Pazartesi, Mayıs 29, 2006

İKİNCİ DALGA (MI) GELİYOR


The Graduate filmini pek çoğunuz anımsayacaksınız. Kolejden yeni mezun olmuş, üniversiteye mi gitsin hali vakti yerinde babasının yanında iş hayatına mı atılsın değerlendirmesini yapmak için koca bir yaz mevsimine sahip olan esas oğlan (Dustin Hoffman) önce komşuları Bayan Robinson ile bir gönül ilişkisine girer. Sonra da bayan Robinson’ın kızıyla, kız tam kilisede evlenmek üzereyken, kaçar gider.

Filmi izlemediyseniz bile, Simon ve Garfunkel ikilisinin Mrs. Robinson şarkısını mutlaka biliyorsunuzdur. İşte o şarkının finalde söylendiği film.

The Rumor Has It isimli yeni Hollywood filmi ise hikayenin devamı şeklinde. Aradan yirmi küsur yıl geçmiştir ve o gün kiliseden kaçıp Meksika’ya gitmiş olan Bayan Robinson’ın kızı, birkaç gün sonra geri dönmüş ve orada öylece yüzüstü bıraktığı adamla evlenmiş, iki kız çocuğu olmuş, hatta ölmüştür.

Mrs. Robinson ile ilk filmde Dustin Hoffman’ın canlandırdığı Beau Burroughs ise halen yaşamaktadır. BB’yi bu yeni filmde Kevin Costner canlandırmaktadır ve bu kez sahneye üçüncü kuşak çıkmaktadır...

Filmle yollarımız burada ayrılıyor. İşin ilginç yanı ilk filmde hangi baltaya sap olması konusunda kararsız olan BB, bu ikinci filmde karşımıza Silikon Vadisi’nin en çok aranan yatırımcılarından birisi olarak çıkıyor olması.

BB gibi yatırımcıların akıttığı para ile patlama yapan 90ların internet devrinin şu sıralar yeniden geri dönüşe hazırlandığı yolunda gelişmeler var. California’da geçtiğimiz günlerde yapılan ilgili bir konferansa tam yebi bin kişi katılmış durumda.

Finansal ve siyasi açıdan son 8-10 yıldaki gelişmelere baktığımızda ilginç bir döngü ile karşı karşıya olduğumuz görüyoruz. Global anlamda.

Öncelikle iki Clinton döneminden sonra iki Bush dönemi geldi. Bu süreçte de bizim belediye hizmetlerinden bildiğimiz bir model global anlamda icra edildi – edilmekte. Bu model kaldırım taşlarını değiştirmek olarak özetlenebilir : Yık yeniden yap, iş olsun !

90lı yıllarda teknoloji dünyasında gördüğümüz ivmelenme, bundan daha farklı olarak, mevcut üzerine yeni şeyler yarat modelini tercih etmişti. Ancak bu maceracı yoldan yorulmuş olunacak ki konvansiyonel modele geri dönüldü.

Dönülmüştü. California’da gözlemlenen bu yeni kıpırdanma gelecek dönemin de buna paralel olarak değişiklik göstereceğini işaret edebilir.

Peki bu kez itici güç ne olacak? Bir yanda web teknolojilerinin geliştirilmiş versiyonları ortaya çıkarken diğer yanda donanımların ucuzlatılması ve her eve en az bir bilgisayarın girmesinin sağlanması gibi bir strateji söz konusu. Bu sağlandıktan sonra hızlı internet erişim altyapısı artık evlerin elektrik, su tesisatı gibi değişmez bir parçası haline gelecek.

Öte yanda zirve dönemini yaşan bir “bilgiyi bulma” süreci yaşanıyor. İlk on yılında bilgiyi dijitalleştiren dünya şimdi de o dijital veri yığını içinde kendisine uygun bilgiye ulaşma ya da bilgiyi üretebilmek için en hızlı, en doğru araçları üretmeye konsantre olmuş durumda.

Google’ın firma olarak kariyerini bu yönde izleyebilirsiniz. Google ne tür bir madenin üstünde oturduğunun bilincinde olduğunu yeni yeni piyasaya sürdüğü hizmetlerle azar azar da olsa gösteriyor. Geçtiğimiz günlerde ülkemizdeki gazetelere de yansıyan bir haberde mesela hangi bölgedeki internet erişimcilerinin en çok hangi sitelere gittiği, ya da hangi partinin en çok hangi bölgeden hit aldığı gibi istatistikler artık çok değerli bilgi olarak parayla satın alınacak hale geliyor.

Bütün bu gelişmeler olurken biz Türkiye olarak kendimizi nasıl konumluyoruz? Belki de üzerinde saatlerce tartışılması gereken bir konu. Bir yanda teknolojinin bir çıkış olduğunu her defasında gündeme getiriyoruz, diğer yanda ise bu konuda ses getirici bir “çıkış”ı henüz üretebilmiş değiliz.

Bunun temeline indiğimizde bence iki önemli göstergeyi tespit ediyoruz.. Birincisi, öncelikle, bilim/teknoloji üreten mekanizmaların ne kadar özgür olup olmadığı ile ilgili. Her ne kadar üniversiteler düzinelerce makale üretiyorlarsa da her ne kadar teknoloji şirketleri “üretiyoruz” diyorlarsa da henüz dünya piyasasında yerini almış bu anlamda bir başarımız yok.

İkinci ve daha sosyal nokta ise toplumun ne kadar özgür olup olmadığıyla ilgili. Internete giren Türklerin çoğu chatleşmek, kendisine bir arkadaş bulmak için vb zaman harcıyor. Demek ki bu olgular sokaktaki hayatta yeterince yaşanamıyor.

Alfabeyi öğrenmeden edebi eser yazmak ise doğal olarak imkansız.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (19 05 2006)

GENÇLER İÇİN LAPTOP


Anımsanacağı üzere Cumhuriyet Bilim Teknik’te daha önce birkaç kez 100 dolara laptop projesini gündeme getirmiş ve bunun sonucunda da olumlu gelişmeler gözlemiştik. Milli Eğitim Bakanlığı, sembolik adetlerde de olsa, bu konuya yatırım yapacağını açıklamıştı.

Bu arada geçtiğimiz aylarda ülkemizi de ziyaret eden Bill Gates bir yandan 100 dolara laptop projesinde odakta olan cihazı bir bilgisayar olmaktan ziyade bir oyuncağa daha yakın bulduğunu belirtti. Ancak bunun yanısıra Microsoft’un da bu konuda muadil projeleri olduğunu belirtmeden de edememişti.

Şimdi zincire yeni bir halka daha ekleniyor. Görünen o ki Intel firması da ucuza laptop trenine biniyor. Şimdilik 400 dolar düzeyinde bir ücrete laptop tasarlayacağını açıkladı firma.

Dünya İleriye projesi çerçevesinde üretilen İleriye Sıçra sloganı çerçevesinde firma dünyada bir milyar dolarlık bir yatırımla gelişmekte olan ülkeleri bilgisayarlaştırma sürecine katkıda bulunmayı stratejik olarak benimsemiş durumda.

Bu tür alternatiflerin ortaya çıkması oldukça faydalı. Sonuçta 100 dolara satılacak laptoplar herkesin bilgisayar gereksinimi karşılayacak düzeyde olmak zorunda değil (Konuyu ilk ortaya atan MIT Media Labs.’tan Prof. Nicholas Negreponte’nin çıkış noktası ilköğretim çağındaki öğrencilerdi). Ancak bu vesile ile görüyoruz ki kapsam alanı ilköğretim çağındaki öğrencilerden yavaş yavaş çıkmakta ve tüm taşınabilir bilgisayar kullanım gereksinimi duyan kişilere doğru yayılmakta.

Bu çerçevede öncelikli olarak hareket halindeki kullanıcılar bu tür cihazlardan istifade edeceklerdir. Hareket halinde olmanın temelde iki nedeni olabilir: İşi gereği hareket halinde olmak, ya da hareket halinde olma gereksinimi içinde olunduğu için hareket halinde olmak.

İlk grubu adreslendirmek kolay. Zaten bugün laptop kullanıcılarının çoğunluğu da bu gruba girmekte. Ancak göz ardı edilmemesi gereken ikinci grup da var. Bu gruba girebileceklerden bir profil örneğin lise/üniversite öğrencileri olabilir.

İlk bakışta bu gençlerin laptop gibi yanlarından ayıramayacakları bir bilgisayara o denli gereksinimleri olduğu söylemek mantıklı gelmeyebilir.

Ancak gerek yaşları gerekse de hayat karşısındaki duruşları itibariyle aslında delifişek ve sürekli hareket halinde olan bu kullanıcıların birer laptop sahibi olabilmeleri en az işsel sebeplerden dolayı yanlarında laptop taşıyanlar kadar gerekli ve zorunludur.

Zaten bu sebepten olacak bizim ülkemiz de dahil pek çok ülkede kimi üniversiteler öğrencilerine ücretsiz laptop vermekte ve kampüs içinde kablosuz internet erişimi sunmakta.

400 dolar ya da altında ücretlerle piyasada bulunabilecek laptop bilgisayarlar bu profili oluşturan kullanıcılar için bulunmaz bir fırsat olacaktır. Ayrıca unutulmaması gerekir ki dijital kültürün en yoğun yaşandığı yaş grubu da istisnasız tüm ülkelerde bu gençlerin oluşturduğu gruptur.

ODTÜ Ankara Kampüsü içinde açılmış olan Teknoloji Müzesi, pek çok şeyin yanısıra şahsen bizim 20 yıl önce bilgisayar laboratuvarında kullandığımız IBM PC jr, XT, AT serisi, kişisel bilgisayarların ilk modellerini de sergilemekte.

Matrix filmlerinden anımsanacak siyah ekran, yeşil harfler modelinde olan ekranlara sahip bu bilgisayarların belleği 64 Kilobyte (şu anki tipik bir laptop’un bellek kapasitesi, bunun üç bin katıdır) idi. İşlemcisi ise birinci kuşak olarak addelirse, bugünkü bilgisayarlarda sekizinci kuşak işlemciler kullanılmakta.

20 sene önce iki bilgisayar arasında iletişim kurabilmek bile bir dertti ve bilimsel amaçlar için yapılabilirdi. Bırakın chat imkanını eposta bile yoktu. Ancak o zaman da gençlerin dinamik bir hayatı vardı, o zaman da sürekli iletişim içinde olmak istiyorlardı.

Gençliğin bu gereksinimleri hep var olacak; böyle oldukça da onların hayatını daha da hızlandırmaya yarayan teknolojiler her daim revaçta olmaya devam edecek.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (13 05 2006)

Salı, Mayıs 23, 2006

SANAL ŞANS OYUNLARI ve HALİMİZ


Las Vegas’ta başrolde doğal olarak şans oyunları vardır. Bunu eğlenceler, şovlar izler. Amsterdam’da ise şehrin göbeğinde oldukları halde casinoları bulmanız, görmeniz, oyun oynamanız çaba gerektirir.

Internetin evlere girmesiyle birlikte, evlere öteki herşeyle birlikte şans oyunları da girdi. Daha ziyade öteki şeylerle birlikte, oyun oynayabilme “imkanı” da. Oynayıp oynamamak kişiye (ve mali gücüne) kalmış.

Bir yanda tahmin siteleri var diğer yanda ise casinolarda oynanan oyunların sanal versiyonlarını sunan web siteleri.

Her zamanki gibi burada da kamusal düzenlemeler realitenin arkasından geliyor. Hal böyle olunca da ortaya resmi bir düzenleme çıkana kadar pratikte olan oluyor.

Neyi nasıl yapmayı bir kenara bırakırsak, öncelikle konunun özüne bakmakta fayda var. Konunun özünde evin içinde kaplumbağa hızında yetiştirdiğimiz nesiller ile evin dışındaki yaşamın hızı arasında bir çelişki var.

Bir başka deyişle açık toplum olmak, kağıt üzerinde kabul etmekle olabilecek bir şey değil (ya da reddetmekle). Önemli olan onun getireceği şeyleri idrak edebilecek, ondan olumlu anlamda istifade edebilecek kuşaklar yetiştirebilmek.

Görünen o ki biz ülkemizde bu kuşakları yetiştirmek yerine bu talepleri yetiştiriyoruz. Nesilleri sürekli baskı ya da dar sınırlar içinde tutarak, belki de gereğinden fazla bir talep etme hali yaratıyoruz. Başta böyle bir sınırla karşılaşmasaydı bu kadar talepkar olmazdı durumunda olacak bireyler yerine artık herşeyi talep eden insanlar olduk.

Herşeyi talep edince de bu taleplerin ne kadarı demokrasi ile bağdaşıyor, ne kadar ülkemizin kültürüne, geleneklerine, deneyimine paralel, bu boyutlar gözardı ediliyor.

Tıpkı magazin programlarının sunduğu yaşamın sanki tüm ülkede yaşandığı yanılsaması gibi, ortaya çıkan bu durumda da sanki talep edilen herşey demokrasi, özgürlük kapsamında arz edilebilecek kavramlarmış gibi bir yanlış-algılama yerleşti topluma.

Globalleşme sadece ekonomik anlamda kendini hissettirmiyor. Yaşamın her alanında globalleşme söz konusu. Bunu yaratan, buna hızlıca adapte olan azınlıkların yanında adaptasyonu uzun zaman alan bir çoğunluk var. Teknolojik gelişmeler açısından bakıldığında buna Dijital Uçurum adı verildi bile. Artık sadece gelir uçurumundan bahsetmeyeceğiz, dijitalleşme açısında da toplum içinde bir uçurumdan bahsediyor olacağız. Tabi aradaki irtifa farkında kimlerin nerede yer alacağını tahmin etmek zor değil.

Burada doğal olarak eğitim sistemine büyük iş düşüyor. Artık yetişmekte olan genç beyinleri muhakeme yapabilme yeteneği ile güçlendirmemiz gerek. Nedeni basit? Sokaktaki (dünyanın tüm sokaklarındaki) yaşam konvansiyonel eğitim modeliyle verebileceğimiz deneyim-tabanlı, ben-senden-dahi-iyi-bilirim-senin-için-iyi-olan-şeyi merkezli modelleri çırak çıkarmaya başladı bile.

Bu açıdan baktığımızda bir kaç tık ile karşımıza gelecek bir şans oyunları sitesi oturma odasındaki bilgisayarın ekranındayken ne yapabiliriz? Anne baba olarak? Eğitim kurumları olarak? Devlet olarak?

Öncelikle artık her koyunun kendi bacağından asıldığı (kaçınılmaz) realitesini kabul edelim; onu hazmedelim. Bu her ne kadar sosyal devletin ölümün tesciliyse de pratikte olan bu.

Yetişmekte olan nesilleri, ne ile karşılaşacağına hazırlayabilmemiz gerek. Aksi taktirde popüler olan bir TV dizisi okulları çetecik yuvalarına dönüştürür, birkaç magazin programı gençlerin yoldan çıkmasına neden olur.

İçimizde herşeyi yapma nedeni varken bunun nedeni olarak kendimizden başka herşeyi sebep olarak göstermek de eğitim düzeyimizle ilgili bir şey. Tebaa zihniyetindeki eğitim modeli doğal olarak kendi-başına-karar-alma-yetisinden-yoksun yığınlar üretiyor.

Şimdi gelin de internetin evin içine soktuğu her türlü olumsuzluğa karşı kendinizi sorumlu hissedin. Ne gereği var. Zamanında bunu ülkeye kim soktuysa suçlu onlar. Tıpkı, sınıf arkadaşını bıçaklayan liselinin sebep olarak mafya dizilerinden etkilendiğini göstermesi gibi.

Sürekli ortaya çıkan sorunlara konsantre oluyoruz da merak ediyorum acaba bu sorunları yarın ortadan kaldırmaya yönelecek ne tür yatırımlar yapıyoruz?

Kesin olan bir şey var; konuya bu açıdan bakmamak için hepimizin (sebepsiz) o kadar çok nedeni var ki...

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (06 05 2006)

BİLGİ ÇAĞI MI KATILIM ÇAĞI MI?


Açık Sistemler, internet teknolojilerinin öncülerinden olan Sun Microsystems’in vizyoner başkanı Scot McNeally, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada Bilgi Çağı’nın sona erdiğini, artık Katılım Çağı’na girildiğini belirtmiş.

Katılım Çağı’ndan kastedilen, her gün milyonlarca kişinin sanal aleme katılmakta olduğu. Bu model çerçevesinde McNeally’nin çizdiği stratejik yol da “paylaşımcılıktan” geçiyor. Paylaşılabilecek altyapılar, yazılım vb.

Aslında bu uzun yıllardır Sun’ın “Ağın Kendisi Bilgisayardır” vizyonunun biraz isim değiştirmiş hali. Ağın kendisinin bilgisayar olması aslında bir yerde bilgisayar üreticilerine zararı dokunacak bir kavram. Sun 90lı yıllarda Java Device ile bu savaşa girmeye çalışmış ancak bir sonuç elde edilememişti.

Buradaki temel motivasyon neydi? Masanın üstündeki cihazı mümkün olduğunca basitleştirmek (böylece ucuzlatmak) ve gündelik hayatta bir bilgisayardan beklenen gereksinimleri internet üzerinden erişilen hizmetlerle sağlamak.

Örneğin bir makale mi yazmak istiyorsunuz? Net üzerinden erişeceğiniz bir kelime işlemci yazılım (yani MS Word’ün muadili) size bu hizmeti verebilir. Ya da sabit diskinizde kişişsel dosyalarınızı mı saklıyorsunuz? Buna gerek yok. Net üzerinde, fiziksel olarak nerede olduğunuzu bilmeniz gerekmeyen bir yerde sizin adınıza bir disk var. Herşeyinizi oraya saklayabilirsiniz.

Bugün bence hala dünya bu vizyona hazır değil. Hazır olmaması talepten ziyade arz kanadındaki iş stratejileriyle ilgili bir konu. Belki birkaç on yıl sonra holografik teknolojiler gelişip de bilişim için silikona gereksinim kalmadığında ağın kendisinin bilgisayar hale gelmesi, getirilmesi de pratik olarak gündeme gelebilecek.

O güne kadar içinde bulunduğumuz çağa bilgi çağı demek ile katılım çağı demek arasında bence pazarlama faaliyeti ötesinde bir fark yok. Pazarlama dünyasının her gün yeni bir manşetle karşımıza çıkması gerekliliği var. Manşetin işaret ettiği şeyin uzun zamandır zaten orada duruyor olması başkalarının sorunudur – pazarlamacıların değil.

Evet bilgi çağı tanımı gereği insanları internete, sanal dünyaya katılmaya zorluyor. Katılımcılık bu açıdan bakıldığında bilgi çağı araçlarının doğal olarak bireyleri ve firmaları atmaya zorladıkları bir adım. Tıpkı globalleşme stratejisinin bilgi çağı zorunlu adımını attırdığı gibi.

Ancak yine de katılımcılığı bir çağ olarak değerlendirmek bana biraz kolay tanım gibi geliyor. Bir başka deyişle ortaya atılan yeni bir alternatif. Eğer yeterince ses getirirse gerçekten de bir anda hepimiz katılım çağı demeye başlayabiliriz. Getirmezse de diğerlerinin mezarlıktaki yerlerinin yanında yerini alacak. Tıpkı ölüp giden “Bilgi Otobanı” gibi...

Bu açıdan bakınca insan biraz şaşırıyor. Ne yani birileri gelişmelere bakıp buna şu adı verelim diyor da kabul görürse gerçekten de o isim o devri tanımlar hale mi geliyor ? Bunun daha “ciddi” bir süreci yok mu?

Görünen o ki yok. Bilgi Çağı kavramı da aslında bir yerde globalleşme gibi daha tüyleri diken diken eden olguyu gölgesinde saklamak ve biraz olsun şimşekleri üstüne çekmekten korumak için icat edilmiş bir kavram değil mi?

Sonuçta baktığınızda bilgi çağı olgusunun empoze ettiği şey bir yerde global anlamda devinim sağlamayı gerektirici faaliyetlerde bulumak (bu faaliyetler ticari olabilir, siyasi olabilir, eğitim ya da başka bir konuyla ilgili olabilir – ama artık hepimizin zihninin bir kenarında şu imaj silinmez bir şekilde yer alıyor : Globali, globaleşmeyi dikkate almadan hareket etme).

Türkiye özelinde bu globalleşme lafı ile Avrupa Birliği süreci lafı atbaşı gidiyor. Hatta çoğu zaman ikincisi önde. Öyle ki AB süreci olmasa biz hiçbir şeyi yapabilecek beceride, motivasyonda, bilgi düzeyinde vb değiliz. Böyle bir tablo çiziliyor.

O nedenle bilgi çağını kaçırdık, bari katılım çağını yakalayalım vb gibi tedirginliklere gerek yok. Bugün bırakın bilgi çağını daha sanayi çağını yakalayamamış olan bölgeler, insanlar bizim ülkemizde de var – ABD’de de, Avrupa’da da.

Hazmetmeden ilerlemeye çalışmak bizi başkalaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda içinden geçtiğimiz süreci de idrak etmemizi engelleyici bir unsur haline geliyor.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (29 04 2006)

KAOTİK BİLİŞİM 2020


Microsoft’un İngiltere’deki bir araştırma laboratuarının geçtiğimiz haftalarda yayınladığı 2020 Yılı Bilimine Doğru başlıklı araştırması, gelecek yıllarda bilişim teknolojilerinin bilime ne şekilde katkıda bulunacağı konusunda bazı temel ipuçlarını sunması açısından ilgi çekti.

Buna göre artık bilişim teknolojisi bilime sadece yardımcı olmanın ötesine geçebilecek. Bazı bilimsel çalışmaları insan dahli olmadan gerçekleştirebilecek, verileri kıyaslayabilecek, bilgi üretecek ve karar verebilecek.

Bu konudaki temel itici unsur da mevcut bilgisayar altyapılarından farklı özelliklere sahip olacak kuantum bilgisayarları. Her ne kadar görünürde kuantum bilgisayarlarının evlerimizdeki PC’lerin yerini alması beklenmiyorsa da çok daha güçlü günümüz (sunucu ya da süper) bilgisayarlarının yerini alması ve onlardan kat kat hızlı çalışması söz konusu.

Bu bana 1975 yapımı James Caan’ın başrolde oynadığı Rollerball (Ölüm Pateni) filminden bir sahneyi anımsattı. 2018 yılında geçen filmin bir sahnesinde Caan, İsivçre’de bir bilgisayar merkezine gidip, burada dünyanın tüm bilgilerini saklayan ve işleyen bilgisayara cevabını merak ettiği bir soruyu soruyor (herşeyin ardında yer alan, dünyayı yöneten şirkette karar alma mekanizması nasıldır?)

Bilgisayardan çok akvaryuma benzeyen ve sözlü iletişim kurulan bilgisayar bu soruya cevap vermeyerek laboratuarın yöneticisi sıradışı adamı da çileden çıkarıyor (adam bilgisayar uslansın da cevap versin diye cihaza eliyle ve ayağıyla vuruyor).

Acaba geleceğin kuantum bilgisayarları da böyle mi olacak? Kararlı olmaktan ziyade kararsız olma eğilimindeki durumlarla ilgili çalışmaların bildiğimiz anlamda kararlı düzenek üzerine kurulu bilgisayarlarda çözümlenmeye çalışılması yerine, kuantum bilgisayarlarında çözülmesi daha mı pratik sonuçlar üretecek?

Kuantum bilgisayarlarında, mevcut bilgisayarlardaki gibi birler ve sıfırlar olmayacak. Onun yerine benzer işlevi gören qubitler olacak. Bunlar bir atom ya da iyonun duruma göre farklılık gösterebileceğinden mevcut bilgisayarlardan çok daha hızlı “çalışabilecekler”.

Ancak kuantum modelindeki kararsızlık ya da sürekli hal değiştirme durumu, hata oranının yüksek olmasına neden olabilecek. Bunun için de özel hata düzeltici sistemler geliştirilmekte.

Ben şahsen her ne kadar başlangıçta özel amaçlar için çalıştırılmak üzere geliştirilecek olsalar da bu yüzyıl bitmeden herkesin kullandığı bilgisayarların bu tür teknoloji düzeyine ulaşacağına inanıyorum.

Bu kaçınılmaz.

Tıpkı çevremizdeki tüm kaotik olayları, belli bir kısmını ihmal ederek, onları kararlı sistemlermiş gibi varsaydığımız gibi, bilgisayarlardaki mevcut bir-sıfır düzeneğinin de zorlama bir kararlılık olduğuna inanıyorum. Bu dünyanın doğasına uygun değil. Daha ziyade doğasında kaotik hal olan bir sistem çevremizdeki kültüre, doğaya, dünyaya (ve bunlarla ilgili sorunları çözmeye) daha uygun.

Sorun daha ziyade adım adım ilerlemekte olan günümüz bilim ve bilişim teknolojilerinin bunu henüz keşfetme düzeyine gelmemiş olması.

Bazı Sümer tabletlerinde, tartışmalı da olsa, yer alan resimlerden yola çıkarak, Sümerlerin binlerce yıl önce, Mezopotamya’da, yani önemli bir kısmı şu an Türkiye toprakları içinde olan bölgede, içinde yakıt olarak hava bulunan uçan cihazları kullandığına dair ipuçları var.

Biz de şu an doğal olarak en ucuz ve en kolay sistemi kullanıyor ve fosil tabanlı yakıtları baz alan cihazlar üretiyoruz. Zaman gelecek fosil tabanlı enerji kaynakları mutlak olarak tükenmeye başladığında yeni çözümler bulacağız.

Tıpkı milyonlarca yıl sonra yok olacak güneş sahneden çekilmeden önce insanoğlunun Samanyolu’nu çoktan terk etmiş olacağı gibi.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (22 04 2006)