Pazartesi, Aralık 26, 2005

HASAN CEMAL’İ GOOGLE-LADIM



Yanlış anlaşılmasın; Google’lamak, Uzay Yolu’ndaki ya da Star Wars’taki türden bir ışın silahı ile kötü bir şey yapmak değil. Internette bir kelimenin nerelerde kaç defa geçtiği ile ilgili basit bir nicelik analizi.

Hasan Cemal’in malum kitabı çıkınca baktım, kitabın kaç sayfa olduğu bile köşelere konu olabiliyor; bu kadar bereketli konu hakkında ben de bir şeyler yazayım da payıma düşeni alayım bari dedim.

Internetin 2000li yıllardaki nimeti olan Google sayesinde (www.Google.com) dilediğiniz herhangi bir konu hakkında internette kim ne demiş, kime sövüp saymış, ya da kimden ne alıntılamış öğrenebilirsiniz. Doğru, yanlış.

Ayrıca bu tür arama işlemi Echelon gibi varolduğu bilinen ama ispat edilemeyen güvenlik sistemleri nezdinde kendi kendinizi ihbar etmek için de güzel bir araçtır. Çünkü aradığınız kelimeler hayatta nelere ilgi duyduğunuz konusunda güzel ipuçları verir(siniz). Dinleyen kulaklar için.

Tüm yazıyı okuyacak kadar uzuun zamanı olmayanlar için sonucu hemen söyleyeyim. Hasan Cemal’a müjdem var. Internet ondan yana.

Google’a girip de tırnak içinde “Hasan Cemal” diye aradığınızda karşınıza 94 bin gibi bir figür çıkıyor. “İlhan Selçuk” diye aradığımızda ise 60 bin 500. Genel olarak bu, internette içinde o kelimelerin (tırnak içinde belirtince yanyana gelmesini sağlamış oluyorsunuz) o kadar kez bulunduğu anlamına gelir. Ancak burada birbirini tekrar etme olasılığı da var. Mesela tek bir web sayfasında elli yerde Hasan Cemal kelimeleri geçerse bu toplama 50 olarak giriyor. Ancak bu tek sayfadır derseniz, tabii o zaman adetler düşüyor. Düşen adetlere baktığımızda da tablo aynı: Hasan Cemal : 472, İlhan Selçuk: 442.

Google bir imkan daha veriyor. İlk listede “birbirine benzer” sayfaları göstermiyor. Ama isterseniz, son sayfaya geldiğinizde onları da listeleyebiliyorsunuz. Bu durumda figürlere baktığımızda; Hasan Cemal: 997 İlhan Selçuk : 986.

Hay allah, yoksa aradaki fark yeterli değil mi? 94 bine 60 bin iyi bir farktı ama; 472’ye 442 (fark 30), hele hele 997’ye 986 (sadece 9). Onca emek, çaba sadece 9 fark için mi?

Hemen “sadece ingilizce” sayfalardaki duruma bakalım. Hasan Cemal: 159 – İlhan Selçuk: 103. Yaa nasıl olur? Benim bildiğim İlhan Selçuk Ağabey ne bir mülakat verir, ne ilginç bir yurtdışı toplantısına gider (haa bu arada bakın Hasan Cemal’in 2004 Bilderberg konferansında çekilmiş güzel bir fotoğrafını buldum internette). 103 yerde nasıl İlhan Selçuk adı geçer? Allah allah.

Google’lama işini biraz daha genişletelim. Mesela şunları arayalım: Kaç yerde hem “Hasan Cemal” hem de “genel yayın yönetmeni” kelimeleri geçiyor (ikisi de aynı sayfada olacak şekilde). Cevap toplam 455 adet. 174 farklı sayfada.

Bunun karşılığında İlhan Selçuk Ağabey için ne aramalı? Şu anki resmi sıfatı ile bir arama yaptım. Yani “İlhan Selçuk” ve “İmtiyaz Sahibi”. Sonucu Hasan Cemal’e söylemeyin. Toplam 13 bin 700 adet. 184 farklı sayfada.

Peki diyelim ki bu biraz adil bir kıyaslama olmadı. Gelin biraz daha spekülatif bir arama yapalım. Kırmızı köşede “İlhan Selçuk” ve “Cumhuriyet”, turuncu köşede “Hasan Cemal” ve “Cumhuriyet”. Hah işte şimdi oldu. Üzgünüm İlhan Ağabey ama kaybettin. Senin adın Cumhuriyet ile birlikte 38 bin 500 yerde anılıyorken, Hasan Cemal 84 bin 600 yerde anılıyor. Internet külliyatı bile Hasan Cemal ile Cumhuriyet’i yanyana koymayı tercih ediyor. İstersen bu sayıların toplam kaç farklı sayfada geçtiğine bakmayalım. Çünkü orada 386-311 bir üstünlüğü var İlhan Ağabey’in. Yok yok bakmayalım.

Dip not olarak Hasan Cemal ile Sabah ve Milliyet kelimelerinin ayrı ayrı kaçar kez anıldığına da söylemeden edemeyeceğim. Sabah ile 30 bin 200 (291 sayfada), Milliyet ile 67 bin 200 (218 sayfada). Evet evet internet hala Hasan Cemal’in Cumhuriyet’ten ayrıldığını kabullenememiş. Onun adını Sabah ya da Milliyet’in yanında anmayı hala reddediyor.

Tartışmanın ötesine geçmek bu yazının amacını aşar. Ama yedi yıldır bir köşesinde gönüllü yazarcıklık yaparak Gazete’sine bir katkı sağlamaya çalışan, 26 yıldır ise onun okuru olan 38 yaşında birisi olarak, gerek içerik, gerek üslup, gerek lansman biçimi, gerekse de (bilinçli ya da bilinçsiz) bunun bu hali ile nerelere çekilebileceğini tahmin edebilecek düzeyde birisi olan Hasan Cemal’in böyle bir kitap yazmış olması beni o kadar üzdü ki böyle bir yazıyı kaleme alarak duyduğum tepkiyi paylaşmadan da edemedim.

Not: Bu istatistikler 15.12.2005 itibariyle geçerlidir. Siz bu yazıyı okuduğunuzda benzer googlelamalar yaparsanız, internete yeni sayfalar eklenmiş olabileceğinden, figürlerde değişiklik söz konusu olabilir.
Not : Söz ettiğim fotoğrafın bulunduğu web sayfası : http://www.bilderberg.org/photos04.pdf

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (24 12 2005)

Pazartesi, Aralık 19, 2005

YARININ YEPYENİ MÜZİK DÜNYASI


Geçtiğimiz günlerde SONY BMG’nin bu yıl içinde çıkardığı kimi müzik CD’lerinin içine gizli bir program eklemiş olmasının ortaya çıkmasıyla firma global müzik piyasası önünde zor bir duruma düştü.

Rootkit adını taşıyan bu program, eğer müzik CD’si bilgisayara takılıp da dinlenmek ya da bilgisayara kopyalanmak istediğinde kullanıcıyı uyarmadan “gizlice” bilgisayara yükleniyor ve CD’den bilgisayara müzik parçalarının birden çok kereler kopyalanmasını engelliyor.

Bu tür programlara, amacı ne olursa olsun, spyware deniyor. Ajan-program olarak mı çevirmeli bunu Türkçe’ye? Bu tür ajan-programların temel özelliği şu: Bilgisayar kullanıcısının farkında olmadan bilgisayara yerleşmek ve özellikle internet bağlantısı olduğu zamanlarda kendisine yüklenmiş görevi yerine getirmek (örneğin hangi web sitelerinde dolaştığınız bilgisi fişlenip, programı sizin bilgisayara yükleyen firmaya internet üzerinden iletmek).

Tabii her ajan-programın görevi bu kadar masum olmayabilir.

Öte yandan ajan-programların oluşturduğu bir risk de bilgisayarınıza virüs bulaştırmasına önayak olabilmesidir. Bu tür programların özelliklerinden ya da açıklarından istifade eden virüs-geliştiriciler, bu programın olduğu bir bilgisayara yerleşebilecek virüs programları hazırlayabilirler.

Ajan-programlarından kurtulmanın yolu yok mu? Elbette var. Bilgisayarınızda tarama yaparak ajan-programların varlığını tespit eden ve bunları temizleyen, anti-virus programlarına benzer programlar (anti spyware programları) geliştirildi bile.

Dönelim müzik CD’lerinde ortaya çıkan duruma. Sony BMG anlaşılan kaş yapayım derken göz çıkardı.

Bu da temelde dijital kültüre karşı bildik kültür paradigması ile mücadele etme inatçılığından kaynaklanıyor. Paradigma kavramında temel bir olgu vardır: Yeni bir paradigma ortaya çıktığında eski paradigmaya göre avantajlı durumda olan avantajını kaybededebilir; ya da dezavantajlı durumda olan avantajlı konuma geçebilir (yani mevcut durum yeni dünyaya birebir taşınmak zorunda değil).

Şimdi müzik piyasasına bakalım. Dijital kültür öncesi dönemde 60lı yıllardan itibaren müthiş bir patlama yapan müzik endüstrisi önce plak, sonra kaset şimdi de CD medyasını kullanarak müziği kitlelere ulaştırmakta. Ve bu işten de ciddi paralar kazanmakta. Bugün bir CD’nin toptan maliyeti birkaç cent düzeyinde. Oysa bir müzik CD’si 10-20 dolar arasında satılmakta.

Bu satış rakamının maliyet ve kar kalemlerini bilmiyorum. Ama ortada bir gerçek var. Dijital kültür ile birlikte müzik üretimi ve müzikseverlere ulaştıma modeli (paradigması) değişmekte. Eğer dünya devi müzik firmaları kendi pozisyonlarını buna göre ayarlarlarsa yeni dünyada da hakim konumlarını sürdürebilirler.

Oysa müziğin m-sini bilmeyen Apple firması iPod ürünü ile yukarıda belirttiğim paradigma değişikliğinden istifade etti ve şu an internet üzerinden yasal olarak en çok müzik parçası satan firma/site haline geldi.

Mevcut konumunun avantajlı durumunun felç edici etkisinde kalmasaydı herhalde Sony gibi bir elektronik firmasının Apple gibi bir bilgisayar firmasından önce iPod gibi walkman’in yeni kuşak devamı olan bir cihazı yapması gerekirdi.

Oysa Apple Sony ve ötekilerden erken davrandı ve şimdi piyasayı domine ediyor. Artık müzik sektöründe ürün birimi bir müzik albümü olmaktan çıktı çıkıyor. Onun yerine 99 cente sadece bir şarkı alma devri başladı.

Bu müzisyenler için de yeni bir paradigma. Bir tane hit parça yapıp onu satmak için yanına yedi sekiz tane fason şarkı yapmaları gerekmiyor. Son kullanıcı olan bizlerin de bir şarkı için 10-20 dolar düzeyinde bir para ödememiz ortadan kalkıyor.

Dijital kültürde bu değişimler dönüşümler yaşanırken, müzik firmalarının CD’lerin içine kopyalama önleyici yazılımlara yatırım yapması bütünüyle konuyu yanlış anlamış oldukları anlamına geliyor.

Yarınla ilgili planlar yaparken planın detaylarını yarının dünyasına göre değerlendirmek gerekir; bugünün dünyasına göre değil. Çünkü bugünün dünyası bugünde kalacak; yarın bambaşka bir dünya olacak!

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (17 12 2005)

Pazartesi, Aralık 12, 2005

KİTAPLARINIZI ÖZGÜRLEŞTİRİN


Hiç düşündünüz mü (düşündüm mü) kütüphanenizde pineklemekte olan kitaplar aslında bir açıdan prangalı mahkumlar gibidir. Orada öylece birinin onu alıp okumasını, incelemesini bekler. Sonra onunla işimiz bitince mahkum hayatına iade ederiz. Ta ki yaşlanıp sararana dek ya da bir yerden başka bir yere taşınma zamanı gelinceye kadar...

Şimdi bu gönüllü mahkumları kanatlandırıp uçurma, onları özgürlüklerine kavuşturma imkanı çıktı. Orijinal adı Bookcrossing; Türkiye’de Gezgin Kitap diye anılıyor. Bu yaklaşıma göre sahip olduğunuz kitapları sokaklara salıyorsunuz; hiç bilmediğiniz insanlar onları alsın, okusun diye. Ama sahiplenme yok. Okuduktan sonra yine sokaklara salmaları, başkalarının da okumalarını sağlamaları şartıyla.

İş oldukça planlı programlı yapılması gereken ciddi bir iş. Öncelikle ilgili web sitelerinden birine gidip üye olmanız ve sokaklara salacağınız kitapla ilgili bazı hazırlıklar yapmanız gerek. Bu kapsamda her kitap için ona özel bir numara ürettirmelisiniz. Ayrıca web sitelerinde bulabileceğiniz etkiletleri yazıcınızdan çıktısını alıp, ürettirdiğiniz numarayı etiketin üstüne yazdıktan sonra etiketi kitaba yapıştırmanız gerekiyor.

Kendi kölesini özgürleştirmek için bu kadar cefaya katlanan bir “sahip” olmuş mudur bilmiyorum ama iş kitaplara gelince ve yapılan işin ciddiye alınması söz konusu olunca bunları yapmak çok önemli.

Böylece üstünde numarası yazılı etiketi kitabınıza yapıştırdıktan sonra bence işin en keyifli yanına geliyor sıra. Kitabınızı bir yere bırakmak!

Bookcrossing.com sitesinde Türkiye’de özgürleştirilmiş 32 kitabın izi var. GezginKitap.com sitesinde ise yaklaşık 100 kitap. Bu kitaplar İstanbul’da, İzmir-Selçuk’ta, Antalya’da ya da Bursa-Osmangazi’de bulunabilir.

Örneğin Osmangazi’deki kitap Tavuksuyuna Çorba serisinden. Bırakıldığı yer ise park. Üç hafta önce bırakılmış oraya. Bir başkası kitabı Nilüfer Saypa Maxima Market arkasında bulmuş. Okumuş ve Heykel-Nalbantoğlu muhtarlık binası ile yanındaki binanın duvarı arasındaki boşluğa, siyah bir poşet içinde bırakmış.

Kitabı sokağa saldıktan sonra da iş bitmiyor. Onun özgürlüğe kavuşturulmuş olduğunu yine sitede belirtmek gerek. Hem böylece arayanlara da bulanlara da güzel bir imkan oluyor. Arayan kendi çevresinde gezgin bir kitap var mı onu kontrol edebilir. Bulan ise buldum, okudum sonra da şuraya bıraktım diyebilir.

Sürecin izlerinin bu şekilde kayıt edilmesi çok önemli bir olgunun da göstergesi aynı zamanda. Bilgi! Sadece o eyleme odaklanıp, elimizdeki bazı kitapları sağa sola bırakıp kenara mı çekileceğiz, yoksa bu süreçten hem azami keyif almayı öğrenmek hem de konuyla ilgilenenlere daha çok bilgi sunarak onlara ek fayda sağlayabilmek üzere yaptığımız işi kayıt altına da alacak mıyız?

Bilgi olgusu bence kültürel olarak önem verdiğimiz doğal değerler listesinde yer almadığından (alamadığından, aldırılmadığından) katılımcılar içinden belki de süreci bu şekilde kayıt etme kaygısını sarkastik bir şekilde eleştirenler çıkacaktır. Bütün bu ritüele ne gerek var; amaç sonuçta birkaç kişinin daha o kitaplarını okumasını sağlamak değil mi; ötesine ne gerek var gibisinden.

Bu tür bir etkinliği duyduğunuzda aklınıza ilk gelen şeylerden birisi de şu olmadı mı? Kitabı bulan onu ya sahiplenir ya da yok eder. Onu okuyup tekrar sokaklara bırakması belki de diğer iki alternatife göre olma olasılığı daha düşük üçüncü bir alternatif olacaktır. Neden?

Çünkü önüne sahipsiz bir kitap çıkan kişi, onu kendi değer yargılarına göre ve üstünde herhangi bir baskı olmadan değerlendirecektir. Oysa kitabın iç kabında bir etiket bulması, onun bir numarasının olduğunu bilmesi, o numara ile kitabın nereden nereye taşındığının izlenmesi gibi özellikleri öğrendiğinde kişi o kitabı kendi değer yargılarının yanısıra bu oluşuma ön ayak olmuş kitlenin değer yargılarını da dikkate alarak ele alacaktır.

Bir başka deyişle üstünde kitabı okuyup yeniden sokaklara bırakması baskısını hissedecektir. Ayrıca imkanı varsa bu baskının hediyesi olarak, internet üzerinden kitabın tarihçesine kendi katkısını ekleyebilecektir.

Büyük şehirlerin giderek köyleşmesi de benzer sebepten kaynaklanmıyor mu? Şehrin ödünsüz koruduğu değerler ortadan kalktıkça, dışarıdan gelenler kendi köylerinde gördükleri değerleri uygulamaya devam ederek şehri köyleştirmekte.

www.BookCrossing.com
www.GezginKitap.com

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (10 12 2005)

Pazartesi, Aralık 05, 2005

BM BİLGİ TOPLUMU ZİRVESİ - TUNUS


Başlıktaki hafifi nahoş durum sizin de dikkatinizi çekmiştir. Bir yanda “bilgi toplumu” kavramı diğer yanda ise “Tunus” gibi bir ülke adı. Tunus’un nesi varmış diye sorarsanız buyrun bazı bilgiler:

Freedom House’un yayınladığı basın özgürlüğü indeksinde 194 ülke içinden 173. sırada ve “özgür değil” statüsünde (Türkiye ise 105. sırada ve kısmi özgür statüsünde).

10 milyonluk ülkede internete erişen nüfus sayısı 850 bin civarında. Bu erişim sadece kamuya açık yerlerden yapılabiliyor. Tunusluların evlerindeki telefon hatlarından internete erişim imkanları yok.

Tunus menşeili web site sayısı sadece bin 750 ve günlük hit sayısı 850 bin.

Bir başka deyişle Birleşmiş Milletler’in organize ettiği bu iki bacaklı konferansın ikinci aşaması olan 2005 oturumunun Tunus gibi bir ülkede yapılması pek de uygun değil. Denildiğine göre organizasyonun Tunus’ta yapılmasının sağladığı maliyet avantajı nedeniyle böyle bir seçime gidilmiş. Yine de 2003 Aralık’ta Cenevre’de yapılan birinci oturum sırasında, Tunus’ta gerçekleştirilecek olan etkinliğe atıfta bulunularak, “konuşma özgürlüğü” konusunda katılımcılar ve delegelerin herhangi bir sorun yaşamayacakları beklentileri yüksek sesle dile bile getirilmiş.

Gelelim asıl konuya: Birlemiş Milletler’in “bilgi toplumu” zirvesi düzenlemesinin gerisinde yatan şey ne? Cevap basit : Internet’in (Birleşmiş Milletler bünyesinde) bir mekanizma tarafından yönetilmesini sağlamak.

Bugün dünyada Internet’i kim yönetiyor? Cevap: Hiç kimse. Bu tür bir sorumluluğa en yakın kuruluş, kar amacı gütmeyen ICAAN isimli bir ABD kurumu. Bu kurumun da temel işlevi web alanadı isim dağıtma işini organize etmek.

Bunun dışında konu konuşma özgürlüğü, içerik yönetimi, elektronik ticaretten vergi alınması gibi kavramlara geldiğinde, ortada eski, klasik dünyamızdan bildiğimiz bir bürokrasi mekanizması yok.

Internetin “özgür ruh”una uygun olan da bu zaten.

Internet henüz idrak edemeyen pek çokları için bir teknoloji altyapısı olarak değerlendiriliyor ama pratik hiç de öyle değil. Internet bugün, insanların yönetilmesi için geliştirilmiş en iyi çözüm olan demokrasinin kabuk değiştirmesini sağlayacak bir etki olarak yerini almak üzere. Nedir bu kabuk değiştirme?

Bugün demokrasi sözde lojistik sebeplerden dolayı “temsili” bir modelde icra ediliyor. Güya kendi kendini yönetme hakkına sahip bireyler, kendilerine birer temsilci seçiyorlar ve bu temsilciler (milletvekilleri) meclise gidip bireyler adına bireyleri ve ülkeyi yönetiyor.

Pratikte bu süreç ne kadar bireyleri ve ülkeyi daha iyi yaşama taşımayı olanaklı kılıyor?

Bu soruya verilecek olumsuz cevabın gerisinde temsili modelin kendi içinde defolara sahip olması da yatmakta.

Gelelim intermetin getireceği dramatik değişikliğe. Internet gibi bir imkan, daha ilk günden, onun tasarımcıları tarafından geliştirilen ve korunan bir ruh ile, “doğrudan demokrasiyi”, “özgürce konuşma” imkanını savunuyor.

Hal böyle olunca kendilerine verilen temsil yetkisinden istifade edenler ellerindeki bu imtiyazları kaybetmek istemiyor ve kurulu düzeni bozabilme gücüne sahip olan interneti sistemin içine dahil etmek istiyor.

Internetin bildik bir model marifetiyle Birleşmiş Milletler ya da benzeri bir çokuluslu kurum çatısında yönetilmeye, özgür ruhu boyunduruk altına almaya çalışmanın temelinde yatan şey budur.

Peki bu gerçekleştirilebilir mi? Internetin orijinal tasarlayıcıları dışında hangi kişi, kurum ya da devletlerin bu özgür ruh’u desteklediklerini, desteklemek isteyeceklerini bilemiyorum. Yukarıda bahsettiğim özgür basın listesinin en başında gelen İskandinav ülkeleri mi? ABD mi? Avrupa Birliği mi? Ya da üstlerinde özgür konuşma ile ilgili baskıyı politik arenaya çekerek konuyu orada manipüle etmeye çalışan Çin gibi ülkeler mi? (Çin, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesidir – reddettiği hiçbir konuda konsey karar alamaz).

Ne kadar farkındayız bilmiyorum ama dünya medeniyetinin yönetilme modelinde yepyeni bir aşamaya giriyoruz. Doğrudan, katılımcı demokrasi!

Türkiye’nin AB’ye girme sancıları çektiği bu dönemde dünya da aslında katılımcı demokrasiye geçme sancıları yaşıyor. Tıpkı bizim yaptığımız gibi, kendisi katılımcı demokrasiye riayet etmek yerine onu kendine benzetmeye çalışarak...

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (03 12 2005)

Pazartesi, Kasım 28, 2005

SELÜLOZUN ELEKTRONİK TADI


Internet ile gelen dijital kültür yaşamımızın her alanını değiştiriyor. Elbette kitap da bundan nasibini alacak. Kasım ayı içinde dünya internet devleri (Google, Microsoft) arka arkaya kütüphanelerdeki kitapları elektronik ortama aktarıp, sanal dünya müdavimlerine sunma konusundaki projelerini, girişimlerini açıkladılar. Hatta bazıları kitabevleri ile telif hakkı yüzünden mahkemelik olmayı bile göze alarak.

Peki gerçekten de kitabın geleceğinde ne var? Konuyu irdelemeye aslında iki kavramı birbirinden ayırarak başlamakta fayda var: Kitap; içeriği ve maddesel malzemesi açısından iki ayrı parçanın birleşmesinden oluşmuştur. Kitap dediğimizde her ikisini de kastederiz. Yani yazılmış olan metin ve bu metnin yazılmış (basılmış) olduğu kağıt malzeme.

İnternet, dijitalleşen altyapı, kitabın içeriği ile ilgili değil. Daha ziyade onun maddesel malzemesi olan kağıt ile ilgili. Şimdilik!

O halde akla gelen ilk soru, aynı paradigma ile, dijital yaşamda kağıdın yerini ne alacak olabilir. Oysa biraz daha dramatik bir bakış açısı, öncelikle şunu sorgulamalıdır: Bir kitap içeriğinin, bir maddesel malzeme ile birlikte sunulmak zorunda mıdır? Kitabın kitap olması için bu kaçınılmaz bir ilişki midir? Cevaplaması zor bir soru.

Kağıt şimdiye de icat edilmiş en pratik maddesel malzeme; biraz da öyle olduğu için yeryüzü kültüründe bu kadar uzun süre yazılı ve basılı malzemeye altyapı oluşturdu.

Bugün dijital kültür içinde bu alanda yönlendirici konumunda olanlar ya da buluşu ile yönlendirici konumuna yükselmek isteyenler işte bu temel olguya cevap bulmak zorunda.

Bugüne dek bu alanda neler yapıldı?

Süreç tahmin edileceği üzere çok yavaş ilerledi. Önce kağıda basılı kitaplar internetten satışa sunuldu. Daha sonra elektronik kitap kavramı öne sürüldü. Kağıt değil de kitabın bütünü ele alındı ve elektronik kitap okuyucusu cihazlar icat edildi.

Doğal olarak insanların verdiği tepki olumsuzdu : Çünkü insanlar kitabın ruhunun yok olmasını istemiyor. Kitabı kitap yapan şey sadece onun içinde yazanlar, çizilenler değil. Kitabın cildi de, kapağının rengi de, selülozun kokusu da kitabı kitap yapan unsurlar içinde geliyor. Kitap “tüketicisi” sadece içeriğin değil bu unsurların da “tüketicisi”. Hal böyle olunca bu unsurların yer almadığı bir “kitap” kitap olmaktan çıkıyor.

Bugün hala dünya devlerinin yeniden içeriğe odaklı bir strateji ile kütüphaneleri elektronikleştirmeye, kütüphanelerde bulunan kitapları internet kullanıcılarına sunma yoluna meylettikleri görülmekte. Bu strateji ne yazık ki kitapçoksevelerine hitap edecek sonuçlar üretmeyecek. Daha ziyade içindeki bilgilere gereksinim duyan, o bilgileri başka bilgilerle birleştirerek, amacına ulaşmaya çalışan “bilgi arayıcıları” bu stratejinin sonucunda sunulacak hizmetlerden yararlanabiliyor olacak.

Peki kitapçoksevelerinin derdi nasıl çözülebilir? Daha önce burada da bahsedilmiş olan elektronik-kağıt bir çözüm oluşturabilir mi? Ya da başka bir çözüm?

Elektronik kağıt şimdiye dek gündeme gelen kavramlar içinde çözüme en yakın buluş gibi görünüyor. Ancak sadece e-kağıdın kullanılması kitapçokseverinin selülozdan feragat etmesi anlamına gelmez diye düşünüyorum. E-kağıt olsa olsa gazete, dergi gibi yayınlara malzeme olabilir.

Aradaki farkı kapatmak üzere başka imkanlara da başvurulmalı. Kitap ne yazık ki görsel algılama temeline oturmuş durumda. Onu işitsel hale çevirmek büyük bir felaket olur (örneğin kitap metinlerini kasede okumak gibi). Öte yandan e-kağıt kalıcı bir çözüm olmaktan ziyade bana geçiş dönemi aracı olacak gibi geliyor. Peki nihayetinde ne olacak?

Holografik çözümlerin kitabın maddesel yanının yerini alması e-kağıt gibi bir çözüme göre hem daha ucuz hem de kullanımı daha kolay olacaktır. Böylece çok basit araçlarla (bir gözlük, parmağınıza takacağınız bir dikiş yüksüğü benzeri araç) kitap okuma keyfi 21. yüzyıla taşınabilir. Bir kitapla yapabileceğiniz tüm fiziksel şeyleri holografik kitapla da yapabilirsiniz. Ona dokunabilir; sayfalarını çevirebilirsiniz.

Geriye selülozun tadı kalıyor. Elbette şöyle düşünmek içimize su serpebilir: Bu kadar şey icat edecek olanlar, selülozun tadını da resmin içine dahil edecek bir mekanizma bulabilir.

Dileyelim ki öyle olsun!

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (26 11 2005)

Pazartesi, Kasım 21, 2005

YENİ ADSL TARİFESİ


ADSL altyapısının devreye girmesiyle ülkemizde internet erişimine kavuşan kişi sayısında dramatik artış oldu diyebiliriz. Bence bunun temelinde erişim hızı yatmaktaydı. Yoksa gerek ücretlendirme gerekse de gerekli donanım açısından değerlendirdiğinizde ADSL’in diğer alternatiflerinden pek bir farkı yoktu.

1 Kasım’dan itibaren Telekom’un tarife değişikliğine girmesi ve limitsiz seçeneklerde fiyatların ikiye katlaması anlamına gelecek yeni bir model getirmesi (ertesi gün gelen tepkiler üzerine bakanın da devreye girmesiyle bundan geri adım atıldı) ilk etapta altın yumurtlayan tavuğu kesmeye çalışmak anlamına geliyor:

Madem milyonlarca kişi bir yıl gibi kısa bir süre içinde bu yola geldi, o zaman hemen fiyatları artıralım.

Internet çağımızın rönesansıdır derken, internet yaşamdır derken acaba bu tümcelerin ifade ettiği anlamı ne kadar idrak edebiliyoruz – böyle yaparak? Internet yaşamdır – oksijen pompalarını kapatın ! Internet çağımızın rönesansıdır – kimseye koklatmayın!

İş bir kuruluşu özel bir şirket gibi yönetmeye geliyorsa, o zaman orada durup, biraz pazarlama stratejisi üzerine konuşalım. Biraz bu tür kampanyaları yönetme modeli üzerine konuşalım. Biraz bu işleri gerçek anlamda profesyonelce yürütebilmek için ne tür maddi ve yönetsel imkanlara sahip olmak gerekir, bunları konuşalım.

Gelelim, bu yeni fiyat tarifesi uygulamasındaki basit probleme. Telekom’a giden ve yeni tarifeden şikayet eden epostalarının pek çoğu limitsiz erişim kullanıcısı ama aylık 1 Gb trafik bile yaratmıyormuş.

Bir başka deyişle aslında pek çok kişi tarifeyi dikkatli değerlendirse ve fikir üretmek yerine bilgiye başvursa (yani aylık kullanım istatistiklerine baksa – Telekom bunu sağlıyor) pratikte yeni tarifenin kendisine daha pahalıya patlamayacağını, tam tersine eski tarifenin aslında pahalı olduğunu tespit edebilir.

Şu limitli, limitsiz tarifesini açarak biraz detaya inelim.

Diyelim ki siz eski tarifede 256 bağlantı hızı ve limitsiz erişimdeydiniz. Aylık 49 YTL ödüyordunuz. Bu demektir ki bir ay boyunca internetten ne kadar bilgi indirirseniz indirin fiyat sabittir ve 49 YTL’dir. Peki acaba bu sınırsız erişim imkanını kullanırken, ayda realitede ne kadar bilgi indiriyormuşsunuz; hiç merak ettiniz mi? Diyelim ki indirdiğiniz miktar 2,5 Gb olsun.

Bugünkü tarifeye baktığınızda siz aslında aylık 3 Gb limitli bir tarifeyi kullanabilirsiniz ve bunu kullanırken de hiçbir eksiklik duymazsınız – çünkü ayda zaten 2,5 kullanıyorsunuz. Peki bakın bakalım yeni tarifenin 3 Gb limitli ama hızı 512 olmuş (yani şu anki hızınızın iki katına çıkmış) tarifesinin fiyatı nedir? Cevap : 29 YTL.

Bu demektir ki siz eskiden 20 YTL fazladan para ödüyormuşsunuz. Bunu ne için ödüyordunuz? 2,5 Gb limitli olmak yerine limitsiz hakkına sahip olmak için.

Bu duruma, paracıklarım boşu boşuna uçup gitti demeyin. Çünkü elinizde şu istatistik (yani bilgi) yoktu : Acaba ayda ne kadarlık bir trafik yaratıyorsunuz?

Oysa şimdi var. Ayda 2,5 Gb trafik yaratıyorsunuz. O zaman yapacağınız şey, limitsiz yerine uygun limitli tarifeye geçmek olmalı.

Öte yandan bu her abone için aynı olmayabilir. Eğer örneğin eski limitsiz zamanda ayda 3 Gb üstünde trafik yaratıyorduysanız durum farklı bir hal alır. Eğer mesela 4,5 Gb trafiğiniz varsa sizin için uygun olan yeni tarifede limitsiz yerine 6 Gb tarifesine geçmek olmalı. 6 Gb 512 hızın yeni tarifesi ise 49 YTL. Yani fiyat aynı – hız ise iki misli.

Yeni tarife ancak ayda 6 Gb çok trafik yaratanları olumsuz etkileyebilir. Yeni tarifeye göre 6 Gb üstüne çıktığınızda aylık maliyet 49 YTL’nin üstüne çıkacak. Eğer 6 Gb altındaysanız, limitsizde kalmanıza gerek yok.

Yapılacak şey; kullanıcı bilgilerinizi inceleyerek size en uygun limitli tarifeyi seçmek olmalı.

Telekom ve Ulaştırma Bakanlığı da iki ileri bir geri yapmak yerine, yukarıda basitçe açıklanan yapıyı müşterilerin anlamasını sağlamada daha pratik ve sonuç alıcı çözümler üretselerdi bu karmaşa doğmayacaktı.

İşte şirketlerin profesyonellerce ve belli bir pazarlama, reklam, promosyon strateji ve bütçesiyle yönetilmesinin temelinde de bu tür basit sorunların çıkmasını engellemek yatıyor biraz da.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (19 11 2005)

Pazartesi, Kasım 14, 2005

MEDYANIN MEDYASI


Konu yeni değil – olsa olsa şahsen bana yeni olabilir. Üzerinde zaman zaman durduğum kimi konular (en son örnek 100 dolara laptop konusu) ülkemiz medyasında genel anlamda yer edindiğinde gözüme ilişen bir çarpıklık bu.

Nedir? Papağan gibi medya kuruluşlarının aynı haberi kopyala/yapıştır usulü ile ajanstan alıp yayınlaması.

Belki yakın zamana dek bu aracılık durumu çok büyük bir fayda sağlıyordu. Çünkü habere, bilgiye ulaşmanın başka yolları yoktu.

Ancak durum şimdi öyle değil. Bir haber okuyorsunuz (diyelim ki şu 100 dolarlık laptopla ilgili). Haberde deniyor ki ABD’li bir profesör çıkıp şöyle bir laptop tanıttı; şunu dedi; bunun sözünü verdi, şu ülkelerin konuyla ilgilendiğini duyurdu vb.

Haber sanki ülkemizle hiç ilgili olmayan, sadece tercüme edilerek yayınlanması düzeyinde değere sahip olan bir olgu.

Sanki o profesör dört sene önce ülkemize gelmemiş; bir konferans vermemiş gibi. Sanki haberde sözü edilen öğrencileri 100 dolara laptop edindirme kavramı bizim ülkemiz için de uygulanabilecek bir şey değilmiş gibi. Sanki profesörün yaptığı açıklamaya konu olan etkinliğinin internette bir web sitesi yokmuş; o sitede konuyla ilgili detaylı bilgi ve görsel malzeme yer almıyormuş gibi.

Hal böyle olunca ülkemizin medyası özellikle de kendi muhabirleri haricinde edindiği bilgileri basın ya da yayın organına taze olarak aktarma konusunda ne kadar başarılı olabilir ki?

Hal böyle olunca, gazete sayfalarında okuduğumuz haberler gündelik hayatımızla ilişkilendirilebilen, bizi düşünmeye sevk eden, yetki ve sorumluluk sahipleri üzerinde de tatlı bir baskı oluşturabilen olgular haline nasıl gelebilir ki?

Medya organlarına konu olan haberleri, bilgileri yönlendirme görevinde olanların, önlerine bir haber geldiğinde, bunu sadece gönderen ajansı bilgi kaynağı olarak değerlendirerek yayınlamak yerine, yeni ve alternatif bilgi kaynaklarını da sorgulayarak daha geniş bir açıdan değerlendirmelerinin vakti geldi de geçiyor bile.

Eğer böyle yapmazlarsa, nasıl güncelliklerini koruyabilecekler?

Yukarıdaki habere içerik olan 100 dolara laptop konusunda ülkemiz medyasında gördüğüm tüm gazetelerde aynı görsel malzeme kullanılmıştı. Büyük bir olasılıkla haberi geçen ajansın ilettiği malzeme idi bu. Oysa ki habere konu olan konferansın web sitesine baktığınızda konuyla ilgili birden çok görsel malzemenin sergilendiğini bulabilirdiniz.

Konunun içeriğinin bizim ülkemiz için de ne kadar faydalı olacağını haberle irtibatlandırmak bir yana, görsel malzeme için bile lütfedip biraz araştırma yapma gereği duymayan bir tembellik söz konusu yani.

Medyanın da beslendiği medyası, medya kaynakları var. Ajanslar gibi. Ama artık ajanslar bu konuda tekel değil. Bilginin oluşmasına neden olan olgu, kendi bilgisini bilgiye erişmek isteyenlere direkt ulaştırma imkanlarına da sahip artık. Hem de eskisinden daha hızlı ve ucuza.

Peki bu durumda medya ne yapacak? Internet gazeteyi, dergiyi öldürecek deniyor. Internetin bence öyle bir misyonu söz konusu bile olamaz. Ancak gelişen imkanları gündelik hayatına dahil edemeyecek her birey ya da kuruluş için olduğu gibi medya da eğer kendisini bu yeni koşullara göre dönüştüremezse, kendi kendisinin ipini çekmiş olacaktır.

Bugün ajanstan gelen bir haberi, internet gibi imkanlar kullanarak çarpraz kontrol etmeden, kontrolün ötesinde, daha derinlemesine bilgi sahibi olabilir miyim diye araştırmayan bir medya kuruluşu; birincisi rakiplerinden farklı olduğunu nasıl ispatlayabilecek; ikincisi okunmasını, izlenmesini nasıl sağlayacak?

Lider olanlar, bu detayları kendilerine dert edinip, çözüm üretmek üzere yatırım yapacak; kendisini dönüştürmeyi hedefleyecektir. Lideri izleyenler ise liderin attığı adımlara bakarak, kendisinin de hangi adımları atması gerektiğini belirlemiş olacak; onun izinden gitmeye çalışacak.

Bu kez şöyle bir risk var ama : Lider yanlış yoldan gidip, uçuruma yuvarlanabilir. Tabii onu izleyenler de.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (12 11 2005)

Pazartesi, Kasım 07, 2005

ZORUNLU GAMZE ÖZÇELİK YAZISI


Konunun magazinselliği bir yana, iş Microsoft firmasına ait MSN gibi konuşma ortamları (chat) ve bununların güvenliği gibi konularına kayınca, ben de Gamze Özçelik olayı ile ilgili olarak bu zorunlu yazıyı kaleme alma gereği duydum.

Geçtiğimiz günlerde anladığım kadarıyla birkaç kişi bu görüntüleri internet üzerinde sağa sola gönderdiklerinden dolayı gözaltına alınmışlar, sonra da biri dışında diğerleri serbest bırakılmış.

Akabinde bu tür konuların internette hızla yayılmasına neden olan muhabbet ortamları gündeme geldi. Bunların içinden en popüler olanı da MSN. MSN kişilerin bir kullanıcı adı ile sisteme erişip, dilediği bir kişiyle muhabbet etmesine imkan veren bir ortam. Bu muhabbet etme kavramı da klavye ile birbirine mesaj gönderme şeklinde oluyor. Epostadan farkı, kişilerin o anda bilgisayar başında hazır bulunmaları ve birinin yazdığı mesajı (enter’a basar basmaz) diğerinin ekranında görebilmesi.

MSN ile ilgili olarak da gündeme gelen konu, bu mesajların kayıtlarının MSN’in sahibi olan Microsoft firması tarafından tutulup tutulmadığı yönünde idi.

Microsoft firması da gerekli açıklamayı yaptı ve kayıtları tutmadığını açıkladı.

Ancak tabii bilgi yerine fikir tabanlı düşünenler için bu yeterli olmadı. Çünkü böyle bir altyapıya sahip olup da kimin ne konuştuğu bilgisini bir kenara yazmamak nasıl olabilirdi ki? (Sanırım şöyle bir düşünce var; “ben bile bunun olabileceğini düşünüyorsam, milyar dolarlık bir şirket elbette ki bunu düşünmüş ve uygulamıştır”). Tabii bu kadarını düşünenler acaba şu kadarını da düşünüyorlar mı?

Bu iş lojistik olarak yapılabilecek bir şey mi?

Dünya üzerinde kaç tane MSN kullanıcısı var? Ben bilmiyorum ama sanırım milyonlarca diyebiliriz. Bu sistem günde kaç saat çalışıyor? 24 saat. 24 saat boyunca bu milyonlarca kullanıcıdan sisteme girip, birileriyle muhabbet edenlerin ürettiği mesaj hacmi acaba hangi saklama ünitesinde saklanabilir? Bunun için ne kadarlık bir saklama kapasitesine gereksinim vardır?

Dürüst olalım. MSN gibi ortamlarda yapılan muhabbetlerin içeriği, satır satır, cümle cümle kimsenin umurunda değildir. Ne Microsoft’un ne de ABD’nin ya da dünyanın başka bir şirket, ülke ya da organizasyonunun.

Ancak güvenlik açısından umurunda olan birileri var; umurda olunan bir şeyler de var. Daha önce burada da belirttiğim gibi varlığı ne resmen kanıtlanmış ne de inkar edilmiş bir altyapı var. Echelon. Bu sistem dünya üzerindeki dijital trafiğin büyük bir kısmını “dinleme” yeteneğine sahip. Dijital trafik derken kastettiğim sadece internet muhabbetleri, epostaları değil. Örneğin dijital bir altyapıdan yapılmış telefon görüşmeleri, ya da yollanmış fax metinleri de buna dahil.

Bir daha altını çizmek istiyorum. Echelon’un yaptığı (en azından anlaşılabildiği kadarıyla) trafiği dinlemek ve gerekli gördüğünde içeriğin bir kopyasını edinmek. Yani Echelon dünya üzerinde gönderilen tüm epostları, faksları vb bir yere alıp saklamıyor. Zaten böyle yapsa kendileri dahil kimsenin işine yaramazdı.

Daha ziyade yapılan şey, kritik görülen kelimelerden oluşan bir hazine oluşturmak ve o sırada geçmekte olan trafiğin içinde o kelime hazinesinden bir tanesi var mı yok mu onu kontrol etmek. Eğer varsa onun bir kopyasını detaylı inceleme bölümünün önüne aktarmak.

Örneğin eğer Gamze Özçelik kelimeleri bu sistem açısından önemli kelimeler hazinesine girmişse, bu metin de mutlaka Echelon’un ağına takılmıştır. (Çünkü yazılarımı Dergi’ye eposta ile gönderiyorum). Ağa takıldıysam hangi eposta adresinden, hangi IP’den erişilerek gönderildiği bilgisi de kayıt edilmiştir.

Ama eğer bu metinde kritik kelime hazinesinde bulunan herhangi bir kelime geçmiyorsa, bu metin “dinlenirken” ağa takılmadan yoluna devam edecektir. Ne hangi epostadan gönderdiğim, ne de hangi IP’den eposta gönderdiğim bilgileri de bir yerlere kayıt edilmeyecektir.

Sözün özü gerçek ne yazık ki bir iki renklidir. Rengarenk olan gerçeğin “olasılıklarını” teşkil eden fantastik dünya ögeleridir. Bilgi o olasılıkları yok eder; bilgi-temelsiz fikirler ise onları (belki de) gereğinden fazla renklendirir.

Renkli şeyler de gözlerimizi daha çok kamaştırır. İlgimizi daha çok çeker.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (05 11 2005)

Pazartesi, Ekim 24, 2005

BİLGİYE ve BİREYE DEĞER VERMEK


Birkaç gün arayla iki kere başıma gelmeseydi; belki de bu kadar dert etmezdim. Pazar saat 17.00 civarı. Harem tarafından Üsküdar’a giriyorum. Üsküdar Meydanı’nı geçip, köprüye yönelmem bir saat sürüyor. Sebep; Boğaz’ın altından geçecek tünel inşaatı.

Salı 19.30 işten Beşiktaş’tan Ortaköy yolu ile Ulus – Etiler – 2. Köprü yolunu izlemek istiyorum. Daha Beşiktaş çıkışından yol tıkanıyor. Manevra yapıp geri dönüyorum ve Barbaros Bulvarı üzerinden klasik güzergahı kullanarak (Balmumcu – Levent – 2. Köprü) yoluma devam etmek istiyorum. Gişelerden geçerken saat 21.00! Sebep; Maslak’taki yol inşaat çalışması.

Şehrimizde bir ulaşım sorunu olduğu ve buna bir çözüm bulunması gerektiği konusuna hiçbir itirazım yok. Keşke bunlar yıllar önce yapılabilseydi de bugüne kalmasaydı. Ancak ortada başka bir sorun var.

Eğer bilsem ki Harem yolu ile Üsküdar’a girip, kuzeye doğru gitmeye kalktığımda, oradaki inşaat ve yol daralması nedeniyle bu bir saat sürecek; belki de güzergah değiştireceğim. Ya da bilsem ki Maslak’ta iki hafta sonra şu gün şu saat itibariyle ciddi bir yol çalışması başlayacak ve bu da trafiği şöyle şöyle etkileyecek; ben de ona göre tedbirimi alacağım.

Çalışmaların bir kaç günde bitmeyecek kadar uzun olması durumda, güzergah üzerinde bilgilendirici elektronik panolar olsa ve güncel istatistiği tutarak; bulunduğum yerden bir nirengi noktasına ulaşmamın kaç dakika ya da saat süreceğini bana bildirse, belki yolumu değiştireceğim.

Bu önden bilgi sahibi olma sadece benim (gibilerinin) işine gelmeyecek. Bu işleri yapanların da işine gelecek. Neden mi? Çünkü bu bilgilere sahip olan araç sahipleri o trafiğe saplanmamak için derhal kendilerine alternatifler arayacak. Hal böyle olunca da inşaat bölgesine doğru gitmeye çalışan araç sayısında azalma olacağından; bu genelde inşaatın yarattığı fazladan yoğunluğun azalmasında da katalizör olacak.

Böylece bu işlerin içindeki kişiler de yolda mahsur kalan daha az kişi tarafından anılacak!

Artık globalleşiyoruz ya; bir semtteki trafik sıkışıklığı sadece o bölgeyi etkilemiyor; dalga dalga tüm şehre sıçrayabiliyor. Maslak’taki sorun, o akşam Avrupa Yakası’ndaki her bölgeyi etkilemiştir.

Peki neden bu basit sorunlara basit çözümler üretemiyoruz? Bilgi sahibi olmadığımız için.

Alınan tedbirler, en az düzeyde alınması gereken cinsten. Mesela inşaat yapılan yerin çevresi koruma altına alınmıştır mutlaka. Bir iki tabela vardır. Keza Barbaros Bulvarı üzerinde bir elektronik pano var. Köprülerin “YOĞUN” olduğunu yazan. Ne demek yoğun? Oysa ben o noktada “kardeşim birinci köprüden geçmek istersen, buradan gişelere ulaşmak şu sıralarda 90 dakika tutuyor” türünden bir bilgiye sahip olsam, ona göre hareket edeceğim.

Bunun temelinde de iki şey yatıyor : Bilgi olgusuna değer vermemek; bireye değer vermemek.

Bu sorunu ilgili mercilere yansıttığınızda mutlaka, mevcut prosedür ve yürütmeliklerine göre her türlü tedbiri almışlardır. Sorun da orada zaten. O prosedür ve yönetmelikler ne kadar beni, bireyi düşünüyor? Ne kadar sorumlu kişilerin başına bir bela gelmemesini sağlamak ile sınırlanmış bir zihniyetin ürünü?

Eğer beni düşünüyor olsa, Maslak’ta yapılacak bu tür bir çalışmanın etkileri sanal ortamda bilgisayarda simüle edilir ve olası etkileri tespit edilirdi. Bu bulgular ciddi düzeyde ise (ki öyle olduğunu gördük) buna göre belki de birkaç hafta öncesinden, tv radyo uyarılarıyla, reklam panolarıyla, eposta vb yoluyla daha çok bireye ulaştırılmaya çalışılırdı.

Dikkat edilirse bunları yapmak bilgi olgusunu ve bireyi “bir değer” olarak kabul etmekten geçiyor. Bilgi toplumu olacağız diye afili, janjanlı işler yapmaya çalışmaya hiiç gerek yok.

İşte size çok basit, hızlı, pratik bir yol : Yerel yönetimler her gün kendi alanları içindeki bireylerle etkileşim içine girmek durumunda kalıyorlar. Bu etkileşim noktalarında bireye ve bilgiye değer verdiklerini söz ile değil eylem ile ispat etsinler yeter.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (22 10 2005)

Salı, Ekim 18, 2005

TELEFON MU; O DA NE?


Skype denilen bir şirketin, internetin ilk dalgasında Amazon.com ile birlikte öne çıkan global müzayede firması ebay.com tarafından 2,6 milyar dolara satın alınmasıyla birlikte internet erişimi üzerinden telefon görüşmesi yapma konusu yeniden gündeme oturdu; ünlü economist dergisine kapak bile oldu.

Skype, daha önce bedavaya mp3 indirmeye yarayan KazaA yazılımı nedeniyle başı derde giren ikili (Niklas Zennstrom, Kanus Friis) tarafından geliştirildi. Bugün 54 milyon kullanıcısı var ve bu figüre her gün 150 bin kişi katılıyor.

Skype yazılımını mikrofonu, hoperlorü ve internet erişimi olan bir bilgisayara yüklediğinizde, isterseniz yan komşunuzu isterseniz Borges’in Arjantin’deki akrabalarını arayın fark etmez – ne Skype’a ne de başka bir yere bir telefon parası ödemeniz gerekmiyor. Yeter ki aradığınız kişide de Skype kurulu olsun ve o sırada bilgisayarının başında sizden “telefon bekliyor” olsun.

Evet sanırım aklınıza ilk gelen şey; telekom firmalarının topu dikeceği… Ancak biraz daha detaylı düşününce sonucun pek de böyle olması gerekmediği görülecektir. Ama bir şeyin altını çizmekte fayda var : Skype gibi internet üzerinden ses iletişimi sağlayan imkanlar; bugünün telekom firmalarının uyguladığı telefon konuşma ücret mekanizmasını derinden etkileyecek.

Bugün bilindiği üzere telefon görüşme ücretleri uzaklığa ve konuşulan süreye göre ücretlendiriliyor. Internet üzerinden yapılan görüşmelerde ise bu iki kriterin ikisi de önemli değil. Dilediğiniz kadar konuşun ya da bir alo deyin. Mahalle bakkalınızla konuşun ya da binlerce kilometre uzaktaki bir yakınınızla konuşun. Ücret yok! Sadece telefonun ucundaki her iki kişi de internete erişebiliyor olsun. Internet erişim parasını ödüyor olsun.

Elbette ki bu modelin mevcut telekom modelini alt etmesi birkaç yıl içinde hallolabilecek bir şey değil. Ama geri sayım başladı. Nasıl ki bugün, şehirlerarası konuşmak için “telefon yazdırma” kavramını “neydi o günler” diye anıyorsak; belki de onbeş yirmi yıl sonra, telefon görüşmeleri yapmak için özel hatlar ve özel cihazlar kullanılırdı diye düşünerek “neydi o günler” diyeceğiz.

İş sadece bununla da bitmiyor. ADSL gibi geniş bant internet erişimi yaygınlaştıkça bu altyapı üzerinden sadece ses trafiği değil, televizyon yayını gibi ses+görüntü trafiği de iletmek mümkün olacak. Bir başka deyişle evlerimize yeni girecek olan “kombo” cihazlar bugün telefon, bilgisayar ve televizyon olarak adlandırılan cihazların üçünün birden yerini alacak.

1996 yılında ABD’de katılmış olduğum bir konferansta, geleceğe yön veren beş önemli teknolojik gelişmenin ne olacağı anlatılırken, bu “üçü bir yerdecihazlar da listede yer alıyordu.

Peki telekomlara ne olacak? Ölecekler mi? Elbette ki hayır. Bugün yine de telekomlar altyapısını internet üzerinden ses iletmeye dönüştürmede en avantajlı konumda olan firmalar. Yeter ki geleceğin orada olduğunu görsünler ve bir yandan bu yeni kavramı pek de destekler görünmeseler de diğer yanda bazı dünya devlerinin yaptığı gibi perde arkasından altyapılarını bu teknoloji ile uyumlu hale getirmek üzere gerekli olan yatırımları yapmaya başlasınlar.

Çin Telekom gibi firmalar Skype türü imkanların erişimini ülke içinde engellemeye çalışırken, örneğin British Telecom altyapısını internet tabanlı hale dönüştürmek üzere gerekli olan çalışmalara başladı bile.

Peki telekomlar ve GSM operatörleri nereden para kazanacak? Cevap basit! Katma değerli yeni icat edecekleri servislerden. Örneğin sesli mesajların epostalara entegre edilmesi gibi. Ayrıca ilk bakışta topun ucunda hatlı altyapıya sahip telekom operatörleri görünse de internet teknolojisinin asıl etkileyeceği telekom şirketleri mobil iletişim, GSM operatörleridir. Çünkü pratikte GSM operatörlerinin taşıdığı ses trafiği hala en yoğun (ve en değerli) trafik. Bu trafiğin yerini başka bir alternatifin alması; bu şirketlere ciddi gelir kaybı anlamına gelebilir.

Sonuçta tüm bu gelişmeler; tüketicilerin yararına sonuç verecek. Yeryüzü kültürü öteki pek çok cephede bireylerin yüzyüze iletişim kurmaktan kaçınmasına neden olurken; bunun alternatifleri giderek daha ucuz, kolay ve pratik hale gelecek. Bu bir tesadüf mü?

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (15 10 2005)

YENİ SANAL BOMBA : GOOGLE BOMBALAMASI


Bir kaç yıl önce popüler olan internet üzerinden saldırı tekniklerinden bir tanesi, anımsanacağı üzere, bir web sitesini çalışmaz hale getirene dek onun üzerinde “yapay” trafik yaratmaktı. Sanki tüm dünya aynı anda sizin web sitenize erişmek istiyormuş gibi. Belli bir aşamada da sitenizin yer aldığı bilgisayar buna cevap veremez hale geliyor; bir başka deyişle “kafayı yiyordu”.

Son dönemde gündeme gelen yeni bir sanal bomba da bekleneceği üzere en popüler web sitesi olan Google ile ilgili.

Google’a gidip “failure” (başarısızlık) kelimesini arayın ve bakın bakalım gelen ilk iki site hangisi olacak Google’ın sonuç ekranında. İlk site ABD Başkanı’nın Beyaz Saray tarafından yayınlanan resmi sitesi. İkincisi ise onun can düşmanı Michael Moore’un.

İşin ilginci bu sitelere gidip failure kelimesini ararsanız, sitede öyle bir kelimenin yer almadığını da göreceksiniz.

Peki bu nasıl oluyor? Google’da arama yapınca gelen sonuçlar; aranılan kelimenin içinde yer aldığı ve o kelime ile ilgili en çok tercih edilen sayfaların en önde gösterildiği anlamına gelmiyor muydu?

Pek de değil! Evet o kelime ile ilgili en çok tercih edilen siteler şeklinde kategorize etmek doğru. Ancak sitede gerçekten de o kelimenin yer alıp almıyor olduğunu Google haricen kontrol etmiyor. Sadece popülerlik listesini tutuyor ve siteleri ona göre sıralıyor.

Bunu keşfeden bazı muzipler de “failure” kelimesi ile başkan Bush’un web sitesine link verme ikilisini ilişkilendirmiş durumda. Hal böyle olunca da her ne kadar sitede failure kelimesi yer almasa bile o kelimeyi aradığınızda Google size başkanın web sitesini en popüler site olarak listeliyor. Yani diyor ki dünyada şu an failure kelimesini en çok başkan Bush’u web sitesi ile ilişkilendirilmekte ve kullanılmaktadır.

Tabii buradan pek çok varyasyon üretilebilir. Örneğin Fenerbahçeliler oturup da benzer bir yolu hayata geçirirlerse; diyelim ki Google’a gidip “galatasaray” diye arama yaptığınızda karşınızda listelenecek ilk site Fenerbahçe’nin resmi web sitesi olabilir.

Ya da Cyprus (Kıbrıs) kelimeleri arandığında Google ilk önce Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin resmi web sitelerini listeleyebilir.

Buna Google Bombing deniyor. Yani Google Bombalaması.

Burada sorun, kurulan mekanizmanın suistimal edilmesi. Birkaç düzine web sitesini organize edip de belli bir kelimenin hep aynı web sitesine işaret etmesini sağlamak ve bu linkleri bir süre aktif olarak kullanmak; doğal halinde doğru linklerin doğru amaçla kullanılması “özgürlüğünü” suistimal etmek anlamına geliyor.

Bu tür suistimallerle gündelik hayatımızda o kadar çok karşılaşıyoruz ki. Belki de bu tür bir suistimal olgusunun internete de sıçramış olduğunu öğrenmek çok fazla kişiyi şaşırtmayacaktır.

Bir şeyi yapma özgürlüğünün suistimal edilmesi temelde bize onu suistimal edenlerin o özgürlüğü haketmediklerini göstermiş oluyor. Şöyle düşünelim: Demokrasi içinde yaşayan bir birey ya da sivil toplum örgütünün demokrasiyi yıkmaya çalışma özgürlüğü olabilir mi? Elbette olamaz.

Ancak bugünün ideolojileri ölmüş dünyasında olguları bu şekilde değerlendirmek ne kadar sağlıklı ya da pratik bunu da değerlendirmek gerek.

Şekilsel açıdan bakıldığında başarısızlık kelimesinin iki kere ABD başkanı seçilebilmiş bir kişi ile özdeşleştirilmesi ne kadar çelişkili görünse de dünyanın yaşadığı son beş altı seneye baktığımızda içten içe bunun “gediğine oturtulmuş bir taş” olduğu konusunda kaç kişinin itirazı olabilir ki?

Belki de şu varsayım üzerine kurulacak bir binanın yıkılması olası değildir: Belli bir minimum düzey korunduğu sürece bu tür “cilveler” olgunun daha da gelişmesi için faydalı olacaktır.

ABD yönetimi, failure kelimesi ile başkanın web sitesinin ilişkilendirilmesine bir müdahalede bulunmayarak bunun güzel bir örneğini gösteriyor. Çünkü bu tür müdahaleler bünyenin bağışıklık sistemini güçlendirmesini geciktirmekten başka bir işe yaramıyor.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (08 10 2005)

Pazartesi, Ekim 03, 2005

BİLGİ ve ÖZGÜRLÜK


Eylül ayında Los Angeles’ta yapılan ve Microsoft’un en önemli etkinliklerinden birisi olan profesyonel yazılımcılara yönelik konferansta Bill Gates’le yapılan bir röportajda Gates, Google ile Microsoft arasındaki temel vizyon farkını şöyle açıklamış:

Google; dünyanın bilgisini organize edeceklerini söylüyor; Microsoft ise insanlara dünyanın bilgisini organize edecek araçları sunacaklarının sözünü veriyor.

Hangisi size daha yakın geliyor? Bir şirket sizin için bilgiyi organize edeceğini ve sizin kullanımınıza sunacağını söylerken, diğeri size bunu yapacak araçları vereceklerini, ancak o araçlarla bilgiyi ne şekilde organize edeceğinizin size kalmış olduğunu söylüyor.

Dünyalar kadar bilginin önünde duran bizler için doğru yol hangisi? Gerçekten de araçları alıp dilediğimizi yapmak mı kendimizi daha özgür hissettirecek, yoksa böyle bir yola girmenin modası geçeli yüzyıllar mı oldu (bugün kaç kişi malzeme alıp her gün kendi ekmeğini kendisi yapıyor?).

Sanal dünyanın müdavimlerinin önüne araçları koyup, al bunları kullanarak bilgi okyanusunda ne yapmak istiyorsan onları yap demek; onların o okyanusta boğulmadan nasıl hayatta kalacaklarına tam bir çözüm olmuyor. Bilginin hacmi o kadar büyük ki bugün bile artık pek çok kimse Google’ın ilk sayfasında gelen arama sonuçları ne ise ona güvenerek aradığına ulaşmayı tercih ediyor.

Bir başka deyişle, Microsoft’un daha liberal ancak daha meşakkatli görünen yolu bilginin hacmi ile ters orantılı bir başarı potansiyeline sahip gibi görünüyor bana. Bilgi (veri) yığınının ucu bucağı görünse belki de bireylerin onu ne şekilde ele alacağı, işleyeceği, ondan faydalı bilgi üreteceği süreçlerinde hazır çözümler yerine araçlar kullanmak bir anlam ifade edebilir.

Ancak verinin bugünkü boyutuna bile bakınca içimden geçmiş ola demek geliyor.

Elbette bu tür sözler zaman içinde “ince ayar” kapsamında yüzseksen derece ters istikamete dönebiliyor. Yarın belki de yukarıda kısaca alıntısını yaptığım bakış açısı farkı ortadan kalkacak ve iki firma da ortada bir yerlerde buluşacaklar.

Konu araç mı hap çözüm mü noktasına gelince, belki de bir adım geri çekilip, metod ne olursa olsun bu dünyanın ne gibi tehlikeleri var sorusunu irdelemek gerek. Şöyle ki;

• Internette yaptığınız arama sonucunda bulduğunuz verinin doğru olduğuna nasıl güveneceksiniz?

• Kendinize ait bilgileri, verileri yetkisiz erişimlerden nasıl koruyacaksınız?

• Hangi bilgi ya da verilerin herkes tarafından bilinmesinde sorun olmayacağını, masum gibi görünen hangi verilerinizin size nasıl zarar verebileceğini nereden bileceksiniz?

• Sahip olduğunuz bilgi ya da verilerin hangi koşullarda ne kadar değerli olduğunu nasıl bileceksiniz?

• Kullandığınız yazılım teknolojilerinin, siz farkında bile olmadan, size ait verileri bir yerlere aktarmadığından nasıl emin olacaksınız?

Bu sorular çoğaltılabilir. Ama ben bu tür soruları düşündükçe aklıma ilk gelen risk şudur: Bireyler, firmalar, organizasyonlar sahip oldukları bilginin (hadi daha “janjanlı” bir ifade kullanayım; “entellektüel birikimin”) değerini gerçekten biliyorlar mı? Bilginin değerinin izafi olduğunu görebiliyorlar mı? Belli koşullarda paha biçilmez olan bir bilginin başka koşullarda hiçbir işe yaramayacağını algılayabilmişler mi? Buradan yola çıkarak bilginin kendilerine hangi koşullarda ne anlam ifade ettiği kadar başkalarına hangi koşullarda nasıl bir anlam ifade edebileceğini düşünüyorlar mı?

Peki şimdi de konuya şu açıdan bakalım: Daha ziyade doğu kültürlerinde yer alan “herşeyin bir ve tek” olduğu kavramı ile yukarıdaki türden bir parçalanmanın getirmekte olduğu “her bir kişi, her bir organizasyon, her bir parça” kavramından hangisi doğru? Daha ziyade hangisi daha iyi?

Bir miyiz; milyarlarca mıyız? Tek ve eşsiz miyiz; hepimiz aynı mıyız? Özgürlük dediğimiz şey bizi biz olmaktan ötelere götüren karanlık bir araç haline mi dönüştürülüyor; yoksa “özgürlük onu arayabilmektir” demeye devam etmemizi sağlayacak bir imkan olarak yerinde durmaya devam mı edecek?

Bilgi olgusuna değer vermeden bilgi çağı yakalanabilir mi?

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (01 10 2005)

Salı, Eylül 27, 2005

BİLGİYİ INTERNETE SAKLAMAK


Google oyun alanını genişletiyor. Internet veri okyanusunda boğulmadan bir şeyler üretebilmek için pek çoğumuzun can simidi olan Google, internette arama imkanının yanısıra değişik konularda da hizmetler vermeye başladı.

Bunlardan bir tanesi de Google Earth. Bilgisayarınıza yükleyeceğiniz bir program sayesinde Google Earth size dünyayı sunuyor. Örneğin Çin Seddi’ni mi görmek istiyorsunuz yoksa New York’taki Time Square (meydanı) mi? Eyfel Külesine, Kızıl Meydana, Anıtkabir’e ne dersiniz?

Ya da kendi evinizi de arayabilirsiniz.

Tüm bu mekanlar 150 metre yüksekliğe kadar yakınlaşan bir uydu görüntüsüyle karşınıza geliyor. Evinizin önündeki arabanızı, karşı sokaktaki ağaçları, birkaç yüz metre ilerideki otobüs durağını en ince detayına kadar görebilirsiniz.

Google Earth’ün sunduğu bu görüntüler canlı değil. Daha ziyade zamanında uydudan alınmış görüntüler bunlar. Bir iki yıllık. Ancak özel durumlar için son dakika görüntüleri de var. Mesela Katrina Tayfunu’ndan sonra New Orleans’ın durumu da birkaç günlük uydu görüntüleri ile bilgisayar ekranına getirilebiliyor.

Bu tür imkanlar elbette ki farklı bir tartışmayı da gündeme getiriyor. Bir yandan kimi ülkelerde yakın zamana dek sokaklarda fotoğraf bile çekmek yasakken bugün evinizin keyifli ortamından dünyadaki ülkeleri karış karış inceleyebilirsiniz.

OLGUN BİLGİNİN HAMLAŞTIRILMASI

Bir başka deyişle dün ulaşılması çok zor olan bir bilgi bugün veri düzeyinde, dönülüp de yüzüne bakılmaz seviyede orada duruyor. Dün, Google Earth’ün sunduğu bilgilerin binde birini elde etmek için canını feda eden insanlar vardı; bugün ise eldeki bu verilere gereksinimi bile olmayan binlerce insan var.

Açık toplum olgusu, şeffaflaşma, bu açıdan bakıldığında, bilgiyi düzenli olarak eskitiyor; onu hamlaştırıyor; verileştiriyor. Dün kendi başına çok önemli bir yere sahip olan bir bilgi bugün kendi başına bir anlam ifade etmez hale geliyor; getiriliyor.

Googlê Earth yazılımının sunduğu hizmet de bunun son örneklerinden. Bu ne anlama geliyor? Özellikle Türkiye gibi bilgi çağını yakalama konusunda ön saflarda yer edinememiş bir ülke için, bilginin sürekli değersizleşmesinin ifadet ettiği anlamı iyi değerlendirmek gerek.

Bilginin verileşmesi, hamlaşması ilk bakışta sadece o bilgi ile yapacak bir şey olmadığına işaret ediyor olabilir. Ancak daha da önemlisi, bilgi üretim mekanizmasının o alanda daha da ilerlemiş olduğunun, kendi başına bir anlam ifade eden daha ileri düzeyde bilgilere sahip olmuş olduğunun da bir göstergesidir.

Google Earth örneğine bakalım. Biz birkaç yıl önce çekilmiş uydu görüntülerine bakarken, bugün o uydulara sahip olan ülke ya da ülkeler demek ki şu an (her an) sizi de beni de izleyebilme imkanına sahip.

Verileştirilmiş, değerini yitirmiş olguların allanıp pullanıp satılması konusuna ilk defa bilgi çağı ile maruz kalmıyoruz. Yıllardır spordan siyasete pek çok alanda ülke olarak da kısmen de buna maruz kaldık (Yugoslavya’dan transfer edilen yaşlı futbolcuların devrini anımsayın; ya da ikinci dünya savaşı artıkları malzemelerin müttefik ülkelere yardım kapsamında hibe edilmesini).

Bilgi çağı olgusu sadece konuyu farklı bir alana (bilgi alanına) kaydırdı.

Öte yandan hangi bilgi ya da verinin kimin elinde olduğu ya da olması gerektiği konusu da altı çizilmesi gereken bir olgu. Özgürlük, eşitlik gibi kavramlar, herkesin herşeye sahip olabilmesi gerektiğini içeriyormuş gibi düşünülüyor ama pratikte bu hiç de doğru değil. Zaten olmaması da gerekir. Örneğin lise birinci sınıfa giden bir öğrenciye, lise üçüncü sınıfa giden bir öğrencinin müfredatındaki bilgiler verilmemekte. Bu bir özgürlük ihlali mi?

Daha ziyade bilginin ehil ellerde (zihinlerde) olması gerekliliğinin basit bir göstergesi. Internet biraz da her bilginin herkesin hakimiyetinde olmaması gerektiğini vurgulamada katalizör etki yapacak. Bilginin orada herkese açık olup olmadığı önemini yitiren bir nokta haline gelecek. Giderek dün saklı tutulan bilgi bugün herkesin gözü önünde olacak.

Bugün saklı bilgi bu şekilde herkesin gözleri önünde saklanacak.

http://earth.google.com

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (24 09 2005)

Pazartesi, Eylül 19, 2005

HACKER MI KORSAN MI?


Hiç şöyle bir haber gözünüze ilişti mi: “Evi soyan çilingir yakalandı”. Evin kapısını çeşitli metodlarla açarak içeri giren ve evde bulduğu değerli şeyleri çalan kişiye neden çilingir değil de hırsız diyoruz? Sonuçta hırsızın da yaptığı şey çilingirlik işi değil mi?

Bu sorunun cevabı basit. Çilingir ile hırsızın kapı konusunda yaptığı şey her ne kadar aynıysa da çilingirin onu yapma sebebi ve amacı ile hırsızınki aynı değildir. Çilingir kapıyı hırsızlık yapmak amacıyla açmaz; daha ziyade bir soruna çözüm amacıyla ve kapının sahibinin bilgisi, görevlendirmesi doğrultusunda o işi yapar.

Şimdi gelelim bunun internet muadiline. Internette hırsızlık yapanlara da “yanlış olarak” hacker denmekte. Aynen yukarıdaki örnekteki hırsıza çilingir demediğimiz gibi, burada da hırsızlık yapan kişiye hacker demek doğru değildir (hacker bilişim teknolojileri alanında ileri düzeyde bilgi, uzmanlık sahibi olan kişidir).

Her ne kadar internette hırsızlık ya da buna benzer olumsuz bir eylemde bulunan kişinin “kullandığı imkanlar” bir hacker’ın kullanabileceği teknik düzey seviyesinde imkanlar, bilgiler olsa da (hatta çoğu zaman o düzeyde bile olamasa da).

Korsan ya da hırsız gibi hem kültürümüz tarafından da benimsenmiş ve daha doğru bir imgeyi çağrıştıran kelimeler kullanmak varken neden inatla ve biraz da kopyacılıkla (başka ülkelerin pek çok medya kuruluşu da benzer yanlışlığı yapmakta) daha zor ve yanlış olan yolu seçiyor; bu kişilere (hem de İngilizce bir kelime olan) hacker diyoruz.

Nedeni basit? Medyanın bunları öğrendiği kaynaklar öyle diyor. Hem herkesin bilmediği türden bir kelime kullanarak, yapılan şeyin ve onu yapan kişinin normalden farklı bir şey yaptığı, farklı bir kişi olduğu imajı güçlendirilmiş oluyor. Malum daha bilişimi, interneti “olağan olgular” sınıfına almadık ya!..

Geçtiğimiz günlerde bu hacker yakıştırması yine manşetlere taşındı. Hem de bu kez “hacker”lık yapan kişi bir Türk’tü ve FBI’ın talebi doğrultusunda ele geçirildi.

Görerek öğrenen medya da gördüklerini kopyaladı. Hırsıza çilingir demiş oldu. Haberleri görerek, duyarak öğrenme bir metod olabilir ama kullanılacak kelimeleri, jargonu duyarak, görerek öğrenme modeli çok sağlıksız. Bilemiyorum başka ülkelerde de dördüncü güç olarak lanse edilen medya bu denli sağlıksız bir eğitim modeli sonucu deneyim kazanmış uzmanların çoğunlukta olduğu bir yapıya mı sahip?

Konunun başka bir boyutu daha var.

Geçtiğimiz aylarda devreye giren yeni ceza yasası eleştirilirken “hırsıza hırsız demek bile suç olacak” gibisinden yorumlar vardı. Yukarıdaki konuya örnek teşkil eden genci ele alalım. Bu kişi geçtiğimiz günlerde büyük bir internet yolsuzluğunun içinde olduğu gerekçesiyle göz altına alındı; kendisine hacker dendi, korsan dendi vb. Yarın bu kişinin suçsuzluğu ispatlanırsa, ya da iştirak etmiş olduğu suçun başta belirtilen düzeyde olmadığı ortaya çıkarsa, gazeteler ve diğer tüm medya geriye dönüp, ilk yakalandığında kaleme aldıkları tüm metinleri değiştirecek mi?

Elbette hayır!

Bu durum şimdiye dek pek sorun yaratmıyordu. Çünkü okuyan okumuş, dinleyen dinlemiş oluyordu ve medyanın arşivinde çürüyüp gidiyordu. Kişinin haksızlığa uğramış dahi olsa bundan sıyrılması nispeten daha kolaydı. Tekzip ise yeterince sağlıklı çalışan bir müessese değildi.

Oysa şimdi o arşivler tüm dünyaya açık halde. Internetten ilgili bir iki kelime ile arama yapıldığında o haber metni yıllarca daha insanların karşısına çıkmaya devam edecek. Diyelim ki bu kişi bir süre sonra bir iş başvurusu yapacak ve diyelim ki firma internetten kişi hakkında arama yapacak.

Buyrun ayıklayın pirincin taşını.

Kısacası neyin ne şekilde yapılacağını açıklayan yasaları çıkarmakla, o olguyu yaşamımızın bir parçası haline sağlıklı bir şekilde getirme sürecini gerçekleştirmiş olmuyoruz. Daha ziyade o sürecin başlamasını sağlamış oluyoruz o kadar. O olguyu idrak edip yaşamımıza entegre etmiş olmak için ise zamana gereksinimimiz var.


Bundan böyle bu sadece konu AB olunca gündeme gelecek bir kavram diye düşünüyorduysanız; bir kez daha düşünün!


Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (17 09 2005)

Pazartesi, Eylül 12, 2005

BİLGİ TOPLUMU OLACAĞIZ İNŞALLAH


Bu yazı aslında biraz kendi ayağıma kurşun sıkmak gibi olacak ama varsın öyle olsun. Türk Hava Yolları bir süredir bazı hizmetlerini elektronik ortama taşıyor. Şahsen bunlar içinde en çok kullandığım hizmetleri, internet üzerinden check-in işlemi yapmak.

Aynı gün ya da bir iki gün sonrasına bilet aldıysanız, bilet üzerindeki bir iki bilgiyi girerek, check-in ekranına erişip, internet üzerinden oturmak istediğiniz koltuğu seçebilirsiniz.

Internet üzerinden check-in yapmanın sağladığı bir diğer kolaylık da havaalanına gittiğinizde ayrı bir kontuardan işleminizi tamamlayabilmeniz. Böylece özellikle yoğun saatlerde uçacaksanız, kuyruk bekleme süreniz en aza inebilmekte.

Tabii ala turca yaklaşım modelimiz sürece burada da damgasını vurmuyor değil. Örneğin İstanbul Atatürk Havalimanı gibi yoğun trafiği olan havalimanlarında bu tür özel bir kontuar var. Hatta eğer o kontuarda kimse yoksa business class kontuarından işleminizi gerçekleştirebilirsiniz (ekonomi biletiniz olsa bile). Ancak örneğin Antalya Havalimanı’na gittiğinizde, böyle bir ayrıcalık olduğunu bilen kimse yok (başıma geldi).

Bu bir ayrıcalık değilse hiçbir yerde olmasın; ayrıcalıksa her yerde olsun. Örneğin konuyla ilgili yayınlanmış iç bilgilendirme notunu okumamış bir personelin yaratmış olabileceği bu tür bir memnuniyetsizlik ne yazık ki genele sıçrayabilir.

Her neyse burada THY’nin hizmet kalitesinden bahsetmek istemiyorum. Daha ziyade söz edeceğim şey son dönemde THY’nin bazı havalimanlarına yerleştirdiğini yeni bir cihaz. O da kendi kendine check-in yapma kiosku. Check-in kontuarlarının yanında duran ATM görünüşlü bir cihaz vasıtasıyla kendi kendinize check in yapabilir, boarding pass kartlarınızı alıp direkt uçağın kalkacağı kapıya gidebilirsiniz.

Her ne hikmetse en yoğun saatlerde bile bu cihazların başında kimse yok. Özellikle yoğun saatlerde bagajsız yolcuların check in yaptığı kontuarlarda bile uzun kuyruk varken bu cihazların kullanılmıyor olması bende yine doğal olarak bilgi toplumu olgusunu ne kadar algılamışız türünden sorularını uyandırıyor.

Biraz da cihaz benzerliğinden olsa gerek, ülkemizde ATM kullanımının başladığı yılları anımsıyorum. 80li yılların ikinci yarısı. Bugün ATM kullanan nüfusun büyük bir kısmı o yıllarda ve sonrasında 90lı yıllarda ATM’den uzak durdu. Öyle ki bankalar şubeden içeri girip para çekmek isteyen müşterilerini hemen kapının dibindeki ATM’ye yönlendirmeleri için şube personelini yoğun eğitimden geçirdiler. Sonuç : Sıfır.

Ta ki bankalar, firmalarla maaş ödeme anlaşmaları imzalayana dek. Bu tür anlaşma imzalayan firmalara, bankalar ATM kartı verdi ve maaşları da hesaba yattı. Maaşı bankaya yatan kişiler de ATM kartını kullanmaya mecbur kaldı. Çünkü parayı çekmek için ertesi gün şubenin açılmasını bile bekleyememe durumu pek çok kişi için geçerliydi.

Bir başka deyişle zorunluluk öğrenmeyi beraberinde getirdi. Buradan bir genelleme yapılabilir mi ya da yapılırsa ne kadar doğru olur bilmiyorum ama bilgi toplumuna geçme sürecinde elektronik imkanlardan istifade etme zorunlu bir hal almadıkça kimse tarafından dikkate alınacağa benzemiyor.

Hele bir de süreçleri daha iyi hale getirerek elektronikleştirmezsek. Mesela yukarıdaki THY örneğinde, internetten check in yapmanın havalimanında aynı işlemi yapmaya göre bir katma değeri var. O da oturacağınız koltuğu sizin seçiyor olmanız. Havalimanında ise ne çıkarsa bahtınıza. Yani sürecin elektronik halinde bir iyileştirme, cazibiyet merkezi olma durumu söz konusu.

Peki şu örneğe ne demeli? Her velinin başından geçen olay bu sene de bizim başımızdan geçti ve lise giriş sınav sonuçlarını bakanlığın web sitesinden öğrenmeye çalıştık. Yavaşlık vs olağan ama şu sonuç çok şaşırtıcı geldi bana. Gerekli bilgileri girip de sonucu ekranda görünce açıklama şöyle bir şeydi : 34400 numaralı okulu kazanmıştır.

Peki 34400 numaralı okul hangisidir? E kardeşim onu da lütfen kılavuzu aç bak. Peki kılavuz yanımda değil, siz lütfedip web sitenizde görünen bir yere koyamadınız mı? Çıt yok!

Bir saat internette özel okul kodlarını aradım ve özel bir dersanenin sitesinde, bakanlığın bir kaç saat önce yapmış olduğu yazılı açıklamanın taranarak siteye konmuş halini buldum. Bakanlığın kendi sitesinde yer almayan.
Bilgi toplumu olacağız da şunun ne demeye geldiğini bir bilsek önce; bakın nasıl oluruz en bilgilisinden…

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (10 09 2005)

Çarşamba, Eylül 07, 2005

ÖZGÜR INTERNET GERÇEK REYTİNG


Bir buçuk yıl ara ile iki FCC başkanının geniş bant internet erişimiyle ilgili açıkladıkları politika yaklaşımı devlet kurumlarının ABD gibi ülkelerde bile internete bakış açılarının ne kadar farklılık gösteriyor olması açısından oldukça önemli.

FCC, Federal Communications Comission (Federal Haberleşme Komisyonu), 1934’te ABD’de çıkmış bir yasa ile kurulmuş ve doğrudan ABD kongresine bağlı. Görevi de her türlü haberleşmeyi (tv, radyo, uydu, kablo, telsiz) regüle etmek, düzenlemek.

2004 Şubat ayında o zamanki başkan Michael Powell, geniş bant internet erişiminin yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte dört temel özgürlüğün altını çiziyordu:

1. İçeriğe erişme özgürlüğü
2. Yazılım uygulamalarını kullanma özgürlüğü
3. Kişisel cihazları internete bağlayabilme özgürlüğü
4. Geniş bant hizmet türleri hakkında bilgi edinme özgürlüğü


Ağustos 2005’te ise başkan Kevin J. Martin liderliğindeki komite politika yaklaşımı olarak bu sınırsız görünen özgürlüğü şöyle sınırlamakta:

1. Tüketicilerin yasadışı olmadığı sürece dilediği internet içeriğine erişim hakkı vardır
2. Kanuni bir kısıt olmadığı sürece, tüketicilerin diledikleri yazılım uygulamalarını çalıştırma hakkı vardır
3. İletişim ağına zarar vermediği sürece tüketicilerin dilediği yasal cihazı internete bağlama hakkı vardır
4. Tüketicilerin altyapı sağlayıcıları, uygulama ve internet firmaları, içerik geliştiren firmaları arasında rekabete göre hizmet alma hakkı vardır


Ilk bakışta iki liste arasında pek bir fark yokmuş gibi görünüyor. Ancak tmeel olarak bir yanda hak sahibi olmak varken diğer yanda “tüketici” durumuna indirgenmişlik söz konusu. Bir yanda internete erişen bireyler, demokrasi müessesesinin hem varlık nedeni hem de riayet edeni olarak özgürlüklere sahipken, diğer yanda demokrasiyi kendi denetimi altına almışlığın ses tonu, bireyleri demokrasinin tüketicisi haline getirmekte.

MÜKEMMEL REYTİNG ÖLÇÜMÜ

Bu tartışmanın ülkemizle ve ülkemizdeki sınırlı internet kullanıcılarıyla ne ilgisi var diye düşünülebilir. Bu aslında geriden gelmeyi bir avantaj haline getirebilme ve önden gidenlerin deneyimlerinden ders alma arzusu.

ABD son birkaç yıldır ivmelenme gösteren geniş bant internet erişimi olgusuna nasıl yaklaşıyor? Ülkemizde de Telekom’un atağı ile ADSL altyapısı sayesinde geniş bant internet erişimi evlerimize de girmeye başladı. Daha önce kablo TV altyapısı vesilesiyle küçük orta boy işletmelerin kullandığı genişbant altyapısı artık bireysel kullanıcıların da vazgeçilmez tercihi haline geliyor.

Genişbant sayesinde internet evlerde çok daha kabul gören bir araç haline gelecek. Ekranın başında dakikalarca beklemek sona erdiğinde, bilgisayar ile televizyon arasındaki engeller teker teker ortadan kalktıkça, televizyon dünyasında da çok ciddi dönüşümler olacak.

En tipik örneği “reyting” konusudur. Bugün tüm ülkede televizyon izleme konusundaki istatistikler birkaç yüz tane haneye konmuş olan cihazlara göre tespit ediliyor. Yani çok küçük miktardaki bir örnek çok büyük bir çap için (tüm ülke) namzet teşkil ediyor.

Oysa yarın televizyon yayınlarını izlediğimiz cihaz, bilgisayar düzeyinde “zekaya” sahip olduğundan, yayını izleyen tüm cihazlar o sırada ne izlenmekte olduğu bilgisini yetkili bir merkeze gönderebilir. Böylece birkaç yüz kişi ile değil, tüm ülkenin tamamına yakınından alınacak reel verilere dikkate alınarak reyting ölçümleri yapılabilir hale gelir.

Tabii iliklerimize dek işlemiş olan güvensizlik duygusu burada da (özellikle çıkacak sonuçları beğenmeyenler için) devreye girecek ve “hackerların araya girip verileri değiştirmediği ne malum” yaygarasını koparacaklardır.

Internete erişebiliyor olmak başlı başına bir yenilikken, modem ile bağlanmak yerine hızlı hatlar üzerinden ucuza internete erişmek, konuya yepyeni bir boyut getirmekte.

O nedenle son on yılı interneti ıskalamış olarak geçirenlere müjde! ADSL, kablo tv gibi hızlı internet erişim altyapısı sayesinde aradaki farkı kapatabilir ve bilmemenin verdiği nedensiz (ama kendinizi bile rahatsız eden) eleştirel yaklaşımınızdan da kurtulabilirsiniz.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (03 09 2005)

Pazartesi, Ağustos 29, 2005

SİBERE GEÇİŞTE İKİ ÖRNEK


Bir yandan siber dünya kademe kademe yepyeni bir yaşamın kuruluşunu gerçekleştiriyor. Diğer yandan baktığınızda ise kurulan bu yeni dünya, (olgusal anlamda) dışarıdaki bildiğimiz eski dünyanın, yeni koşullara göre uyarlanmasından başka bir şey değil.

İşte size yeni bir örnek; yeni bir meslek: Profesyonel Bilgisayar Oyunculuğu!

Anne babalar daha yeni, çocuğumuz mühendis olsun, doktor olsun saplantısından kurtulmuşken, futbolcu da olunabileceği, reklam yazarı da olunabileceğini idrak etmişken, karşılarına hazmı çok daha zor yeni yeni meslekler türüyor.

Bir düşünsenize; bilgisayar oyunu oynayarak insan hayatını nasıl kazanabilir?

Ama oluyor. Nüfusunun onda yedisinin (ADSL türünden) hızlı internet erişimi ile siber aleme bağlı olan Güney Kore gibi ülkelerde daha şimdiden bu tür meslekler, yılda bireylere milyonlarca dolar para kazandırmaya başlamış durumda bile (geçtiğimiz günlerde, bir internet cafede zaruri molalar dışında 50 saat durmaksızın bilgisayar oyunu oynayan bir gencin ekran başında öldüğü haberini duyarsanız, konuyu bu çerçeve içinde değerlendirin lütfen)

G.Kore gibi ülkelerde bilgisayar oyunları, televizyonlarda canlı olarak gösteriliyor. Tıpkı bizim Pazar günleri televizyonun başına geçip futbol seyretmemiz gibi. Hal böyle olduktan sonra gerisini siz tamamlayabilirsiniz: Meraklı izleyiciler, reklamlar, sponsorlar ve doğal olarak oyunun başrolündeki oyuncuların bu işi meslek haline getirmeleri.

Bu örnek de tipik olarak bize şu iki aşamalı geçişi anlatıyor:

· Sokaktaki hayattan bildiğimiz olgular, siberleşerek sanal dünyada yerini alacak
· Bu süreçten, resimde hiç olmayan kişi ya da kuruluşlar kazançlı çıkacak


Sokakta futbol var, spor var, eğlence var. Sanal alemde de bunların muadili bilgisayar oyunları var. Sokakta bu işe para yatıran yatırımcılar var. Sanal alemde de. Sokakta bu işten para kazan sporcular ve yan sanayi var. Siber alemde de daha önce yüzüne dönülüp bakılmayan, en iyi bildiği şey “bilgisayar oyunu oynamak” olan bireyler var; yine yan sanayi var.

Canlı spor müsabakalarını seyretmekten hoşlanan birisi olarak, canlı bir bilgisayar oyununu seyretmenin de kendine göre zevkli bir yanı olabileceğini düşünüyorum. Oysa insanın ilk akıla gelen şey; şahsen ben oynamıyor olduğum sürece ne tür bir zevk verebilir ki oluyor. Oysa bir spor müsabakası izlerken aklımıza bu durum pek gelmiyor.

e-ÜÇ KAĞIT

Nasıl ki gençlerin hepsini spor gibi olumlu alanlara kanalize etmekte başarısız olunuyorsa, sanal dünyada da sokaktaki yaşamı siberleştirme sadece olumlu örnekleri almakla sınırlı kalmıyor.

Her ne kadar G.Kore, Nijerya’ya göre o kadar da gelişmiş olmasa bile, her ne kadar Nijerya’da eğitimli, İngilizce bilen genç nüfus sayısı çok yüksek olsa da, siber alemin Nijerya’da kendini gösterme biçimi, ne yazık ki olumsuz yönde.

Bugün siber kültüre girmiş bir kavram var : “Nijerya Kaynaklı Üç Kağıt”. Mutlaka sizin eposta kutunuza da hafta bir kaç tane Nijerya çıkışlı eposta geliyordur. Elinin altında çok yüklü miktarda para olduğu halde ülke dışından birinin (mesela sizin) yardımınız olmadan o parayı oradan çıkaramayacak mağdur sesli bir eposta. Ya da hiç haberiniz olmadığı halde güya çekilişine katılıp da en büyük ikramiyeyi kazandığınızı haber eden bir eposta.

Sakın taş attım da kolum mu yoruldu demeyin. Onun yerine şöyle düşünün: Bana neden bu kadar para vermek istesinler ki?

Çünkü aslında size o parayı verecek kimse yok. Öyle bir para da. Ama masraflar, vergiler, vb diye sizden azar azar para tırtıklayacak uyanıklar, Nijerya’daki internet kafelerde sizin zokayı yutmanızı bekliyorlar.

Türkiye sanal alemde yerini ne tür bir rol ile alacak, bu henüz belli olmadı. Gönül elbette ki Türk Kültürüyle, Türk Tarihiyle çelişmeyecek bir şekilde gerçekleşsin istiyor. Her ne kadar bugün geldiğimiz düzey olumsuz sinyaller veriyorsa da…

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (27 08 2005)

Salı, Ağustos 23, 2005

INTERNETTE BİLGİ ARAMA (SANATI)


Geçtiğimiz günlerde BusinessWeek dergisinin internet sitesinde okuduğum bir makalede son dönemde ABD’de Google, Yahoo gibi arama motoru hizmeti firmaların, teknoloji alanında çalışanların en çok rağbet ettiği firmalar olduğu belirtiliyordu.

Öncelikle bu tercihin gerisinde, arama motoru hizmeti veren bu tür firmaların finansal anlamda diğer teknoloji firmalarına göre daha güçlü durumda olmaları yatıyor olabilir. Google’ın geçen sene halka arzı ile başlayan ivmelenme devam ediyor.

Peki bu sayede son kullanıcı durumundaki bizler ne gibi şeyler bekleyebiliriz; biraz da onu irdeleyelim.

Internetin yaygın kullanıma başlamasıyla dünya üzerinde bireylerin erişimine sunulan bilgi hacminde de inanılmaz bir artış oldu. İş o noktaya geldi ki bir yanda “internet dediğin şey bilgi çöplüğüdür” yakıştırmaları yapılırken diğer yanda da değerli bilgiyi değersizinden ayırabilmek, ya da aradığın asıl bilgiye ulaşabilmek kavramları giderek daha önemli hale geldi.

Arama olgusuna yeni bir bakış açısı getiren Google’un başarısı bunun en tipik örneği. Google aradığınız kelimelerle ilgili web sitelerinin listesini, sizden önce yapılan aynı aramalarda en çok tercih edilme durumunu dikkate alarak listelemekte.

Ancak hala önemli bir eksik var. Veri, enformasyon ya da bilgi arasındaki farkı, mevcut mimari özelliği itibariyle ortadan kaldıran altyapısı nedeniyle internette gerçekten de istenen bilgiye erişebilmek ciddi bir sorun haline gelmeye başladı. Bu sorun her geçen gün geometrik olarak artmakta.

BİR SONRAKİ SAVAŞIN ADI : LEBLEBİ

O nedenle daha çok beyin kapasitesinin arama motoru firmalarına kayması, bu firmaların, bir sonraki savaşı kazanabilmek için özel yeni imkanlar üzerindeki çalışmalarını daha da yoğunlaştırmasında önemli bir etken olacaktır.

Bu tür yeni gelişmekte olan teknolojiler kademe kademe ilerleme gösterdiğinden, süreci yakından izleyen müdavimler için bir sonraki iki sonraki adıma konsantre olmak ve onların gerçekleşmesini izlemek, gerçekten de çok önemli, değerli ve zaman alıcı bir durum.

Ancak konuya dışarıdan bakan olmanın verdiği rahatlıkla bakarak, kendimize şu soruyu sormak hiç de lükse kaçmaz: Internette nasıl bir arama mekanizmasına gereksinimimiz var?

Bir kullanıcı olarak bu soruyu kendinize sordunuz mu hiç? Google, MSN ya da Yahoo’ya gittiğinizde arama çubuğuna ne yazıyorsunuz? Neye ulaşmak için? Şu anki durumda o sitelerin paradigması biz kullanıcıları yönlendiriyor. O sitenin gerisinde çalışan mekanizmaya, kendimizi onun anlayacağı biçimde ifade etmeye çalışıyoruz.

Örneğin eğer dedikodusunu duyduğumuz Van Der Graaf Generator’u uzun yıllar sonra çıkan olası yeni albümü hakkında bilgi arıyorsak, belki de anahtar kelimeler olarak “Van Der Graaf Generator” +”new album” gibi kelimeleri soruyoruz arama motoruna.

Peki bizim doğamıza, beyin yapımıza uygun olan soru bu mu? Örneğin bu sorunun cevabını bilebileceğini düşündüğümüz bir tanıdıktan ya da uzmandan aynı bilgiyi talep ettiğimizde ona “Van Der Graaf Generator” “yeni albüm” mü diyoruz?

Hayır! Daha ziyade şu kritik soruyu soruyoruz: “Van Der Graaf Generator’ün yeni albümü çıktı mı?”. Ayrıca bu soruyu sorarken beklediğimiz cevabın kuru bir “evet” ya da “hayır” olmadığını da belirtmek lazım. Çıktı ise adı ne, nereden edinebilirim, hatta belki şarkı listesi ne gibi soruların da cevabını bekliyorum. Çıkmadı ise çıkması gündemde mi, yoksa zaten uzun yıllardır albüm çıkarmayan grubun daha uzun bir süre daha çıkarmayacağı mı bekleniyor, bunları da öğrenmek isterim.

İşte bir arama motorundan beklediğim şey bu. Leb demeden leblebiyi anlaması.

Leblebiyi oluşturan bilgilerin hangi web sitelerinde olduğu ilk etapta beni ilgilendirmiyor. Önce cevabımı alayım. Sonra örneğin aradığım albümü satın almak istiyorsam, onun satıldığı web sitelerinin listesine bakabilirim.

Kim olduğu, öldü mü yaşıyor mu muamma olan Trevanian namlı yazarın Şibumi adlı başyapıtında da belirttiği gibi aranan bilgiye ulaşmak giderek daha bir sanat olmaya başladı – bilim olmaktan çıkıp.

(Bu arada meraklısına not: Van Der Graaf Generator, uzun yıllar sonra, dört kişilik orijinal kadrosuyla, bir araya gelip Present adında bir albümü bu yıl çıkardı)

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (20 08 2005)

Pazartesi, Ağustos 15, 2005

ALDATMA SANATI


Adı Aldatma Sanatı olan bir kitap okurken, başınıza ilginç kazalar gelebilir. Örneğin eşiniz ya da kız/erkek arkadaşınız doğal olarak kitabın içeriğinin teknolojik aldatmayla ilgili olduğunu pek tahmin etmeyebilir. Burada bahsedeceğim kitabı okurken, bu açıdan da dikkatli olmak lazım.

Kevin Mitnick adı geçtiğimiz yıllarda sıkça gündeme gelmişti. Tarihteki en büyük hackerlık olayının başrolü oyuncusu olarak, uzun yıllar gözetim altında tutuldu. FBI, mahkemeye çıkarma konusunda isteksizdi çünkü tam da ne ile suçlayacaklarını bilemiyordu. Gerçekten de çıkarıldığı mahkemede sadece kabahat düzeyindeki faaliyetlerinden dolayı “kulağı çekildi”. O da buna karşılık uslu çocuk oldu. Şimdi güvenlik konularında danışmanlık yapıyor. Hatta ülkemizdeki bir bilgisayar etkinliğine video konferans ile katılıp açılış konuşması yapmıştı.

Geçtiğimiz günlerde Mitnich’in 2002 yılında ABD’de piyasaya çıkmış olan Aldatma Sanatı adlı kitabu ODTÜ Yayınları tarafından dilimize kazandırıldı.

Mitnick burada, pek de bilgisayar dehalığı düzeyinde teknik bilgiye sahip olmadan ABD’de neler yapılabileceği konusunda yaşanmış güzel örnekleri anlatıyor. Buna da Toplum Mühendisliği adını veriyor.

TOPLUM MÜHENDİSİ OLMAK

Bir örnekle toplum mühendisliğini inceleyelim:

Bir video kiralama zincirine ait ofisi arıyor ve oradaki kişiye, aldığınız hizmetten çok memnun olduğunuzu, bununla ilgili ofisin müdürüne bir teşekkür mektubu yazmak istediğinizi, müdürün adını öğrenmek istediğinizi söylüyorsunuz. Bu güzel telefonu alan görevli size müdürün adını söylüyor. Bu gizli bir bilgi değil ki. Ayrıca mektubun bir kopyasını genel müdüre de göndermek istediğinizi, şubenin kod numarasını da soruyorsunuz. Bunu da öğreniyorsunuz.

Daha sonra zincirin bir başka şubesini arıyor ve kendinizi az önce öğrenmiş olduğunuz isimle tanıtıyorsunuz. Kodunu öğrenmiş olduğunuz şubenin müdürü olarak. Ve bilgisayarda teknik bir problem olduğunu, şubenizde karşı şubeden sürekli video kiralayan bir kişinin olduğunu ve bir film kiralamak istediğini ancak bilgisayar çalışmadığından müşteri olup olmadığı kontrolü yapamadığınızı belirtiyorsunuz.

Karşıdaki kişi bilgisayardan verdiğiniz ismi kontrol ediyor ve müşteri olduğunu teyit ediyor. Acaba diyorsunuz, son kullandığı kredi kart bilgilerini de verebilir mi? Müşteri kartını yanında getirmemiş. Karşı şubenin personeli o bilgiyi de veriyor. Bingo.

Burada dikkat edilirse, önce kimsenin gizli demediği bazı firma bilgilerine ulaşıldı. Örneğin şube müdür adı, şube kodu gibi.

Daha sonra da firmanın diğer şubesi aranarak ve bir güven unsuru oluşturarak, az önce edinilmiş olan bilgilerin yardımıyla asıl erişilmek istenen bilgiye ulaşıldı.

Kitap bu tür örneklerle dolu. Örneğin bir başkası, yukarıdaki kadar zararsız değil. Bir yazılım destek uzmanı, bir bankanın EFT merkezine destek verirken süreci öğreniyor ve süreçteki kritik bir bilgiyi (hergün değişen şifre) ele geçirdikten sonra bir telefon kulübesinden sanki yetkili bir personelmiş gibi EFT talimatı veriyor. Sonuç on milyon dolarlık bir kaçak.

Peki her gün değişen o şifreyi nasıl öğreniyor sanıyorsunuz? Çok kolay. Görevi gereği ofise girip çıkarken, EFT yapma yetkisi olan personelin her gün değişen şifreyi kolaylık olsun diye bir kağıda yazıp ekranlarının bir kenarına iliştirdiklerini fark ediyor. Dört haneli şifreyi ekranın yanından geçerken hafızasına kaydediyor. O kadar.

Firmanın faaliyet alanı ne olursa olsun, bu tür gizli olmayan bilgiler, her firmada ortalıkta dolaşmakta ve kimse de bunlarla ilgili bir kural koymayabilmektedir. Örneğin sizi çalıştığınız firmanın uzak bir şubesinden arıyormuş gibi yapan bir kişi size günlük işlerinizle ilgili bir soru sorsa ne yapardınız?

Paylaşmaktan zarar gelmez statüsünde olan pek çok bilgi, aslında çok değerli bilgi olabilir. Bilgi olgusunda buna veri ile bilgi arasındaki fark denir. Sizin için her gün kullandığınız bir veri (diyelim ki yerine ulaşmayan bir kurye olduğunda arayıp rapor vereceğiniz telefon numarası) şirketinizde çalışmayan birisi için çok değerli bir bilgidir. (O numarayı arayıp kuryeyi başka adrese yönlendirebilir).

Aldatma Sanatı, güvenliğin en zayıf halkasının bilgisayarlar değil insanlar olduğunu her örnekte defalarca vurgulayan, önemli bir kitap. Aynı zamanda Kevin Mitnick’in de bir korsandan ziyade “kral çıplak” diyen birisi olduğunu göstermesi açısından da önemli.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (13 08 2005)

Pazartesi, Ağustos 08, 2005

ÖĞRENİLMİŞ ACİZLİKTE BİLGİ TOPLUMU


Kişisel gelişim seminerlerinde, eğitimlerde kullanılan beylik bir öykü vardır: Bir akvaryumun içine bir büyük bir de küçük balık koymuşlar ve bunları ortadan bir cam ile birbirinden ayırmışlar. Büyük balık, küçüğü her görüşünde ona saldırmış ve görünmez bir engel nedeniyle (aradaki cam) bunu başaramamış. Bir süre sonra artık büyük balık saldırmaktan vazgeçince aradaki camı kaldırmışlar. Küçük balık büyüğün yanından geçerken bile büyük balık ona saldırmamış.

Çünkü öğrenmiş olduğu bir şey (acizlik) var: Ne kadar saldırırsa saldırsın, küçüğü yutamıyor!

Bizim eğitim sistemimiz ve toplumsal kurallarımız da tıpkı o aradaki cam gibi zihinlerimizin daha gençken yaratıcılıktan, sorgulamaktan, araştırmacı olmaktan “kaçınmamızı” sağlamış. Şimdi birer yetişkin olarak her ne kadar her sabah okula gitmiyorsak da, yaşamımızla ilgili bir karar verirken yanımızda kimse bulunmuyorsa da aradaki o görünmez cam sayesinde, yaşamlarımızı sorgulayarak, araştırarak, yaratıcı bir şekilde yaşayamıyoruz.

Acizlik hepimize öğretilmiş!

Ve bu acizliği öğrenmiş insanlar olarak karşımızda 21. yüzyılın dev olgusu: Bilgi Toplumu.

Şimdi bunun doğal sonuçlarına bakalım:

* Ülkemizde internete erişen nüfus oranı çok düşük

* Sağolsun popüler medya sayesinde internet daha hala uyuşturucu ile, marjinal kitle harekeleri ile bir tutuluyor

* Internet konusunda bir gurunun gelip bize ne yapmamız gerektiğini anlatmasını bekliyoruz

* O guru büyük bir olasılıkla kendisine gelen e-postaları sekreteri ya da yardımcısı tarafından kağıda dökülerek önüne getirilen büyüklerimizden biri olacak

Ünlü Pareto Kuralı’na göre 20 kişi 80 kişiyi yönetir. Bizim ülkemizdeki sorun ise sanırım nüfusla orantıladığımızda henüz o 20 kişiyi bulamamış olmamız. Tökezlememiz bundandır. 82 sene önce cumhuriyeti kurup, bireylere kendi kaderini kendin tayin et demişiz; bireyler bugün kalkıp kendisinin yerine karar verecek en tutucu grupların peşinden gidiyor.

Beri yanda bu modeli benimsemiş yönetim kadrosu Türkiye’yi bilgi toplumu yapacak. Bunu bekliyoruz. Daha çok bekleriz.

Yıllar önce şahit olduğum bir yeniden yapılandırma çalışmasında yaşadığım paradoksa benziyor bu: Devasa bir proje. Herşey değişecek. Personel içinde müthiş bir gerginlik. Bakalım bu yepyeni şey ne olacak merakı ile herkes ilk toplantıya gitti. İlk toplantıda altmışlı yaşlarında bir danışman kürsünün başına geçip, değişimin yol haritasını anlattı.

Bunda ne var diyorsanız, bu tür şeylerin insanları nasıl etkilediği konusunu bir kez daha düşünün. ABD Başkanı’nın boyu, bizim başbakanımızın boyundan kısa diye Sn. Erdoğan’ın son ABD ziyaretinde kameraların karşısına oturarak çıktıklarını anımsayın!

Bu kısır döngüyü ortadan delen bir olgu son dönemde toplumun tamamı ile ilgili olmasa bile marjinal gruplar içinde tohum vermeye başladı. Bugün biz daha hala özellikle fiziksel ulaşım engelleri olan doğu illerimize internet gibi bir altyapının ilaç gibi geleceğini “aklımızın ucundan bile geçirmezken”, o illerimizin bazılarında, kendi imkanları (?) ile organizasyonlar düzenleyen sivil toplum örgütleri (?) elli yaşındaki kadınları bilgisayarın başına oturtmayı başardı.

Beşbin kişilik bir organizasyonda bile organizasyonel değerleri değiştirmek, kültürel değişiklik sağlamak beş-on yıl sürerken milyonlarca vatandaşın yaşadığı bir ülkede bu türden bir değişimi sağlamak ne yazık ki akşamdan sabaha olmuyor.

O halde şunları tespit etmek gerekir: Cumhuriyet 82 sene önce kuruldu ama kurulan devletin sınırları içinde kalan insanların hemen hepsinin ondan önceki 600 senelik dönemden dolayı her boydaki yöneticileriyle bir hesabı var (bana inanmıyorsanız masallarımızı okuyun, türkülerimizi dinleyin)

Çok doğal olarak bu hesaplaşmanın ezikliğini yaşarken bir de cumhuriyet yönetimlerinin kendi ideolojik ya da kişisel çıkarlarından dolayı iki ileri bir geri hareketini de ekleyin ve insanlarımızın durumunu buna göre yorumlayın.

Aklıma gelen tek çözüm şu: Körü körüne tek bir şeye inanalım (birey olarak): Kendimizi sadece kendimiz kurtarabiliriz. Kimseye bel bağlamayalım. Bu kurtarma sürecinde de şu an bugünün dünyasındaki en güçlü silah (doğru, etik vb demiyorum) teknoloji.

Yoksa kimin hain olup olmadığını tartışmak değil!


Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (06 08 2005)

Çarşamba, Ağustos 03, 2005

AĞ TOPLUMU TESADÜF MÜ?


Dünyanın her yerinden insanların, fiziksel uzaklıktan etkilenmeden birbiri ile temas halinde olabilmesi; ancak kapı komşularının kim olduğunu dahi bilmiyor olmaları!

Yeryüzü kültürünün böyle bir toplum modeline doğru dönüşme sinyalleri vermesi bir tesadüf mü yoksa son yıllarda yaşananların doğal bir sonucu mu?

İnsanın katkısının olmadığı, doğal denilebilecek, dönüşüm modelleri, insanın da işin içinde olduğu süreçler açısından bakıldığında daha “saf” görünmekte. Örneğin kağıt üretmek için dünyanın akciğerleri denilen Amazon yağmur ormanlarının katledilmesi, ilk bakışta hiç de doğal gelmeyebilir. Üç-beş kişinin para kazanma hırsı, doğallıkla nasıl açıklanır?

Oysa dünyaya, diyelim ki, bir meteor çarpması sonucu dinazor denilen türdeki dev canlıların kısa bir sürede yok olup gitmesi, çok doğal karşılanıyor. Bunun nesi doğal? Gelin kendinizi bir dinazorun yerine koyun ve düşünün bakalım; bir meteorun dünyaya çarpma gerekliliği ile üç beş tüccarın para kazanma hırsı arasında nasıl bir fark bulacaksınız. İkisi de aynı anlamsızlıkta.

Ama şöyle bir ortak özellikleri var: Öteki diğer olasılıklara karşı daha güçlü olma imkanı bularak, gerçekleşmişler. Bir başka deyişle doğal olanın doğa ile bir ilgisi yok. Daha ziyade gerçekleşecek kadar güçlü olan olasılık olmak ile bir ilgisi var.

Ağ Kültürü de (yani birbiri ile iletişim içinde olan bireyler, gruplar, toplumlar) son dönemde en güçlü olasılık olarak sahnede yerini alıyor. 60lı yıllardan başlayarak gelişme gösteren ve (görünürde) bireyin daha ön plana çıkmasını talep eden toplumsal olayların “doğal” bir sonucu olarak.

Ancak değerlendirilmesi gereken en önemli nokta; birey derken sizin ya da benim aklıma sokaktaki insan gelirken, bu dönüşümden en çok istifade edenlerin aklına başka grupların gelmesi. Bir düşünelim:

GSM ya da internet altyapıları sayesinde sokaktaki birey olarak neler kazanmış olduk? Dünyanın öteki ucundeki insanlarla iletişim kurabiliyoruz. Bu iletişimi günün her saati kurabiliyoruz. Dünyanın bilgisine araştırma yaparak erişebiliyoruz. Bu bilgileri gereksinim duyduğumuz ortamda kullanabiliyoruz.

Peki sizce her şey gerçekten de bunun için miydi?

Pek sayılmaz. O arada tüm bu altyapıyı kuran düzinelerce firma (sahipleri), bu altyapı üstünde yapılan ticari işlemler sayesinde binlerce firma (sahipleri) bu “bireye özgürlük” ortamından istifade etmiş durumda.

Şimdi gelin de herşeyin nedenini iki dakikalık telefon görüşmesi için sunulmuş olduğunu düşünün.


Bireyin özgürlüğü ve gereksinimleri, ikinci dünya savaşı sonrası dünyada yönetimleri derinden etkileyebilecek bir olgu iken bugün bu tehdit, bir afyon operasyonu sonucunda bertaraf edilmiştir.

Ey birey! Özgürlük mü istiyordun? İşte sana özgürlük! Konuşma hakkı mı? İşte sana konuşma hakkı. Bilgiye erişim mi? İşte sana tonlarca bilgi.

Şimdi sen bunların lojistik dertleriyle uğraşırken (sağlıklı bilgi ile yalanı ayırmaya çalışırken, konuşmaktan karşındakini dinlemeyi unuturken, tüm bunlara kavuşabilmek için kazanman gereken parayı kazanmaya çalışırken) bırak da perdenin gerisinde birileri bundan farklı şekilde nemalansın.

Son yıllarda pek çok konu için olduğu gibi Internet için de benzer düzeysizlikte bir içerik; “internet ile ilgili bilgiler/sorunlar” kategorisinde dünyaya sunulmakta. Gereksiz epostalardan kurtulmak, müzik dosyalarını paylaşmak, hat kapasitelerini artırmak, daha çok kullanıcının erişebilmesini sağlamak, kötü içerikli web sitelerinden korunmak, vb.

Gerçekten de sorunumuz bu mu? Yoksa çok daha temelde yaşamlarımızı çok daha ciddi bir düzeyde etkileyen başka bir gündem, içerik, yönlendirme var da bunun farkında değil miyiz?

Toplumların örümcek ağı gibi birbirine bağlanması bir tesadüf değil. Bu, bireylerin talepleri sonucunda oluşmuş da değil. Globalizme karşı gösteri yapanlar da birey. Tıpkı Irak’ta, Afganistan’da öldürülenlerin de insan olduğu gibi. Ancak ne o bireylerin görüşleri dikkate alınıyor; ne de onların ölmesine neden olan olaylar “barbarca” diye yorumlanabiliyor.

Mevcut (yapay) gündem sayesinde bu olgunun tehdit oluşturacak şekilde kullanılabilecek bir araç haline gelmesi de engellenmiş oluyor. Dünyaya geçmiş olsun! Bakalım sırada hangi gezegen var! (ve sokaktaki birey, yaşamını sürdürebildiği sürece, aslında, “bu savaş onun savaşı değil”; dert etmesin!)

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (30 07 2005)

Pazartesi, Temmuz 25, 2005

KOMİSYONCULUKTAN KURTULMAK




Ülkemizdeki verimsizliğin, dolayısıyla da mutsuzluğun, umutsuzluğun gizli nedenlerinden bir tanesi de aslında süreçlere yaklaşım modelimizle ilgili. Şöyle ki; üç parçaya ayrılıp, beş kişiyle yapılabilecek bir iş, onüç parçaya ayrılıp, onun için elli kişilik istihdam yaratıldığından, beş kişinin mutlu mesut yaşaması yerine elli kişinin yarı aç yarı tok yaşamasını kader olarak kabullenmiş durumdayız.

Süreçleri bu şekilde verimsizleştirme konusunda uzmanız. Öyle ki üçü onüç yapmak için yaptığımız tek şey onu ince dilimlere bölmek değil. Sürecin önüne arkasına gereksiz parçalar eklemeyi de ihmal etmiyoruz.

Basit bir örnek: Sokakta bir milyon liraya satılan işporta kalemler. Tahtakale’nin arka sokaklarından diyelim ki 750 bin liraya alınıyor; bir milyona satılıyor. Bu aslında 750 bin liraya satılabilecek bir mala, fazladan bir süreç icat edip, araya bir gelir katmanı daha yaratıp, süreci gereksiz yere büyütmektir.

Denilebilir ki “ama ürün ayağına kadar getiriliyor!” İyi güzel de ayağınıza kadar gelmesiyle, beş yüz metre öteye gelmesi arasındaki fark bu kadar mı olur? Yani millet olarak bu kadar mı saraylıyız? Elimizi sıcak sudan soğuk suya sokmak istemiyoruz.

Bir başka açıdan bakalım. Tamam kabul, bir katma değer yaratılıyor ve “saraylı” kimliğimize zarar getirmememizi sağlıyor. Peki sabahtan akşama dek 250 bin lira için mücadele eden bireyleri düşünelim. Bu birey, temelde, gerek fiziksel gerekse de zihinsel anlamda çok daha fazla verim üretebilecek potansiyele sahiptir. Ancak birinden 750 bin liraya aldığı malı bir milyon liraya satma aracılığına sıkışıp kalmış durumdadır. Sorun nerede? Sorun şurada: O 250 bin lira o kişinin gereksinimlerini karşılayamamaktadır. Bu da onu mutsuz yapmaktadır.

Tüm bunların, teknolojiden internetten bahseden bu köşe ile ne ilgisi var diye merak edenler için konuyu irtibatlandırayım.

Büyük bir tehlike kapımızda!

Internet bu gereksiz aracıları, bir başka deyişle komisyoncuları, birer birer ortadan kaldıracak. Şu an o kadar farkında değiliz ki cebimizden çıkarıp ödemesini yaptığımız paranın ne kadarının satın aldığımız ürünün üreticisine gidiyor; ne kadarı üretici ile bizim aramızdaki komisyonculara, aracılara; sürece gerekli gereksiz kendisini katarak, al-ver yapıp para kazananlara gidiyor – bilmiyoruz.

Dün arada muazzam bir engel vardı. Fiziksel engel. Bugün internet altyapısı bu engeli ortadan kaldırmış durumda. Bugün dünya üzerinde artık şu düzeydeki komplike işlemler yapılabilmektedir:

Türkiye’de yaşamakta olan siz, bulunduğunuz yerden internete girerek, ABD’de bir bilgisayar üzerinde yer almakta olan bir web sitesini kullanarak, İngiltere’de hizmet vermekte olan bir firmadan bir sipariş verebilirsiniz. Kredi kartınız Fransa menşeili olabilir ve ABD’deki site, İngiliz firması için, Türkiye’deki size ait kredi kartınızı Fransa’daki bankanıza sorarak onay aldığı taktirde, firmanın Şili’deki deposundan malın yola çıkmasını sağlayabilir. Eğer siz teslimat adresi olarak (diyelim ki bu bir hediyelik eşya olsun) hediye edeceğiniz arkadaşınızın İspanya’daki ev adresini vermişseniz; o mal İspanya’ya ulaştırılır.

Şimdi Fethiye’de yetiştirilen domateslerin, alıcı toptancısı olmadığı için, İstanbul Ankara gibi büyük şehirlere taşınamadığından dolayı, Fethiye’de mahsül denize döküldüğü için, İstanbul’da ise domatesin kilosunun 500 bin lira olduğu için gelin de üzülmeyin!

Bu model değişecek! Buradan, katma değeri sadece aracılık etmek olanlara sesleniyorum. Kendi iş süreçleriniz içinde, katma değerinizi aracılık yapmaktan öteye taşıyabilmelisiniz. Yoksa siz farkında bile olmadan, birileri gelip, işinizi de ekmeğinizi de elinizden alacak.

Globalleşme denilen şeyin ne demek olduğunu o zaman daha iyi anlayacaksınız. Yarın yaptığınız işi, adını bile duymadığınız ülkelerdeki, şehirlerdeki rakiplerinize kaptırmış olacaksınız. Şu basit dönüşümün dünyaya etkileri o kadar büyük ki - bu konuya neden bu kadar önem verdiklerine şaşırmayın!

Tek yol (…) internet ! (Parantezin içindeki boş yere dilediğiniz sıfatı ekleyebilirsiniz – amma olumlu amma olumsuz! Ama gerçek!)

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (23 07 2005)