola çıkarak toplumumuz hakkında bilgi üretmeye çalışıyoruz. Bu konuda asıl söz sahibi olan sosyoloji bölümlerimiz ne diyor; duyamıyoruz!

Peşinen “Hiçbir şey yapmıyorlar, yapıyor olsalardı duyardık, bilirdik” demek yerine oturup internetten biraz araştırdım. Ülkemizdeki belli başlı üniversitelerimizin sosyoloji bölümlerinin web sitelerine baktım. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki bu siteler, sundukları içerik açısından içler acısı bir durumdalar.

Sadece bir üniversitemizin sosyoloji bölümü, örneğin, yapılmış olan yüksek lisans tezlerinin isimlerini web sayfalarına koymayı akıl etmiş (o da 2004 yılına dek geliyor). Pek çoğunda ise ne verilen derslerin ismi ne de içeriği konusunda bilgi var. Bazı sitelerde ise üniversitenin genel şablonu gereği olacak, sayfalarda başlıklar var ancak başlıkların altında bir cümlelik bir açıklama bile yok.

Örneğin Anadolu Üniversitesi Sosyoloji Bölümü şu alanlara odaklandığını açıkça belirtmiş (pek çoğunda bu bilgi bile yok): Kadın çalışmaları, Günlük Yaşam Sosyolojisi, Din, Yöntem, Toplumsal Tabakalaşma, Endüstri İlişkileri, Göç, Toplumsal Cinsiyet, İnsan Ekolojisi, Kent Çalışmaları, Köy Sosyolojisi, Toplumsal Teori, Toplumsal Değişim, Kültür, Kitle İletişimi, Bilgi Kuramı, Popüler Kültür, Yoksulluk. Ne yazık ki internet ya da dijitalleşme konusunda bir odaklanma yok!

Ya da Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan yüksek lisans tezleri içinde Dansın Sultanları, Fadime Şahin, Kalan Müzik, Metin Kaçan gibi ilginç konular var ama dijital kültür yok!

Hacettepe Üniversitesi de içeriği zengin olanlardan. Sosyoloji Bölümü’nün ilgi alanları burada da var – ama sanal dünya Hacettepe’de de ıskalanmış gibi : Aile, çevre, etnik ve azınlık gruplar, fiziksel ve zihinsel özürlülük ve özürlüler, gençlik, göç, iletişim ve medya, kadın, ev ve çalışma hayatı, kırsal-tarımsal değişme ve köylülük, kültür, kültürel gruplar ve kimlik, sosyal bilimlerde yöntem sorunları, sağlık ve hastalık, sanat, sosyo-kültürel değişme, toplumsal kontrol, suç ve sapma, toplumsal tabakalaşma ve hareketlilik, toplumsal yapı ve toplumsal dönüşümler, trafik sosyolojisi, toplam kalite yönetimi ve yaşam kalitesi, yaşlılık ve yaşlılar.

Olumlu olabilecek iki örnek buldum. Birincisi Ege Üniversitesi’nden. Sosyoloji ikinci sınıf müfredatında seçmeli olarak “Siber Uzayda Sosyal İlişkiler” isimli bir ders var. Web sitesinde dersle ilgili detaylı bilgiler mevcut. Oldukça zengin bir içeriğe sahip görünüyor bu ders. İkinci örnek ise Bilgi Üniversitesi’nden. Doğrudan sosyoloji bölümü ile ilgili değil ancak tüm üniversite geneline açık olan seçmeli ders listesinde şu iki dersi tespit ettim: “Network Kültürü, Ekonomisi ve Bilgi”, “Sosyal Medya”. Derslere ilgi var mı, her dönem açılıyor mu bilmiyorum.

Bilgi üretim merkezlerimiz bu konuda teklerse boşluğu fikir üretim merkezlerinin zırvaları doldurur. Hazır YÖK Başkanı da sosyoloji formasyonundan geldiğine göre umalım da üniversitelerimiz yakın gelecekte bu konuya karşı daha duyarlı yaklaşsın; bilgi üretsin!


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1239) - Ooof Off Line Köşesi - 17 12 2010

Cuma, Aralık 10, 2010

WIKILEAKS PİYON MU?

Sızdırma olayının mimarları bir komplonun başrol oyuncuları olabilir mi? Daha da ilginci olsalar bile böyle bir şeyin farkına varabilirler mi? Eldeki verilere göre herşeyi kendi özgür iradeleriyle yapmış görünürken, aksi nasıl ispatlanabilir?


Kasım ayı, Wikileaks’in bombardımanıyla geçti. Daha önce Afganistan ve Irak savaşlarına yönelik gizli belgeleri açıklamasıyla adını duyuran bu bağımsız web sitesi bu kez dünya üzerindeki değişik Amerikan elçiliklerinden Washington’a gönderilen “kripto”ları açıklamaya başladı.

Açıklanan bu belgelerin içeriğini medya tartışadursun, gelin Wikileaks’i yakından tanıyalım ve bu belgelerin sızdırılmasının nasıl olabileceğini ve bu sürecin yakın gelecekte dijital kültürü nasıl etkileyebileceğini irdeleyelim.

Wikileaks, Julian Assange tarafından kurulmuş bir site. Temel hedefleri “önemli bilgi ve haberleri kamuoyunun önüne getirmek”. Bu sayede devletlerin, devlet yönetimlerinin daha şeffaflaşacağına inanıyorlar. Avustralya doğumlu olan Assange ilginç bir profil çiziyor. Sıradışı bir çocukluk (ailesi gezgin tiyatrocu), bilgisayar korsanlığından hüküm giyme, Wikileaks’i kurduktan sonra uluslararası pek çok ödül alma ve şimdi de başta ABD olmak üzere bir çok ülkede şimşekleri üstüne çekme. Öyle ki güvenlik sebebiyle Assange sürekli seyahat halinde; mobil yaşıyor. Nerede olduğu büyük bir sır. Yakın bir zamana dek ABD’de yaşarken, can güvenliği nedeniyle önce İsveç’e geçmiş; geçtiğimiz günlerde hakkında tecavüz suçlamasıyla yakalama emri çıkarılınca da sırra kadem basmış (İngiltere ya da İsviçre’de gizlendiği sanılıyor).

Ortalığı ayağa kaldıran belgelerin Wikileaks’e sızdırılmasının başrol oyuncusu Bağdat’ta istihbarat analisti olarak görev yapan Bradley Manning adlı bir er. Er olduğuna bakmayın, dünyada sadece 3 milyon görevli Amerikalının erişebildiği dahili bir güvenlik ağı olan SiprNet’e erişim yetkisi olan birisi. Her nasılsa ABD’deki bir istihbarat eri yüzbinlerce kriptoya erişebiliyor, bunların bir kopyasını alabiliyor, ofisten dışarıya çıkarabiliyor ve kamuoyunun bu bilgilerden istifade etmesini sağlamak üzere herhangi bir maddi paye peşinde koşmadan, bu belgeleri Wikileaks’e ulaştırabiliyor (sonra da bu yaptıklarını internette hiç tanımadığı birisine söylüyor; onun FBI’a ihbarı sonucunda da yakalanıyor!).

Sizce bu tablo ne kadar sahici ne kadar “pis kokuyor” ? İki hususa odaklanalım: Birincisi, profili itibariyle bu tür bilgileri alıp dışarı çıkaracak bir “kurban” bulmak. İkincisi de yayınlandığında göz ardı edilmeyecek kadar uluslararası düzeyde belli bir itibara, “bağımsız bir kimliğe” sahip imajı olan bir araç yaratmak.

Manning ya da Assange bir komplonun başrol oyuncuları olabilir mi? Daha da ilginci olsalar bile böyle bir şeyin farkına varabilirler mi? Eldeki verilere göre herşeyi kendi özgür iradeleriyle yapmış görünürken, aksi nasıl ispatlanabilir?

Wikileaks kendisini nasıl finanse ediyor? Sadece aldığı bağışlarla hem İsveç’te hangi firmaya ait olduğu belli (ama gizli?) bir veri merkezinde bilgisayar hizmeti alacak ve internete bağlanabilecekler, hem Assange’in oradan oraya seyahat etmesini finanse edecekler, hem de Manning’in avukatlarının ücretlerini ödeyebilecekler.

Eylül tarihli kimi haberlere göre Wikileaks İsveç’te Korsan Partisi’nin himayesinde faaliyet göstermekte. Yani resmi anlamda Wikileaks’e kafa tutmaya kalkan karşısında bir İsveç siyasi partisini bulacaktır. Acaba ABD’nin eli kolu bağlıymış gibi davranmasının sebebi bu mu?

Ve en önemlisi: Yarın öbür gün bu tür nahoş durumlarla karşı karşıya kalmamak üzere yeni bir global siber güvenlik standardının getirilmesi empoze edilirse buna kim hayır diyebilecek? Öteki tüm kitle iletişim araçları kontrol altına alınmışken son bağımsız kanal olan internetin de kolu kanadı bu vesileyle kırılırsa buna şaşırmamak gerekir.

O halde iki alternatif söylem söz konusu: Ya “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” ya da “Krizi (önleyemedin bari) fırsata dönüştür”!


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1238) - Ooof Off Line Köşesi - 10 12 2010

TÜRKİYE’DE INTERNET KONFERANSI 15 YAŞINDA

Türkiye’de Internet Konferansı bu yıl 2-4 Aralıkta İTÜ Ayazağa Kampüsü’nde gerçekleştiriliyor. Katılımın ücretsiz olduğu konferansın ana temaları Internet Yasakları ile Sosyal Medya.

1995 yılında başlayan Türkiye’de Internet Konferansı bu yıl 15. Kez toplanıyor. 2-3-4 Aralık günlerinde gerçekleştirilmekte olan konferans bu yıl İstanbul Teknik Üniversitesi’nin evsahipliğinde Ayazağa kampüsünde. Internet Teknolojileri Derneği’nin organize ettiği konferansa katılım ücretsiz!

Bu yıl 41 oturum, 12 panel, 4 çalıştay ve 10 seminerin yanısıra 15 de bildirinin sunulacağı konferansta ağırlıklı olarak işlenecek konular Internet Yasakları ve Sosyal Medya!

Programdan bazı seçmeler şöyle:

3 Aralık 2010 – Cuma

Nefret Söylemi (Bildirili Panel).
Nefret Söylemi ve Yeni Medya, Işık Barış Fidaner
Nefret Söyleminin Yeni Medya Ortamında Dolaşıma Girmesi ve Türetilmesi, Mutlu Binark
Okur Yorumlarında Üretilen Nefret Söylemi, İlden Dirini
Facebook'ta Nefret Söyleminin Üretilmesi ve Dolaşıma Sokulması, Eser Aygül
Video Paylaşım Ağlarında Üretilen Nefret Söylemi, Tuğrul Çomu
Dijital Oyunlarda Cinsiyetçilik, Günseli Bayraktutan Sütçü
Çevrimiçi Spor Ortamlarında Nefret Söylemi, Altuğ Akın
İnternet'te Nefret Söylemi ve Karşı Örgütlenmeler, Burak Doğu
Yeni Medyada Nefret Söyleminin Hukuki Boyutu, Ayşe Kaymak

Aynı gün buna ek olarak e-kitap yayıncılığı, yeni medyada alternatif emek ve örgütlenme dinamikleri, kripto yönetmeliği ve yeni DNS yönetmeliği konularında oturumlar var.

4 Aralık 2010 – Cumartesi

Yeni Medya; Yeni Fırsatlar, Yeni Meslekler
Sosyal Medya ve Internet Reklamcılığı
Online İtibar Yönetimi ve Sosyal Medya

Gerek internet üzerinde uygulanmakta olan haklı, haksız yasaklar gerekse de sosyal medyanın, sosyal ağın gündelik yaşamımıza derinlemesine nüfuz etmeye devam etmesi toplumsal dönüşüm açısından kayda değer olgular.

Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanımız Sn. Abdullah Gül, kamu atamaları arefesinde Google’dan da araştırma yaptıklarını ve bireyler ile ilgili olarak asılsız dahi olsa kimi haberlerin internet üzerinde ortaya çıkmasının süreçleri zorladığını belirtti.

Öncelikle bu hassas davranışın altını çizmek gerek. Demek ki internet öyle ya da böyle gündelik hayatımızda önemli bir açıdan kendisine yer ediniyor! Öte yandan doğaldır ki internet ya da herhangi bir bilgi kaynağındaki her türlü bilginin doğru olacağını varsaymamak gerekir. Zengin ve çeşitli bilgi kaynaklarından istifade etmek çok yerinde bir adım. Ancak şunu unutmamak gerekir ki internet bir bilgi kaynağı değil, bilgi üretmede istifade edilecek bir veri havuzudur.

Her veri havuzunda olduğu gibi burada da belli bir ayıklama yapmak ve doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edebilmek gerekir. Bu sürecin sağlıklı işleyebilmesi için önkoşullar ise veri – enformasyon ve bilgi arasındaki farkın idrak edilmesi, veri ve enformasyondan bilgi üretme sürecinin oturtulması ve herşeyden önemlisi objektif bilginin toplumsal yaşamda bir temel ya da özdeğer olarak benimsenmesidir.


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1237) - Ooof Off Line Köşesi - 03 12 2010

ÇOCUKSUZ BİR DÜNYA

İnsan klonlaması (zaruri ya da keyfi) eğer gerçekleşir de çocuklara da çocukluğa da gerek kalmayabilir. Çocukların etrafında dönen tüm kültürel ögelere de; okul, çizgi filmler, oyuncaklar, o güzel şekerlemeler...

Gelecekte neler olacak diye fütürist şapkamızı taktığımızda neler öngörebiliriz? Çoğunlukla gerçekleşmesi çok akla yatkın hale gelmiş şeyleri. Örneğin gelecekte gazetelerin kağıda değil de yeniden doldurulabilir farklı bir malzemeye “basılacağını” tahmin edebiliriz. Ya da bugünün bilişim teknolojilerini sağlayan donanımların gelecekte holografik kardeşlerine yerlerini bırakacağını...

Sağlıklı bir değişim süreci de aslında adım adım değişikliklerin gerçekleşmesiyle açıklanabiliyor. Evet paradigmasal değişim sıçramaları da oluyor ancak bunların genel değişim sürecine bakıldığında marjinal kaldığı tespit edilmiştir. Değişimin yavaş yavaş, idrak ede ede gerçekleşmesi toplum tarafından kabülünü de kolaylaştırıyor.

Bu çerçevede elektronik kağıdı öngörmek, örneğin insanın klonlanmasını öngörmekten daha kolaydır. Klonlama bugüne dek hayvanlar üzerinde gerçekleştirildi. İnsanlar üzerinde gerçekleştirilmiş olduğu hakkında komplo teorileri var. Öte yandan teknolojik açıdan bir engel bulunmadığı da söylemek gerek.

Peki insan klonlandığında dünyanın hali ne olacak? İşin etik ya da inançla ilgili kısımlarını bu tartışmanın dışında bırakalım. Gündelik hayattaki lojistik etkilerine bakalım. Diyelim ki kişinin temel bir eğitim donanımına sahip olduğu bir yaştan itibaren klonu yapılmış olsun. Bu durumda o kişinin bir çocukluk süreci yaşamasına da okula gidip eğitim almasına da gerek kalmayacaktır.

Bir başka deyişle eğer en erken klonlama yaşı 20 olacaksa bir süre sonra dünyada 20 yaşının altında insan kalmayacaktır (insanların üremek yerine kendisini klonlattığını varsayarsak). Bu durumda eğitim sistemi en azından temel eğitim için gereksiz hale gelecektir. Öyle ya en küçük birey 20 yaşındaysa ve bir üniversite mezununun sahip olduğu bilgilere sahip olacaksa ilkokula gitmesine ne gerek var?

Öte yandan dünyada “çocuk” da kalmayacağı için çocukların etrafında dönen tüm herşey ortadan kalkacaktır; oyuncaklar, çocuk filmleri, çocukların tüketimine yönelik besinler vb.

Klonlanmış birey “orijinal” bireyden bağımsız ayrı bir birey olacağından, arkadan gelecek klonun orijinale bir “faydası” olmayacaktır. Yani orijinal, kendisini klonlatarak daha yaşlı bir vücuda geldiğinde sağlıklı bir vücuda geri dönme imkanını elde etmiş olmayacaktır. Sadece kendisinin 20 yaşındaki halinin bir kopyasının yeniden dünyaya geldiğini/geleceğini bilecektir.

Büyük bir olasılıkla klonlama işi orijinal bireyin yaşamının sona geldiği bir sırada olacaktır. Belki de ölümünün hemen ardından. Ama yaşarken değil! Kişi çocuk sahibi olmak varken neden kendisini klonlatsın ki? 20 yaşındaki bir benin aynısını yaratmak için!

Tabii bir de işin zaruriyet durumu var. Bilindiği üzere yeni doğan çocukların erkek olmasını sağlayan Y kromozomunun belli bir süre sonra ortadan kalkacağı yönünde bilimsel iddialar var. Bu durum gerçekleştiğinde insan ırkının devam etmesini sağlayacak olan erkek insan sayısı giderek azalacak belki de ortadan kalkacaktır. Oysa klonlama sayesinde bu risk bertaraf edilebilir.

Elbette ki insan klonlamasının üzerinde düşünülmesi, tartışılması gereken pek çok hususu var. Ancak sadece çocukların ve çocuklarla ilgili herşeyin dünyadan silinmesinin yeryüzü kültürü üzerinde ne tür bir sosyal yıkım getireceğini düşünmek bile klonlamanın ne demek olabileceği hakkında bir fikir veriyor.


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1236) - Ooof Off Line Köşesi - 26 11 2010

Çarşamba, Kasım 24, 2010

ASOSYALLERİN KURDUĞU SOSYAL AĞ

Görülen o ki Facebook dijital dünyanın yerlileri olan Y-kuşağının yaşama bakış açılarına en uygun sosyalleşme ortamı. Evet yüzyüze gelseler iki kelime edemeyecek olanların karşı cinsle iletişim kurabilme fırsatı.

500 milyon nüfusu var. Piyasa değeri ise 25 milyar dolar düzeyinde. Facebook’tan bahsediyorum. Açıkçası böyle bir başarının kuruluş süreciyle ilgili film yapıldığını duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Facebook fikrinin nasıl doğduğunu, nasıl gelişip bugünkü haline geldiğini herkes öğrenmiş olacaktı. Hem de birinci elden kaynaklara dayanarak.

Ancak ortaya bambaşka bir tablo çıktı. Çalınan fikirler, kurucu ortaklar arasındaki kavgalar, ipiyle kuyuya inilmeyecek kişiler vb. Tüm bunlar bir yana Facebook fikrinin ötesinde yatan motivasyonun amiyane tabirle “kız tavlamak” olması.

Bir yanda Facebook’un kurumsal olarak, filmi ve filmin baz aldığı kitabı “kurgu” olarak nitelemesi ve gerçeği yansıtmadığını açıklaması. Öte yanda ise filmin takip edebildiğim kadarıyla ne ABD’de ne de Türkiye’de kamuoyunun ilgisini fazla çekmemesi.

500 milyon kişinin her gün internete girme nedeni olan, milyarlarca dolarlık müthiş bir fenomen ve filmin kamuoyunda ilgi görmemesi. Düşündürücü değil mi sizce de?

Filmin senaryosunun dayandırıldığı kitap, Facebook’un iki kurucu ortağından birisinin bilgilerini baz alıyor. O kişi ki yolun daha başındayken diğer ortak ve stratejik yatırımcılarla görüş ayrılığına düşüyor, hukuki bir süreç başlatıyor ve (filmin sonunda öğrendiğimiz kadarıyla) miktarı açıklanmayan bir parayı kabul ederek mahkemeye gitmekten vazgeçiyor.

Keza fikrin kendilerine ait olduğunu savunan, iyi aile çocuğu ikiz kardeşler de benzer şekilde yasal bir süreci başlatıyor ve 90 milyon doları kabul ederek dava açmaktan vazgeçiyor.

Tüm bu karmaşanın içinde ışıl ışıl parlayan bir figür var ortada. Sıradışı olan ve zaman zaman bunun cezasını da çeken Mark Zuckerberg. Tüm bu yasal süreçte davalı durumunda olan Facebook’un diğer kurucusu (halen de şirketin tepe yöneticisi). Zuckerberg gece gündüz Facebook’u geliştirmek üzere yaşıyor. Sonradan yolları ayrılan diğer ortak site biraz palazlandığında reklam bulma sevdasına kapılmışken, o buna şiddetle karşı çıkıyor ve siteyi daha da genişletmek, milyonlarca kişinin uğrak yeri olmasını sağlamak üzere harıl harıl çalışıyor.

İlk milyonuncu üye siteye dahil olduğunda yeni kurulmuş şirket çılgın ev partilerinde eğlenirken Zuckerberg ofiste bilgisayarının başında çalışmaya devam ediyor.

Görülen o ki Facebook dijital dünyanın yerlileri olan Y-kuşağının yaşama bakış açılarına en uygun sosyalleşme ortamı. Evet yüzyüze gelseler iki kelime edemeyecek olanların karşı cinsle iletişim kurabilme fırsatı. Evet birbirlerini “dürterek”, çıktıkları bir sevgileri olduğunu kendi Facebook sayfalarında yer alan statü bilgisinde açıklayarak sosyalleşiyorlar. Evet hayatlarında bir çiftliğe adım atmamış olmakla birlikte Facebook’taki oyun imkanlarını kullanarak sanal ortamda tarla ekmekten, sebze yetiştirmekten, hayvan beslemekten hoşlanıyorlar.

Burada ilginç bir ikilem var. Facebook bir sosyal ağ ama onu meydana getirenler sosyal insanlar değil. Bu husus bile bugün yaşı yirmibeşin üstünde olan dijital göçmenler ile yirmibeşin altında olan dijital yerliler arasındaki yorum farkını göstermesi açısından düşündürücü.

Onca dijital göçmen yatırımcının Facebook resminin içine girmesine rağmen, şirket yönetimindeki varlığını hala sürdüren dijital yerli Zuckerberg’in bu “inadı” ise ilginç sonuçlara gebe gibi görünüyor.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1235) - Ooof Off Line Köşesi - 19 11 2010


YOUTUBE BAROMETRESİ NEYİ ÖLÇER?

Youtube açılsa da kapatılsa da işin can alıcı asıl kaynağına erişim yine engellenmiş olacak! Nedir o temel olgu? Dünyada idrak edilmekte olan dijital devrime karşılık ülkemizin acizce yerine mıhlanmış olması.

“Youtube yasağı kalktı, derin bir oh çekebiliriz” diyemeyeceğim. Hem yasağın kalkma sürecindeki şark kurnazlığı, hem de silahın geri tepmesi hevesimizi kursağımızda bıraktı. Youtube aynı (anlamsız) sebeplerden dolayı her an yeniden kapatılabilir (belki de şu an kapatılmıştır).

Öte yandan geçtiğimiz günlerde BTK (Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulu) Başkanı Sn Tayfun Acarer bu sıkıntılara neden olan ilgili yasanın yeniden düzenlenmesine yönelik bir çalışmanın yapılmakta olduğunu ve Kasım ayı sonuna dek çalışmanın tamamlanabileceğini söyledi.

Temelde değiştirilecek olan şey şu: Kaldırılmasına hükmedilen bir içerik söz konusu olduğunda bunun için o içeriğin olduğu web sitesinin tamamına değil sadece ilgili web sayfasına erişim engellenecek.

Evet belki Sn Acarer’in belirttiği yönde yapılacak çalışma tamamlandıktan ve yasal süreç icra edilerek gerekli kanun ya da yönetmeliklerde düzenlemeler yapıldıktan sonra konu daha sağlıklı bir seviyeye taşınmış olacak ama acaba temelde mentalite seviyesinde bir şeyler değişmiş olacak mı? Böylece gelecekte buna benzer durumlar söz konusu olduğunda daha sağlıklı değerlendirme mekanizmalarımız kurulmuş olacak mı? Dijital kültürün özü idrak edilmiş olacak mı? Dijital kültür ögelerinin bir tehdit değil toplumumuzun yaşam kalitesinin artırılması için birer fırsat olduğunu anlaşılacak mı? Sanmıyorum!

Neden mi? İki yıldır youtube başta olmak üzere benzer türdeki binlerce site için böyle bir çalışma yapılması konusunda Türkiye’deki konunun uzmanlarının dilinde tüy bittiği halde kılını kıpırtmayan kamu yönetimi ne oldu da bir anda harekete geçti? (Youtube yasağının AİHM’ye bile yansımış olduğunu anımsayalım). Önce bu soruya bir cevap arayalım.


Geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanı Sn Abdullah Gül’ün ABD’ye yapmış olduğu ziyarette kendisine bu konuda yöneltilen sorulara (belki de yanlış bilgilendirilmesi nedeniyle) gerçeği tam yansıtmadığı yorumları yapılan cevaplar vermek zorunda kalması ve konunun kıyısından köşesinden siyasi zemine doğru kaymaya başlaması, bu mekanizmayı devreye sokmuş görünüyor. Sn. Cumhurbaşkanı ülkemizde internete uygulanan yasaklamacı tavrın basit bir vergilendirme ve vergi yasalarının güncel olmama haline bağlamıştı. Oysa uluslararası değerlendirmelerde Türkiye şu an internete en ciddi sansürü uygulayan ülkeler listesinin üst sıralarında yer alıyor. Engellenen site sadece youtube değil; bu sayının beş bin civarında olduğu biliniyor.

Şimdi kültürümüze onyıllardır enjekte edilmiş olan “aman yabancıya karşı zor duruma düşmeyelim, ayıp olmasın” yaklaşımı ile alelacele bir şeyler yapıyoruz. Doğal olarak bugünün sorununu çözmüş olacağız belki ama dijital kültürün, bilgi ve iletişim teknolojilerinin bugün gelmiş olduğu seviyeyi özümseyemedikten, bunları bireyin ve toplumun hayatına hava ya da su gibi zaruri bir gereksinim bakış açısıyla değerlendirip entegre edemedikten sonra bu tür çözümlerin günü kurtarmaktan öteye geçemeyeceği gerçeği değişmiş olmayacak.

İşin can alıcı asıl kaynağına erişim yine engellenmiş olacak! Nedir o temel olgu? Dünyada idrak edilmekte olan dijital devrime karşılık ülkemizin acizce yerine mıhlanmış olması. Ondan nasıl istifade edebileceğini hala göremiyor olması. (Ha bu arada Facebook’ta lak lak yapmada dünya dördüncüsüyüz!)

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1234) - Ooof Off Line Köşesi - 12 11 2010