Salı, Haziran 28, 2005

BİLGİ TOPLUMU OLGUSU



Mayıs Ayının ilk günlerinde, geniş katılımlı bir seminer düzenlendi: Forum 2023. Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü kuruluş yılına doğru giderken, yakın gelecekte ortaya çıkabilecek eğilimler, olgular, kavramlar üzerine konsantre olan bu forumun açılış konuşmalarında Bilgi Toplumu ile ilgili ilginç tespitler vardı.

Başbakan Erdoğan, bilgi ile parayı yönetmenin dünyayı da yönetmek anlamına geleceğini belirten bir alıntı yaptı. Seminere konuk olarak katılan Çek Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı ise bilgi toplumu, bilgi ekonomisi diye adlandırılan şeyin, temelde yeni gelişmiş teknolojik ürünleri satabilmek için icat edilmiş bir marka olmaktan öte bir şey olmadığını belirtti.

Dürüst olmak gerekirse, bu açıklamayı Çek Cumhuriyeti değil de Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yetkilisi yapsaydı, herhalde AB’nin çeşitli merkezlerinde daha ertesi gün “bu nasıl Avrupalılık zihniyeti” diye kinayeli yorumlar çıkardı – Çek Cumhuriyeti’nin bir süredir AB’nin üyesi olduğunu anımsatarak!

Burada üzerinde durmak istediğim konu AB’nin ülkemize karşı uygulamakta olduğu çifte standard değil. Bunu artık lise öğrencileri bile öğrendi. Daha ziyade bilgi toplumu olgusu üzerine odaklanmak istiyorum.

Nedir Bilgi Toplumu?

En teknik açıklamasıyla (ki Microsoft’un bölge müdürlüğü yapan Emre Berkin benzer bir net tanım yaptı Forum 2023’te) toplumun gündelik yaşamında bilgi kavramı odakta ise o topluma bilgi toplumu denilebilir.

Bir toplumun gündelik yaşamında bilgi kavramının odakta olması nedir?

Sadece bilgi sahibi olmak ya da bilgili olmak mı? Bilgiyi yönetmek mi? Öyle ise nasıl?

Bilgi kavramı bizim kültürümüzde ne yazık ki pasif bir özelliğe sahiptir. Bilgi dediğimizde aklımıza yirmi ciltlik bir ansiklopedideki bilgiler gelir. Bir ansiklopediyi ne için kullanırız? Çoğunlukla öğrenci olarak ev ödevi yaparken (çok nadir olarak da bazılarımız Borges’i anarak, düzenli olarak sadece o bilgiyi öğrenmiş olmak için).

Bu imajı silip atmak lazım. Çünkü bilgi toplumunda bilgi, aranıp bulunan, türlü parçacıkları bir araya getirilerek bir bütün oluşturulmaya çalışılan ve oluşturulan bu bütüne göre kararlar alıp, kararlar vermeye yarayan bir olgudur.

Toplumsal hayatımızda bilgileri arayıp buluyor muyuz? Türlü bilgi parçacıklarını bir araya getirip, onlardan başka kimselerin üretemeyeceği bir bilgiyi üretebiliyor muyuz? Ürettiğimiz o bilgiyi, yaşamımızdaki kritik konularda kararlar almada kullanıyor muyuz?

Bunları yapabildiğimiz sürece bilgi toplumuyuz.

2001’de ülkemizde derin bir ekonomik kriz yaşandı; dünyada ise 11 Eylül terör olayı. Akabinde pek çok otorite şu basit yorumu yaptı: “Artık bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”.

Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak bilgisi çok değerli bir bilgidir ve analizler sonucu ortaya çıkmış ve üzerinde mutabık kalınmıştır. Hal böyle iken örneğin neden hala kriz öncesi yaşamında olduğu gibi yaşamaya çalışan insanlar görüyoruz çevremizde. Neden hala aynı işleri, aynı maaşları, aynı tüketim standardını, aynı yevmiyeyi, aynı ciroyu, aynı alımı aynı satımı arıyoruz? Her gün farklı bir gerçek ile karşılaştıkça da isyan ediyoruz.

Bilgi toplumu demek işimize gelen bilgiyi dikkate alıp işimize gelmeyeni göz ardı edeceğiz demek değildir. Tam tersi işimize gelmeyen bir bilgi bugün ya da gelecekte hayatımızı yönlendirme gücüne sahipse ona göre tedbirimizi alabilmemiz gerekir.

Bu toplumsal olaylar için de geçerlidir.

Toplumsal dönüşümler bireylerin kişisel kararları sonucunda oluşmuyor. Öyleymiş gibi yapılan eski doğu bloku ülkelerinde gördüğümüz devrimsel hareketlerin gerisinde hangi renk kumaş ile kaç para gönderenlerin olduğunu görüyoruz, duyuyoruz.

Toplumu öncüler yönlendirir. Öncü ruh kimlerdeyse onlar. Siyasetçiler, devlet adamları, sanatçılar, çalışanlar, sporcular, feylesoflar, her kim olursa.

O halde toplumumuz yönlendirme potansiyeline sahip kişilerin bilgi toplumu olgusu ile araları nasıl?

İşte cevabını düşündükçe zihnimde bir kabusa dönüşen soru bu!

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki, Ooof Off Line köşeşinde yayınlanmıştır (25 06 2005)

Pazartesi, Haziran 20, 2005

YENİ DOT COM ÇILGINLIĞI MI?


Ülkemizde ekonomik krizin, dünyada ise genel olarak 11 Eylül olaylarının öncesindeki mutlu güzel günlerde, anımsanacağı üzere bir elektronik ticaret furyası almış başını gidiyordu. Dot.com kod adıyla bilinen bu dönemde fikri olanlar ile parası olanlar biraraya gelip geleceğe yatırım yapıyorlardı.

Öyle bir akımdı ki bu, aynı konuda yola çıkmış olan pek çok firmadan bahsedilebiliyordu. Her ne kadar sonunda bir ya da iki tanesinin ipi göğüsleyebileceği kadar pazar olduğu bilinse de.

Daha önce bu alanda tespit edilmiş olan genel eğilimle çelişmeyecek şekilde bu aşırılık, 11 Eylül terör olayları ile dramatik olarak düşüşe geçti. Pek çok firma(cık) kapandı. Yola çıkanların çok azı ekonomik anlamda bir değer üretebildi.

Ancak ne yalan söyleyeyim ki henüz Amazon.com – ebay.com – dell.com üçlüsü kadar adından söz ettirebilecek bir dördüncü şampiyon zihinlerde yer edemedi.

Bu sancılı süreçte işi bilenlerle teknolojiyi bilenler karşı karşıya gelmişti. Diyelim ki otomotiv endüstrisinden bir dünya devi. Milyarlarca dolarlık satış yapmayı biliyordu ancak internet üzerinden nasıl otomobil satabileceğini ya da tedrikçilerinden açık eksiltme ile nasıl e-ihale yapabileceği konusunda en küçük bir fikre sahip değildi.

Buna koşut olarak, internet teknolojilerini kullanarak bu tür e-ticaret ortamlarını kurabilecek fikirleri olanlar ise bunu pazara nasıl kanalize edeceklerinden bihaberdi.

İkinci gruba girenler gelen felaketle yok olup gittiler. Birinci gruba girenler ise kendi başlarına bir şeyler yapmaya çalıştılar. Ancak pek de başarılı oldukları söylenemez.

Son dönemde yeni bir model pratikte sonuç vermeye başladı. Her ne kadar e-ticaretin ilk dönemlerinde bu iki grubun birbirinin rakibi olmadığı, olmaması gerektiği belirtildiyse de realitede aşılamayan bu psikolojik engel şimdi her iki partinin de son dört senede elde ettiği acı tecrübe sonucunda dönüşüme uğramış gibi görünüyor.

Örneğin Marks&Spencer, mallarının internet üzerinden satılmasını Amazon.com’a ihale etmiş durumda. Kendisi bildiği işi yapıyor; mal üretiyor/temin ediyor, markasını koruyor, güçlendiriyor. Ancak iş sanal ortamdan elbise satmaya geldiğinde, bunu da sanal dünyayı bilen bir firmaya bırakıyor.

Benzer gelişmeler başka sektör ve firmalarda da göze çarpmaya başladı. Ford, Daimler, Mitsubishi gibi dünya otomotiv devleri Covisint adlı bir elektronik yatırıma verdiler internet üzerinden otomobil satış konusu. Benzer şekilde British Telecom internet üzerinden yapılacak elektronik ticaret hizmetlerini müşterilerine sunulmak üzere Yahoo! ile anlaştı.

Yukarıda bahsettiğim psikolojik bariyer belki de ülkemizde çok daha konvansiyonel ticaret dünyasında gördüğümüz engel kadar güçlüydü. Sabancı ile Koç gruplarının son dönemde Gima’nın alınmasında yaşadıkları kriz ve bunun sonucunda Telekom ihalesinde ortak hareket etme kararlarından vazgeçmeleri.

Ülkemizde nasıl ki bir Türk firmasının bir başka Türk firması tarafından satın alınması, ya da birleşmeleri ya da ortaklık kurmaları zor ise dünyada da dev firmaların elektronik ortamdaki ticari faaliyetleri için bu işi bildiklerini ispat etmiş teknoloji firmalarına ihale etmeleri o denli zor. En azından yakın zamana kadar zor idi.

Ancak bazı örneklerini verdiğim son gelişmeler, bu zorluğun zaman içinde artarak aşılacağının da güzel bir göstergesi.

Geçen dört yıl içinde bir yandan teknoloji firmaları içinde ayakta kalanlar öne çıktı ve bir tür doğal seleksiyondan geçti; diğer yanda ise dev firmalar kendi başlarına bu teknoloji denen zamazingoyla baş edemeyeceklerini anladılar.

Böylece yeni bir dönem başlıyor. Teknolojinin bu avantajından iyi istifade etmek gerekir. Bilgi toplumu dediğimiz olgunun en basit göstergesi size. İşte dünyada yeni bir eğilim. Buyurun bunu kendi ülke gerçeklerimizi dikkate alarak elden geçirin, dönüştürün ve uygulayın.

Bundan sonra bu alanda farklı bir yönde gelişme göstermek ya bilgi toplumu olgusunun farkında olmadığımızı ya da onun hızına yetişemiyor olduğumuzu gösterecektir.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki, Ooof Off Line köşeşinde yayınlanmıştır (18 06 2005)

Pazartesi, Haziran 13, 2005

INTERNETİN (GERÇEK) KÖKENİ


Internetin babası kavramı sazı eline aldı gidiyor… Geçtiğimiz günlerde üyesi olduğum bir haberleşme sitesine gelen bir epostada, Internetin Kökenlerini araştıran bir makaleden bahsediliyordu (http://www.nethistory.info/History%20of%20the%20Internet/origins.html)

Makalenin yazarı Ian Peter, kapsamlı bir araştırma ve internetin kökenleri konusunda etraflıca bir yazı kaleme almış. Özellikle konuyu merak eden ya da konu hakkında araştırma yapanlar için kısa bir özetini vermek istiyorum.

Özellikle teknik olmayan çevrelerde genel kabul görmüş olgu, internetin 1969 yılında ABD Savunma Bakanlığı’nın finanse ettiği bir güvenlik projesi olan ARPANET altyapısı sonucunda doğmuş olduğudur.

Ancak iş biraz kurcalandığında bunun tem da gerçeği yansıtmadığı ortaya çıkıyor. Arpanet projesinde çalışmış iki numaralı kişisi Bob Taylor’un kendisi bile bunu ifade ediyor: “Arpanet ne savaşa karşı bir savunma projesi olarak geliştiriliyordu ne de internetti. Çünkü internet iki ya da daha fazla bilgisayar ağının iletişimidir”.

O halde neyin internet olduğunu belirleyen kurallar nedir ve internetin orijini ile ilgili olası teoriler nelerdir, inceleyelim. Öncelikle teoriler. Ian Peter bu konuda beş tane teori öne sürüyor. Bunlar:

1. Paket switchleme altyapısının icadı ve kullanımı
2. TCP/IP altyapısı icadı ve kullanımı
3. ABD telekom firmalarının 1960lardaki bazı icatları
4. Protokolden ziyade yaygın uygulamaların icadı ve kullanımı
5. Ünlü Xerox PARC labratuvarında bu konuda yapılan icatlar (ethernet gibi)

Ian Peter bunları belli bir kritere göre değerlendirmeye almış. Bu kriterler şunlar:

a. Enaz iki bilgisayar ağı arasında bağlantı sağlamalıdır
b. İşin içinde bilgisayar olmalıdır (yani bağlantı bilgisayarlar üzerinden olmalı)
c. İşin içinde insanlar arası iletişim ve etkileşim de söz konusu olmalıdır
d. Teorik bir kavram değil, pratikte gerçekleşmiş bir olay olmalıdır.

Yukarıdaki beş teori, bu dört kritere göre değerlendirildiğinde bakın ortaya nasıl bir tablo çıkıyor:

Öncelikle Arpanet projesi yukarıdaki kriterlere uymuyor. Örneğin 29 Ekim 1969’da gerçekleştirilen ilk bağlantı, ilk paket switchleme bağlantısı değildi – bu teknoloji 1965’te İngiltere’de Donald Davies tarafından öne sürülmüştü.

29 Ekim’deki bu olayda işin içinde bilgisayar vardı ama insan iletişimi, etkileşimi yoktu. Keza bu olayda iki bilgisayar ağının bağlantısı da gerçekleştirilmemişti. 29 Ekim 1969’da yapılan şey daha ziyade iki bilgisayarın birbirlerinin kaynaklarını ortak kullanma imkanı idi. (time-sharing). Yani bir bilgisayarın kapasitesi yüz ise ve yapacak 125lik işi varsa, erişimindeki diğer bilgisayarın o sırada kullanmadığı 25 kapasiteyi de kullanarak işi tamamlaması.

İkinci teori olarak TCP/IP’nin icadı ve kullanımı içlerinde en güçlü olanı. Bugün hala internete bağlanabilmek için bilgisayarın TCP/IP denilen protokol ile ağa bağlanması gerekiyor. Çeşitli tarihler içinde ise 1975 yılı en pratik zaman olarak karşımıza çıkıyor.

Öte yandan bilgisayarlarla hiç işleri olmayan AT&T gibi 60ların ABD devi telekom firmalarının da kimi icatları bu kategoride değerlendirilebilir. Arpanet projesi için 64 Kpbs bağlantı imkanı gibi, Unix işletim sistemi, C programlama dili gibi. Ancak yukarıdaki kriterlerle değerlendirildiğinde bu teori de internetin orijini olmaya yetmez.

Altyapıdan ziyade üstyapıya yönelindiğinde uygulama alanında internet kavramından bahsedebilmek için karşımıza çıkan ilk yaygın uygulama e-posta sistemidir. 1972’den beri kullanılıyor ve açıkçası yukarıdaki tüm kriterlere de uyuyor.

Meşhur Xerox PARC labratuvarlarındaki gelişmeler de benzer şekilde güçlü bir teori. 1975 yılında labratuvar içinde bir bilgisayar ağı vardı ve bu Arpanet’e de bağlıydı. Ancak bu TCP/IP tabanlı değildi ve özel bir kuruluşa aitti.

Bu teoriler şu alt bulguları ve temel sonucu oluşturmakta: Internet ABD icadı, devlet finansmanı ile geliştirilmiş, tek bir ortak kabul görmüş çalışma sonucu oluşmuş, sadece telekom, TCP/IP ya da benzer bir kavrama endeksli bir orijine sahip değildir.

Temel sonuç ise, internet aynı dönemde gelişme gösteren pek çok paralel teknolojik çalışmaların eseridir ve tek bir ülke, proje, kuruluş ya da kişiye atfedilemez.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki, Ooof Off Line köşeşinde yayınlanmıştır (11 06 2005)

Pazartesi, Haziran 06, 2005

ESKİ RESİMLER ARKAPLAN OLDU!


Sanal dünya ile henüz fazla haşır neşir olmadıysanız, onun bambaşka kurallara sahip, bambaşka bir ortam olduğunu düşünebilirsiniz. Oysa öyle değil. Yeryüzü kültüründen, yaşamdan bildiğimiz şeylerin aynısı sanal dünyaya da yansımakta. Kavramlar, olgular aynı. Tek fark bunlar uygulanırken kullanılan araçlar, altyapılar.

Örneğin yeryüzü kültüründe kağıda yazılan mektup var. Sanal dünyada ise e-posta denen, bunun elektronik versiyonu.

Elektronik (sanal) dünyanın bir avantajı daha var. O da doğası gereği sahip olduğu altyapının, bu tür olguları, kavramları çok çeşitli şekillerde hayata geçirme imkanını sunabilmesi.

Örneğin yeryüzü kültüründe sahip olduğunuz tüm dostlarınıza bir tebrik kartı göndermek, size nereden baksanız bir kaç güne ve önemli bir meblağa mal olacakken, sanal dünyada bunun karşılığı birkaç dakikadır. O kadar.

İstanbul Kadırga’da çocukluğumun geçtiği evlerimizin duvarına asılı olan röprodüksiyon bir tablo vardı. Padişah ya da üst düzey kişilerin kurulmuş oldukları bazı tekneler, teknelerin kürekçileri, arka planda ağaçlar, çadırlar. En geride ise fon çizgisi su kemeri vari bir yapının görüntüsü. Ya da belki de bir kalenin sur cephesi.

Bu tablo yıllarca evimizi süsledi. Ben ne bunun adını bildim ne de ressamını.

2004 yılındaki İstanbul Kitap Fuarı’nda, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın standında bulduğum beş ciltlik gravür kolleksiyonuna sahip olunca, ciltlerin birinin içinden onun çıkacağını biliyordum.

Netekim öyle de oldu. Tablo hakkında bilgilere ulaştım. Merakımı giderdim.

Tabii aldı beni bir başka merak. Acaba bu tabloyu sanal dünyada bulabilecek miydim? Yaptığım kısa bir araştırma burada da olumlu sonuç verdi. İstanbul gravürleri konusunda etraflı bir içeriğe sahip olan http://www.azizistanbul.com/ sitesi imdadıma yetişti.

O tablo şu an bilgisayarımın arka-plan görüntüsü olarak her gün beni selamlıyor. Ben de onu her görüşümde çocukluk yıllarıma, çocukluk anılarıma dönüyorum.



Sanal dünya aslında yeryüzü kültürünün evrimleşmesi sürecindeki bir diğer halkadır. İnsanın konuşabilmesi, yazabilmesi, ekip biçebilmesi, makine yapabilmesi, uçabilmesi, uzaya çıkabilmesi gibi bu halka da onun hep daha ileri gitme içgüdüsünün doğal bir parçasıdır. Her adımda olduğu gibi bu adım da önceki adımlarla ortak özelliklere ve farklılıklara sahip olacaktır (evrimin en basit tanımı da bu değil mi zaten).

Sanal dünya, sanallaşmak, sokaktaki hayatta yapabildiğimiz sınırlı şeyleri daha fazlasıyla elektronik ortamda yapabilir hale gelmek, bir açıdan sokaktaki yaşamı olumsuz açıdan etkileyecektir.

Ray Bradbury’nin Son Yaya öyküsü okuduğumda bana ilk önce çok mantıksız gelmişti. Sokaklarda insanların dolaşması bir tarihte o kadar gereksiz bir hale gelir ki, herhangi bir suç işlememiş olsa bile, sokakta tek başına yürümekte olan asıl kahramanımız, içinde biyolojik polis olmayan bir polis arabası tarafından şüpheli olarak değerlendirilerek, karakola götürülür.

Bu öyküyü ilk okuduğumda Amerika’yı henüz görmemiştim. Görünce, bu tür bir öykü bana daha mantıklı gelmeye başladı. Sokakların yayasızlaşması süreci meğer Amerika’da çoktan başlamış.

Sanallaşmak, bu süreci belki daha da hızlandıracak. Sanal giren evden kimse çıkmaz olacak belki de.

Bugünün paradigmasına göre bu aslında çok kötü bir şey. Düşünsenize sokağa bile çıkmadan evde yaşamak. Ne kadar sıkıcı gelirdi bizlere değil mi? (Peki göçebe yaşayan atalarımız da tarımın ilk yapılmaya başladığı dönemlerde, bir yere bağlı yaşamayı böyle değerlendirmemiş olabilirler mi?)

Evrim, aslında gelişmeyi zamana yayarak daha tolere edilebilir hale getiriyor. Bir kerede maruz kaldığımızda kabul edemeyeceğimiz şoku zamana yayarak küçük dozlarda alıyoruz ve bu bizi rahatsız etmiyor. Bu yargı doğal olarak evrimin arzu edilmeyen bir olgu gibi değerlendirilmesi anlamına gelebilir. Madem kabulü bu kadar meşakkatli.


Oysa süreç-sonuç ilişkisi açısından baktığımız sadece bu tür toplumsal olgular değil, yaşamdaki pek çok öge benzer bir etkileşime maruz bırakıyor bizi. Pink Floyd The Wall filmindeki sevimsiz okul müdürünü şu çığlığı kulaklarımda yankılanıyor : “Etini yemezsen, tatlını vermem”.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki, Ooof Off Line köşeşinde yayınlanmıştır (04 06 2005)