Cuma, Kasım 10, 2006

INTERNETTELER


Bugün, şu saatte bakın internette neler yapılabilir? Siz de katkıda bulunun bu listeye.


Zaman zaman gazetede çıkan bir haber ya da televizyonda izlenen bir film ya da magazin programında göze çarpan bir detay bizi internette bugün, şu anda nelerin yapılabilir olduğu konusunda şaşırtmaya devam ediyor.

Şaşkınlığı azaltmak için, ara sıra, internette nelerin yapılabilir hale geldiğini listelemekte fayda görüyorum. İşte 2006 yılının sonuna doğru dünyada insanların, evlerinde ya da ofislerinde karşısında oturdukları bilgisayarın başından kalkmadan yapabildikleri şeyler:

Herhangi bir kişiye e-posta gönderebilmek
Herhangi bir kişi ile telefon görüşmesi yapabilmek
Herhangi bir kişi ile görüntülü/sesli görüşme yapabilmek
Kitap sipariş edebilmek
Uçak bileti satın alabilmek
Uçak bileti alınmış uçak yolculuğu için check-in yapabilmek
Uçak bileti alınmış uçak yolculuğu için boarding-pass biletlerini bastırabilmek
Bankacılık işlemleri yapabilmek (para göndermek, ödeme yapmak)
Bir ülkeye girebilmek için vize alabilmek
Pasarport başvurusunda bulunmak
Vatandaşlık numarasını, vergi numarasını öğrenmek
Süpermarket alışverişi yapabilmek
Bir ulaşım aracının hareket saatlerini öğrenmek (uçak, tren, otobüs, vapur)
Bir ulaşım aracının yolculuğunu bitirip bitirmediğini öğrenmek
Havaalanlarındaki gelen/giden uçak bilgilerini inceleyebilmek
Evdeki tamirat için usta arayabilmek
Eve yiyecek siparişi verebilmek
Yerli ya da yabancı bir dergiye abone olabilmek
Video ya da müzik CD’si satın alabilmek
Ünlü bir kişinin (sanatçı, devlet adamı vb) günlük ajandasını öğrenebilmek
Sineme, tiyatro, TV kanallarının yayın akışını öğrenebilmek
Gazete/dergi köşe yazarlarına, yazıları hakkında yorum gönderebilmek
Gazete/dergi haberleri hakkında yorum yapabilmek, anket cevaplamak
Bir devlet dairesinin adresini, çalışma saatlerini öğrenebilmek
Bir devlet dairesine herhangi bir talepte bulunmak
İş aramak, işçi aramak
Konaklama rezervasyonu yapabilmek
Dünya üzerinde herhangi bir adresten diğeri gitmek için yol tarifi almak
Bir cadde üzerinde kapı kapı hangi binaların olduğu gözlemek
Şehirdeki ana caddelerin trafik durumunu canlı olarak gözlemek
Bir mekanın içini canlı olarak izleyebilmek
Bir belediye meclisinin toplantı tarihlerini öğrenmek
Bir ülke meclisinin toplantı tutanaklarına erişebilmek, arama yapabilmek
Bir kütüphanede arama yapabilmek
Bir kitapta arama yapabilmek
Bir müzeyi gezebilmek
Bir kamu ya da özel kuruluşun yönetim kadrosunda kimler olduğunu öğrenmek
Telefon numarası, adres sorgulamak
Düşüncelerini özgürce ifade edebilmek
Paylaşabilmek

Bu liste daha da uzatılabilir. Siz de bu listeye girecek bilgilere sahipseniz lütfen benimle paylaşın. Teorik ifadelerle değil de pratik örneklerle öğrenmeye daha yatkın olan kültürümüzü dikkate alarak, internetin “ne menem” bir şey olduğunu belletmenin pratik bir yolu olabilir bu liste.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 10 11 2006

MAHİR’İN İKİNCİ ŞANSI


Yani Mahir’de aslında çok ciddi bir potansiyel var. Reyting potansiyeli. İçeriğine bakmadan.


Geçtiğimiz günlerde Wired Dergisi’ni karıştırırken, Türkiye’nin ilk (ve tek) global internet ünlüsü Mahir ile ilgili bir haber gözüme ilişti. Daha sonra Türkiye’deki kimi gazetelerin de konuyu yakın takibe aldığını fark ettim.

Görünen o ki fi tarihinde Mahir’i ünlü yapan özelliklerin benzerini kullanan İngiltere’den bir şahıs şimdilerde benzer bir şekilde popüler olmuş durumda. Ortalığı (güya) kasıp kavuruyor. Wired Dergisi de eposta aracılığıyla bizim Mahir ile röportaj yapmış. Mahir de bir yandan Borat denen şahsın yaptıklarının kendisine ait bir imajı kullanmak olduğundan yakınıp, bunun mahkemeye yansıyacak bir durum olduğunu söylüyor diğer yandan da yapmayı arzu ettiği şeyler hakkında ipuçları verip, birinin elinden tutmasını bekliyor.

Mahir’in, Borat ile olan durumunun değerlendirmesi bir yana, burada asıl ilgimi çeken nokta, 1999 gibi Internet’in ilk zamanlarına tekabül eden bir dönemde, internetten yayın yapan bir magazinin tesadüfen bulduğu, bir makalesinde bahsettiği ve bu nedenle de bir anda dijital kültürde bomba etkisi yapan bir ögenin Türkiye’den çıkmasından Türkiye’nin neden tam manasıyla istifade edemediği.

Şöyle bir zihinlerimizi zorlayalım: Mahir’i ABD’ye götürdüler, onun adına partiler verdiler. Sonra ne oldu? Mahir ortaya çıktığı gibi yok oldu gitti. Oysa web sitesi hala duruyor ve yukarıdaki Borat tiplemesi gibi birisi kalkıp da (tıpkı Mahir gibi) kırık dökük bir İngilizce ile bir şeyler yapmaya çalıştığında dijital dünyanın aklına hemen bizim Mahir geliyor.

Yani Mahir’de aslında çok ciddi bir potansiyel var. Reyting potansiyeli. İçeriğine bakmadan. Reyting konusundaki uzmanlar iyi bileceklerdir; bir şey içeriğine bakmadan reyting potansiyeli sahipse, ondan istifade etmemek için ortada hiçbir neden yoktur.

Mahir’in şanssızlığı belki de önemli bir gösterge bizim için. Ülke olarak internetle aramızdaki dialogun seviyesini tespit etmede. Internet’e 1999’a göre bugün çok daha fazla kişi erişebiliyor ülkemizde. Ancak yine de internetin gelişimi örneğin cep telefonlarının gelişimi oranında değil. Hal böyle olunca, global internet piyasasında güçlü bir reyting potansiyeline sahip Mahir’in Türkiye lokalinde bir başarı elde etmesi o gün olduğu gibi bugün de pek olası görünmüyor.

O nedenle de öykü burada bitiyor.

Oysa bitmemeli. Mahir, diyelim ki, Türkiye’de güçlü bir reyting potansiyeline sahip olsaydı getirisi ne olurdu? Peki Mahir, global dijital kültürde sahip olduğu reyting açısından bakıldığında ne getirir? Bence Türkiye’de getireceğinden çok daha fazlasını. Hem de en büyük engellerden birisi olan dil konusunu dert etmeden. Çünkü zaten Mahir’in ünlü olmasının bir nedeni de İngilizcesinin kırık dökük olması. Kimse ondan süper bir İngilizce beklemeyecek.

O halde geriye bir tek neden kalıyor: O da vizyon eksikliği. Bir yanda Türkiye marka üretemiyor diye yakınıyoruz diğer yanda ise kapımıza dek gelen fırsatları birer fırsat olarak algılayabilme seviyesinde bile değiliz. Halimiz buyken elimizde yüz tane marka potansiyeli olsa ne fark edecek ki?

Peki bugün, aradan yedi yıl geçtikten sonra, durumumuz nedir? Mahir’in Wired dergisine verdiği cevaplara baktım. Global anlamda bir çıkış yaratacak şekilde elinden tutacak birisini aradığını kelime aralarına güzelce sıkıştırmış. 1999 yılında diyelim ki ülkemizde bu alanda yeterince vizyon sahibi kişi, kuruluş yoktu. Peki bugün durum nedir? 2006 yılındayız, Mahir’in önüne ikinci bir şans geldi. Mahir yine bunu değerlendirmek için elinden tutacak vizyon sahibi birisini arıyor. Reyting potansiyeli hala cebinde. Hatta onun imajını kullanan bir uyanık, daha şimdiden ciddi başarılar elde etmiş; şov dünyasında.

Bugün Mahir’in elinden tutacak birisi çıkacak mı? Yoksa Mahir yine dar görüşlülüğe yenik mi düşecek?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 03 11 2006

"CEHALET GÜÇTÜR"


Cehalet en büyük huzur, güç ve özgürlük kaynağı değil de nedir?

CBT’de Gönülden Bilime köşesini yazan Ahmet İnam hoca (ki kendisini CBT’den önce ta ODTÜ’deki Yaratı/Yaratım arasındaki farkı irdeleyen konferanslarından (1989), Feyerabend’in Yönteme Hayır kitabını çevirince, “hocam bir de İmre Lakatos çevirmelisiniz” ukalalığımdan, felsefe master mülakat sınavında, bilgisayar mühendisliğinden mezun olduğumu öğrenince, sıkılgan bir tavırla yapay zeka ile ilgili sorularından bilirim) 13 Ekim 2006 tarihli CBT’deki köşesinde bilgi ile yaşam ve özgürlük kavramlarını irdelemiş.

Özellikle çağımızı “devinen bilgi çağı” olarak yorumlaması, “bilgi çağı” ya da “bilgi toplumu” olgusunun en yalın izahıdır. Öncelikle bilgi olgusunu, veri – enformasyon – bilgi diye üç aşamalı ele almak gerekir ki, devinen bilgi kavramını (yukarıdaki üçlemede bilgi aşamasına tekabül eder) “enformasyon çağı” ya da okullardaki ezberci “veri çağı” çıkmazlarını aşabilelim.

Onu tek başına bildiğinizde size bir şey katmayacak bilgi kırıntısına veri diyebiliriz. Bir bilgi parçasının veri olup olmadığını teyit etmenin en kolay yolu şu : Onunla karşılaştığınızda “eee?” diye soruyorsanız, o sizin için veridir.

Türkiye’nin başkenti Ankara’dır dediğim zaman, bu Türkler için veri düzeyinde bir bilgi olgusudur. Ama şu an Türkiye ile ilgili ödev yapan Kuzey Finlandiya köylerinden birinde yaşayan bir Finli çocuk için, Türkiye’nin başkentinin Ankara olduğunu öğrenmek “enformasyon” hatta “bilgi” düzeyinde bir bilgi olgusu parçası olabilir.

Bir başka deyişle aynı bilgi olgusu birisi için “bilgi” iken bir başkası için “veri” ya da “enformasyon” olabilir.

Meteorolojik uyduların ürettiği bulutların durumu, hava basıncı ile ilgili ölçümler vb gibi tüm meteorolojik bilgiler, “Havayı Koklayan Adam” için veridir. Bundan yola çıkarak üretilen yarın hava yağışlı olacak tümcesi bizim için enformasyondur. Bu enformasyonu kullanarak, “yarın çıkarken şemsiye alayım” gibi bir hükme varmak, fikre sahip olmak ve bunu icra etmek, bilginin devinmesidir.

Eğer onca meteorolojik veri ve enformasyondan kendinize bir şey çıkarmıyorsanız, bilgi toplumunu ıskalıyorsunuz demektir. (Romatizmalarına güvenmek bile özde bilgi toplumsal bir olgu).

Bilgiden istifade etmek bize kalmış. Onu para kazanmak için de bilimsel ya da sanatsal bir çıktı üretmek için de kullanabiliriz. Tüm bu yaratımların nedeni ne peki? Kendimizi daha özgür hissetmek için mi? Yoksa kendimizi daha mutlu hissetmek için mi?

Sanki ikisi de eşit uzaklıkta. İçimden mutluluk demek geliyor ama özgürlüğü sınırlayabilecek mentalite ya da mekanizma aynı şekilde mutluluğu da sınırlayabilme gücüne sahip.
Neden? Çünkü toplumu yönlendirme sürecinde etkin olan bu tür mekanizlamaların temelinde “insanları daha az özgür kılma” ya da “insanları daha az mutlu etme” gibi bir amaç yok bence!

Bu mekanizmalar artı değer yaratmak üzere icat edilmişler. Bugün bilgi çağının yaşıyorsak, daha fazla artı değer yaratabilelim diye. İstifade edilecek artı değer. Bize bir katıyorsa, mekanizmanın içindeki diğer üst katmanlara on, yüz, bin katacak artı değer.

Bugünün devinen bilgi çağı, “puslu mantık” (fuzzy logic) dünyasından bildiğimiz “garip çekiciler” (strange attractors) rolünü üstlenmiş noktaların (biz buna aracılar diyelim) imtiyazlarını ellerinden alınıp, herkese dağıtmaktan başka bir şey yapmıyor.

Eskiden üç kişinin bildiği bir şeyi şimdi herkes biliyor. Eskiden o üç kişiden birinin gerçekleştireceği bir sonucu şimdi herkesin gerçekleştirme potansiyeli var. Daha çok olasılık daha çok olumlu sonuç alma imkanı.

Bu açıdan bakınca içinde bulunduğumuz çağa “kuantum çağı” bile diyebiliriz. Şair’in dediği gibi “seni sevebilme olasılığının”, “seni sevmekten” daha itibarlı olduğu bir çağ.

Ben yine de acaba bilinci hiç açılmamış ve “ne bilmediğini bilmeme” özelliğini yitirmemiş saflık için sormadan edemiyorum : Cehalet bu açıdan baktığımızda en büyük huzur, güç ve özgürlük kaynağı değil de nedir?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 27 10 2006

MYSPACE – YOUTUBE – SIRADAKİ?


Dijital kültürün işte böyle liberal bir özelliği var - kimsenin gem vuramadığı. Her an her saniye birisi parlak bir fikrini hayata geçirebilir.


90lı yılların sonu, 2000li yılların başında yaşanan internet çılgınlığından sonra ortalık süt liman olmuştu; artık daha elle tutulur, ayakları yere basan projelerin ürünleştiğini ve ticari başarı kazandığını izlemeye başlamıştık.

Ancak son bir yıl içinde iki önemli satış gözleri yeniden bu çılgın dünyaya çevirdi. Bunlardan ilki medya devi R. Murdock’un sahibi olduğu News Corp.’un Myspace.com isimli web sitesini 2005 yazında 580 milyon dolara almasıyla gerçekleşmişti.

Myspace.com sitesi isminin de biraz çağrıştırdığı gibi içi pek de dolu olmayan, kişilerin birbiri ile tanışıp, sosyalleşmesi için kurulmuş bir web sitesiydi. Myspace.com türü örnekler, internetten önceki dijital kültürde de bölgesel olarak yer alıyordu ancak Myspace.com bu imkanı global boyuta taşımıştı.

Myspace.com’dan sonra şimdi de ikinci bomba patladı. Üyelerin kendi çektikleri ya da bir yerlerden kayıt ettikleri video klipleri sörfçülerle paylaştıkları Youtube.com sitesi, Ekim ayı içinde Google tarafından 1 milyar 600 milyon dolara satın alındı.

Youtube’un içi biraz daha dolu. Ancak temelde bu sitede de bireylerin sosyalleşmesine, birbiri ile etkileşim kurmasına imkan sağlayan bir öz var. Myspace.com’da bunu kişisel özellikler vb sağlıyorken Youtube.com’da doğrudan video klipleri bu aracı rolünü oynuyor.

Youtube.com’un “başarısı” uzmanlar tarafından da incelenmekte, tartışılmakta. Sonuçta bu firma da artık duymaya alıştığımız bir hikayeye sahip. Yine iki kafadar; yine bir şey yapmak isteyip de internette bunu bulamamaları; yine garaja kapanıp ortaya parlak bir fikirle çıkmaları.

Youtube.com’u kuranlar aslında üç kişiymiş ama birisi daha sonra, “ileride bu firmayı milyonlarca dolara satarsak, teknoloji dergilerine üç kişi çıkmamız yakışık almaz” diye düşünmüş olacak ki, sonradan ortaklıktan ayrılmış; firmaya danışman olmuş. Kalan iki kafadarın bu satıştan ceplerine (en azından kağıt üzerinde) giren para ise yarımşar milyar dolar.

19 ay önce bu arkadaşların internette arayıp da bulamadıkları ve garaja kapanmalarına neden olan şey neymiş dersiniz? Dijital kameralarıyla çekip de arkadaşlarıyla paylaşmak istedikleri video klibi paylaşacak bir ortam bulamamış olmaları.

Doğal olarak tartışılmakta olan şey, 19 ay önce dünyaya gelmiş bir tekno-bebeğe 1.6 milyar dolar vermenin ne kadar mantıklı olduğu. Bir yandan da Google’un rakibi olan kimi firmaların tepe yöneticileri, Google’ı akılsızlıkla, gereğinden fazla para vermekle suçluyorlar.

Kimin haklı olduğunu zaman içinde göreceğiz.

Bu iki örnekten yola çıkarak, yakın gelecekle ilgili tahminde bulunmak gerekirse, acaba bizi neler bekliyor?

Internet çılgınlığı geri mi dönüyor? Bu iki satış, garaja kapanma potansiyeli olan ikilileri yeniden motive edecek mi? Karşımıza yepyeni, kimsenin düşünmediği, ya da pek çoğumuza “tüh bunu nasıl akıl edemedim” dedirtecek şeyler çıkacak mı?

Dijital kültürün işte böyle liberal bir özelliği var - kimsenin gem vuramadığı. Her an her saniye birisi parlak bir fikrini hayata geçirebilir. Darbenin nereden geleceği, hangi hızda geleceği hiç belli olmaz.

Peki neden bütün bu devrimsel çıkışlar Amerika’da ya da Avrupa ülkelerinde oluyor? Neden örneğin Türkiye gibi ülkelerden de böyle “birkaç tahtası eksik” ikililer çıkamıyor? Yoksa bunun nedeni evlerimizde müstakil garajların olmaması mı?

Diğer ticari alanları bilemem, ancak iş teknolojiye, internet dünyasına geldiğinde burada herkes hizaya girmiş eşit durmakta. 1,6 milyar dolara birbuçuk yıl önce açtıkları siteyi satan iki kişinin o zaman önlerindeki imkan ve engeller ne idiyse başka ülkelerdeki kişilerin önlerindeki imkan ya da imkansızlıklar da aynıydı.

O halde geriye “altyapı yetersizliği” bahanesi dışındaki diğer (gerçek) sebepler kalıyor. Örneğin vizyon sahibi olmamak gibi, yaşama bir tutkuyla bağlı olmamak gibi, bireylerin hayatta ne istediğini bilebilmelerini sağlayacak şekilde yetiştirilememiş olmaları gibi.

Ama bunların teknolojiyle, internetle ne ilgisi var? Doğrusu ben de bir anlam veremiyorum!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 20 10 2006

Salı, Ekim 17, 2006

DİJİTAL FIRSAT İNDEKSİ


Afrika’da Mauritius’u, Asya’da Brunei’yi, Katar’ı, Amerika’da Barbados’u, Avrupa’da G.Kıbrıs’ı ya da Malta’yı geçince mi kendimizi başarılı addeceğiz - yoksa verimlilik kavramını idrak etmenin zamanı geldi de geçti mi?


Internet adında eşitlenmiş dijital kültürü yönlendirme sürecini acaba Birleşmiş Milletler denetiminde, koruma ve kollamasında gerçekleştirebilir miyiz diye girişimde bulunanlar (Bilgi Toplumu Dünya Zirvesi) Ağustos ayında bir rapor yayınladı : Dünya Bilgi Toplumu Raporu.

Beş kıtada 180 ülkede yapılan araştırma sonucunda da bir indeks hazırlanmış. 180 ülkenin dijitalleşme süreciyle ilgili bilgiyi sembolize eden bu indekse Dijital Fırsat İndeksi deniyor. Bu çalışmaya göre dünya üzerindeki en ileri 10 ülke ve 1.00 üzerinden aldığı indeks değerleri şöyle sıralanıyor:

Kore – 0.79
Japonya – 0.71
Danimarka – 0.71
İzlanda – 0.69
Hong Kong – 0.69
İsveç – 0.69
İngiltere – 0.67
Norveç – 0.67
Hollanda – 0.66
Tayvan – 0.66

Türkiye’nin durumu ne? Bu indeks ne anlama geliyor? Biraz da bunları irdeleyelim:

Türkiye’nin indeks değeri 0.45. Türkiye 180 ülke içinde 58. sırada. Kırk ülkelik Avrupa listesinde ise Türkiye 32. durumda. Türkiye’nin gerisine düşmüş sekiz ülke şunlar: Rusya – Makedonya – Bosna – Beyaz Rusya – Ukrayna – Arnavutluk – Moldova. Moldova’nın indeks değeri 0.30.

Bir başka deyişle Batı Avrupa, İskandinavya, Baltık Ülkeleri ile eski doğu bloku ülkelerinin pek çoğu bizim önümüzde. Biz ancak birkaç eski Yugoslavya cumhuriyetini geçmişiz. Rusya ile indeksimiz ise eşit.

Bu indeks bize tam olarak ne diyor? İndeksi oluşturan üç temel kategori var. Bunlar: Fırsat, Altyapı ve Kullanım. Bu kategorilerde alınan indeksler, nihai indeksi oluşturuyor. Türkiye’nin bu üç kategorideki indeks değerleri şöyle :

Fırsat : 0.97
Altyapı : 0.30
Kullanım : 0.08

Yerimiz pek de parlak bir yerde değil. Dünya ve Avrupa ortalamalarına bakarak da bunu görebiliriz. Tablo şöyle:


Dünya Avrupa Türkiye
Fırsat 0.77 0.97 0.97
Altyapı 0.23 0.46 0.30
Kullanım 0.11 0.22 0.08
DOI 0.37 0.55 0.45


Görüldüğü gibi fırsat indeksimiz yüksek görünsede aslında Avrupa ortalamasındayız; dünya ortalamasını ise 0.20 puanla geçiyoruz. Altyapıda da Avrupa’nın gerisinde, dünyanın kısmen de olsa önündeyiz. Kullanımda ise her iki ortalamanın da gerisindeyiz. Tabii dünya derken Afrika dahil tüm kıtalardaki ülkelerin resmin içinde olduğunu unutmamak gerek.

Kısaca özetlemek gerekirse, burada bir kez daha şunu görüyoruz: Türkiye aslında yüksek potansiyele sahipken bunu hayata geçiremiyor. Bu sadece dijital kültür ya da teknoloji alanında mı geçerli? Hayır. Politika sahnesinde de benzer bir tablo yok mu ortada? Bir yandan baktığımızda biz büyük bir ülkeyiz. Ancak yukarıdaki gibi pratik bazı figürlere, ortalamalara, rakamlara baktığımızda ise dahil olduğumuz grubun içinde yer alan ülkeler pek de “rakip” olarak gördüğümüz ülkeler değil.

Dijital kültür ortalamamızı artırarak örneğin Afrika’da Mauritius’u (0.48), Amerika’da Barbados’u (0.52), Asya’da Brunei’yi (0.49), Katar’ı (0.51), Avrupa’da G.Kıbrıs’ı (0.55), Malta’yı (0.58) geride bıraktığımızda da kendimizi başarılı addedeceğiz?

Artık verim kavramını idrak etmenin zamanı gelmedi mi?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 13 10 2006

Cuma, Ekim 06, 2006

KAĞIT DIŞARI !


Internet elindeki o tabanca ile gazeteyi, dergiyi değil kağıdı ortadan kaldıracak!


Televizyon ve Radyo Müzesi’nin (MT&R) Eylül ayında İstanbul’da yapılan Danışma Kurulu toplantısında konuşan Müze Başkanı Pat Mitchell “Radyo, televizyon internet gazeteyi bitiremedi. Gazeteler hep ayakta kaldı. Ayakta kalmaya da devam edecek” demiş. Radyo ve televizyon benim uzmanlık alanım değil, o nedenle bunların basılı medyaya etkisi konusunda bir yorumda bulunamam. Ama internetle ilgili bir iki şey söylemek gereğini duyuyorum.

Daha önce de bir kaç kez bu sütunlarda değindiğim bir nokta var. Konunun bütünüyle yanlış algılanmasından kaynaklanan. MT&R Başkanı’nın değerlendirmesi de benzer bir yanlışlığı işaret ediyor.

Şöyle ki internet bir altyapı yani bir araçtır. Medyanın işlevi açısından baktığımızda, internetin kendisi bir medya değildir. Ancak medyanın elektronik haline aracılık eden bir imkanın adıdır internet.

Amaç ise ister internet üzerinden olsun ister basılı medya aracılığıyla olsun; bilginin kitlelere aktarılmasıdır. Kamuoyu için bilginin kendilerine hangi araç ile ulaştırıldığı ikincil öncelikte bir konudur.

Hal böyleyken internetin bilginin ulaştırılmasını öldürmesi söz konusu olabilir mi? Bilginin ulaştırılmasında yaygın araçlardan olan gazete ya da dergi formatlarının ölmesi düşünülebilir mi?

Kesinlikle hayır.

Peki o zaman ne değişecek? Internet hiçbir şeyi öldürmeyecekse elindeki o tabancayı ne yapacak?

Cevabı basit : Internet elindeki o tabanca ile kağıdı ortadan kaldıracak!

Bugün basılı medya, bilginin aktarımı için kağıdı malzeme olarak kullanmakta. Gazete ya da dergi dediğimizde sanırım siz de benim gibi kağıdı değil, kağıdın üstüne basılmış olan o bilgiyi anlıyorsunuz.

Kağıt ile üstüne basılmış olan malzeme o kadar etle tırnak haline gelmiş ki, bugün Sayın Mitchell gibi pek çok kişi bu iki olgunun birbirinden ayır edilebilecek şeyler olduğunu düşünmüyorlar.

Oysa internet bir araç olarak, ancak yine bir araç olan olgunun yerini alabilir. Eğer daha iyi, daha ucuz, daha pratik, daha ... vb ise.

Yine konuyla ilgili bir başka yorumda şuna benzer bir yakıştırma vardı: “Tuvalette gazete okuyabilrisiniz ama bilgisayardan internete girmezsiniz”.

Zor da olsa kabul edilebilecek bir yargı. En azından bugünkü imkanları dikkate alarak.

Peki bir an için internet gazeteyi değil, kağıdı çöpe attı dersek, tablo nasıl değişir; biraz da onu irdeleyelim:

Kağıtsız bir gazete ya da dergi düşünülebilir mi? Evet düşünülebilir. Yeter ki kağıdın yerini tutacak başka bir malzeme olsun.

Teknoloji bu malzemeyi geliştiriyor. Bu malzeme sınırlı olarak da olsa dünyada kullanılmaya başladı. Elektronik kağıttır bunun adı.

Henüz ucuza imal edilemediğinden her birimizin elinde birer elektronik kağıt yok. Ama gelecek on – onbeş yıl içinde olacak.

Bakın o zaman nasıl gazete okuyacağız: Elektronik kağıt denen şey, kağıt gibi katlanabilen, gazete ya da dergi sayfası boyutlarında elektrikle ya da pille çalışan bir cihaz olacak. Kenarından köşesinden bir yerinden bağlacağınız bir kablo ile bu kağıdı bilgisayarınıza bağlayabileceksiniz.

Internet erişimi olan bilgisayarınızdan gazetenin web sitesine erişip, e-gazeteyi e-kağıdınıza indirebileceksiniz. Sonra da bu e-kağıdı koltuğunuzun arasına sıkıştırıp, ister tuvalette okursunuz, ister yolda, otobüste, metroda. O size kalmış.

Evde aynı anda birden çok kişi gazeteyi nasıl okuyabilecek? Şu an nasıl oluyor? Gazetenin sayfaları ya da ekleri paylaşılıyor. E-gazetede de değişen bir şey olmayacak. Bunun için tek gerekli şey, ikinci kişinin de kendisine ait bir e-kağıdının olması.

Hatta inanıyorum ki ilk versiyonlar, ancak bir kaç gazete ya da dergiyi saklayacak kapasitede olacaksa da daha sonra çıkacak e-kağıt versiyonları satın aldığınız tüm gazeteleri saklayabilecek ayaklı bir kütüphane olacak.

Böylece günlerce, aylarca önce okuduğunuz bir habere geri dönebileceksiniz.

Kimbilir belki de Sn Mitchell de tüm bunları düşünerek, “internet gazete ve dergiyi öldüremeyecek” demiştir.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 06 10 2006

APPLE’DAN YENİ BOMBA : iTV


Modem cihazı görünümünde olan bu konsol bir yandan internete diğer yandan televziyona bağlı olacak ve böylece internetten dilediğiniz filmi indirip salondaki televizyondan izleyebileceksiniz.


12 Eylül günü San Fransisco’da toplananlar Apple başkanı Steve Jobs’un sadece yeni iPod modollerini açıklayacağını bekliyordu. Ancak Jobs bir sürpriz yaparak, iTV adlı yeni konsol ürününe önem verdi ve yeni iPod’larla ilgili açıklamalar da bir anda gölgede kaldı.

Apple dükkanlarına girerseniz sizi öncelikle minimalist bir tasarım karşılar. Tıpkı Apple ürünlerinde olduğu gibi. Mesela iPod’un belki de bu kadar ses getirmesinin gerisinde yatan en önemli sebep tasarımının sade ve kullanımının kolay olması. Yoksa MP3 çaları ilk icat eden firma Apple değil !
iTV ürünü de son kuşak iPod’larda Apple’in kısmen girizgah yaptığı video dünyasına el atıyor. iPod’larla, onu özel olarak hazırlanmış formattaki video klipleri izleyebilmeye başladık. Ancak ya oturma odasındaki geniş ekran televizyondan bir şeyler izlemek istersek ne yapacağız?

2007 yılının ilk çeyreğinden önce piyasaya çıkması beklenmeyen Apple iTV kutusu bu soruya cevap olacak. Modem cihazı görünümünde olan bu konsol bir yandan internete diğer yandan televziyona bağlı olacak ve böylece internetten dilediğiniz filmi indirip salondaki televizyondan izleyebileceksiniz.

Doğal olarak video izlemenin tek kaynağı internet değil. DVD ya da bilgisayarınızdaki video klipleri de bu cihaza bağlayarak televizyonda izleme imkanınız olacak.

Apple bu tür konsol üreten ilk firma olmayacak. Ancak görünen o ki iPod’daki performansını burada da gösterirse, bu alanda da başarılı olmuş ilk firma olacak.

Apple’in tarihinde aslında bir şeyleri icat etmekten ziyade onu “kullanılabilir hale getirme” konusundaki uzmanlığı öne çıkıyor. Herkes Microsoft’un Windows yazılımının temel özelliklerini Apple’ın o zamanki bilgisayarları olan Macintosh’lardan aşırdığını bilir ama Apple’ın da aşırılan o teknolojileri (mesela fare kullanımı, mesela ikon tabanlı bir kullanım ortamı vb) Jobs’un Xerox’un ünlü araştrırma laboratuarı PARC’a yaptığı bir gezide gördüğünü ve Mac’lerde kullanmaya orada karar verdiğini bilmez.

Aslında bu işten en çok zarar eden Xerox firması olmuş diyebiliriz. Nedeni de firmanın kendisini fotokopici olarak görme stratejisi. Madem öyle neden bir araştırma laboratuarı kurmuş ve neden orada icat edilen şeyleri hayata geçirmemiş diye düşünebilirsiniz. Bunun temel cevabı o tür bir araştırma laboratuarı kurmanın gerisinde, oradan çıkacak parlak fikirleri hayata geçirme beklentisinden ziyade Amerika’nın en seçkin beyinlerini kendi kontrolleri altında tutma ve böylece rakiplerinin o beyinleri kendi aleyhlerine kullanma olasılığını enaza indirme arzusu.

Ethernet’in, lazer yazıcının, farenin, ikonları tıklayarak bilgisayara konut vermenin icat edildiği bir laboratuar! Ve bakın bugün bu teknolojilerden kimler istifade ediyor.

iTV’nin bu kadar beklemesinin gerisinde, DVD kalitesinde video görüntülerinin kesintisiz iletebilmek için gerekli olaran kablosuz teknoloji eklerinin ancak o zamana yetişmesinden kaynaklanıyor. Bu yeni versiyon mevcuda göre 10 kat daha hızlı veri aktarımı yapabilecek.

iTV’nin kendisine ait bir ekranı ya klavyesi olmayacak. Sadece uzaktan kumanda ile cihaza komut verilebilecek. Apple daha şimdiden Disney ile 75 film için anlaşma imzalamış durumda. 75 figürü oldukça düşük. Ancak iPod’lar ilk çıktığında, Apple’ın sunduğu müzik parçası adedi 200 bin idi. Bugün bu figür 3,5 milyon adede çıkmış durumda. iTV’ler de evlerde yerini aldığında 75 figürünün onbinlere ulaşması kaçınılmaz olacak.

iTV de iPod gibi bizi ülkemize de gelecek, bizi de etkisi altına alacak mı şimdiden kestirmek zor. Ancak ABD’de 299 dolara satılacağı söylenen cihazın önemli bir başarı kazanacağını bekleyenler çoğunlukta.


Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 29 09 2006

Pazartesi, Eylül 25, 2006

11 EYLÜL - NORMAN DODD ve INTERNET

... Ki zihinlerdeki internet olgusu “internet iyidir” ya da “internet kötüdür” olmaktan çıksın “interneti kötü emellerine alet etmişler” ya da “interneti hayırlı bir iş için kullanmışlar” zeminine otursun!

Internet, popüler medyaya çoğunlukla magazinel bir konu olduğu zaman yansıyor. Hal böyle olunca da internetle ilgili zihinlerde oluşan imaj Televole Kültürü imajının yanına yerleştirilmiş oluyor.

Internet, çocukları asosyal yapan bir kaynak. Internet, evli barklı insanların chat odalarında yoldan çıkmasına neden olan berbat bir şey!

Google, Yahoo gibi arama sitelerine girdiğinizde artık sadece kelime ile arama yapmayla sınırlı değilsiniz. Örneğin video klipleri de arayabilirsiniz. Aradığınıza bağlı olarak dünyanın bir ucundan evde çekilmiş komik kliplere ulaşabileceğiniz gibi, işi ciddiye alanlar için ciddi konularda da önemli belgesel niteliğinde kliplere erişmek mümkün.

Bunlardan iki tanesinden bahsederek, internetin gerçekten de ciddi işler için kullanılabileceği, faydalı olabileceği konusunda somut deliller sunmak istiyorum.

Ki zihinlerdeki internet olgusu “internet iyidir” ya da “internet kötüdür” olmaktan çıksın “interneti kötü emellerine alet etmişler” ya da “interneti hayırlı bir iş için kullanmışlar” zeminine otursun!

Bunlardan bir tanesi, şu sıralar beşinci yılını idrak ettiğimiz global terörizmin zirvesi sayılabilecek ABD’de gerçekleştirilen 11 Eylül 2001 terör saldırıları ile ilgili izlediğim bir film.

Film temelde, o gün yaşanan terör olaylarının perde arkasında, dünya kamuoyuna yansıtılanların ötesinde şeyler olabileceğini işaret ediyor. İşte belgeleriyle ispatlanmış konuyla ilgili bazı veriler:

· 1962’de ABD’li genel kurmay başkanı, savunma bakanına hazırladığı bir raporda, Küba’da Castro’yu devirmek için, Küba açıklarında seyreden ve güya içinde yolcular olan sivil bir ABD uçağını düşürmeyi ve suçu Küba’ya atmayı önermiş – emekli edilmiş.
· 2000 yılında Pentagon, iki kere Pentagon’a havadan bir saldırı olsa ne olur simülasyonu yapmış. Bu simülasyona katılan o zamanki bir askeri pilot, 11 Eylül günü Pentagon’a çarptığı söylenen uçağın da sivil pilotuymuş.
· 6-10 Eylül 2001 günleri arasında borsada Boeing, United Havayolları, American Havayolları hisselerine, dönem ortalamasının 5-11 kat daha fazla “sat” talebi gelmiş
· Temmuz 2001’de İkiz Kuleler 99 yıllığına kiralanmış ve 3,5 milyar dolara terör olaylarına karşı sigortalanmış
· Serbest düşme ile ilgili fizik kanunu formülüne göre 10-11 saniyede yıkılması gereken kuleler 8-9 saniyede yıkılmış – bu da yıkılmayı hızlandırıcı etkiler (ara katlarda patlayan bombalar) olduğunun bir göstergesiymiş.
· Binlerce derece ısıdan dolayı binaların eriyerek yıkılmasına neden olan New York olayında, kağıttan yapılmış bir terörist pasaportu, o binlerce ısıya dayanarak, yanmadan kurtulmuş.

Bu tür bilgiler tüm film boyunca devam ediyor.

Bir diğer belgesel niteliğindeki film ise 1950li yıllarda ABD Kongresi tarafından kurulmuş olan bir araştırma komisyonu başkanı olan Norman Dodd ile 80li yıllarda yapılmış görüşmeyi içeriyor. Bu komisyonunun amacı ABD’deki eğitim vakıflarının faaliyetlerini incelemek ve gerçekten de vergiden muaf olan gelirlerini, kuruluş amaçlarına uygun olarak harcayıp harcamadıklarını anlamak.

Araştırma sonucunda ilginç sonuçlar çıkıyor : Örneğin en ünlü vakıflardan birisinin başkanı, aleni olarak, vakfın kurulma amacının, “ABD’deki insanların yaşam modelini Sovyetler Birliği’nde yaşam modeline yaklaştırmak” olduğunu söylüyor. Genç bir başka vakıf başkanı ise boşta bulunup vakfın tüm toplantı notları arşivini araştırmak üzere komisyona açıyor ve bunun sonucunda da örneğin 1908 yılında vakfın tüm bir yılını “Tüm toplum hayatını değiştirmek istesen, bunu yapmanın en etkin yolu savaş mıdır yoksa başka bir şey mi?” sorusuna cevap aradığı (ve cevabın “savaş” olduğu), 1909 yılında ise toplantılarda şu soruya cevap arandığı “ABD’yi bir savaşa nasıl müdahil edebiliriz?” ve “Dışişleri Bakanlığı’nı kontrol altına alarak” cevabı üzerinde mutabık kalındığı ortaya çıkıyor.

Internet olmasaydı bu belgeler gün ışığına çıkarılabilir miydi? Yaygın olarak bireylerin erişimine sunulabilir miydi?

Bir yanda bu sorular varken diğer yanda da şu soru öteki herşeyi gölgeliyor: Eee internet bunları gün ışığına çıkarıyor da ne oluyor?

Belki de popüler medya haklı!

http://video.google.com/videoplay?docid=-5946593973848835726&q=911+cover+up&hl=en
http://video.google.com/videoplay?docid=-7373201783240489827&q=illuminati+%2Bgriffin&hl=en
http://www.supremelaw.org/authors/dodd/interview.htm

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 22 09 2006

Cuma, Eylül 15, 2006

NİJERYA'DAN MEKTUP VAR


İşte size Nijerya’dan tüm dünyaya gönderilen bir sahtekarlık mektup örneği. Okuyun ve kendinizi sınayın : Bu tuzağa düşer miydiniz?

“Nijerya mektupları” dijital sahtekarlık literatürüne girecek kadar bildik hale geldi gelmesine ama hala bu mektuplara inanıp eli, kolunu kaptıranların haberleri çıkıyor.

Teori yerine pratik deyip, epostama son düşen ve Nijerya’daki Adamımız’ın (!) gönderdiği emaili size tercüme etmek istiyorum. Okuyun ve kendinizi sınayın – tuzağa düşer miydiniz? (parantez içindeki yorumlar bana ait):

Kimden : webemaildelivery006@....
Tarih : 29 Ağustos 2006
Konu : Sayın Bay/Bayan

Sayın Bay/Bayan
Bunu çok (kişiye) yazdım ama hiç cevap alamadım. Anlatmaya çalıştım ama aldığım cevapların çoğu şaka yapıyor olduğum şeklindeydi. Umarım size de şaka gibi gelmez Bay/Bayan. Emailinizi bir internet dergisinde gördüm (meğer ne kadar ünlüymüşüm) – şu sıralarda internet kullanımını geliştirmek üzere ofislere dağıtılan ve tüm personelin paylaştığı dergide.

Umarım kötü ingilizcemi maruz görürsünüz. İngilizcem iyi değil, zaten pek eğitimli birisi de değilim.(neden bu kadar safça davrandığının açıklaması)

Ben Bay Kola Fashonu. First Bank of Nigeria’nın Portharcourt’taki Doğu Şubesi’nde temizlikçiyim. Bankama, işime bağlı birisiyim. Bu nedenle şube müdürü (Bay Sam Sumalo) bana çok güvenirdi.

Eşimin cenazesini kaldırdığımızdan dolayı bir hafta boyunca ofise gidemediğimden dolayı işlerin çok biriktiği bir Pazartesi günüydü ki şube müdürümüz beni ofisine çağırdı. Ortaya bir kutu çıkardı ve onu saklamamı istedi. Kutunun içinde para olduğunu biliyordum (nasıl?) ama kaç para olduğunu bilmiyordum. Kutunun içinde 20 milyon 10 bin dolar olduğunu (küsuratlı miktar) ve bu parayı banka hesaplarından çaldığını söyledi. Kutuyu geri isteyene kadar evimde saklamamı, bunun karşılığında bana paranın yüzde 10’unu vereceğini söyledi. Neden beni seçtiğini sordum. (ama neden çaldığını sormamış) Güvenebileceği tek kişinin ben olduğumu söyledi. Kabul ettim çünkü (para çalıntı da olsa) ben sadece sıradan bir temizlikçiydim; zengin olmak istiyordum. Eve dönerken bir video kamera ödünç aldım; 15 yaşındaki oğlum, paraları sayarken filmimi çekti. (istersem bana bu filmi gönderebilecek delil olarak) Parayı söz verdiğim gibi sakladım.

Size bu epostayı gönderme nedenim, müdürün evine silahlı soyguncuların baskın yaptığını ve bunun sonucunda öldürüldüğünü öğrenmiş olmam. Artık parayı kullanabilmemin hiç bir yolu yoktu çünkü sıradan bir temizlikçi olarak bu kadar parayı nereden bulduğumu açıklayacak bir yalan bulamazdım. Size bu epostayı bu nedenle gönderiyorum – parayı yabancı birisine göndermek istiyorum. Bu şekilde paranın bulunması imkansız olacaktır. Sizden para ya da banka hesap bilgilerinizi istemiyorum. Tek istediğim isminizi ve adresinizi göndermeniz. Kutuyu UPS’in doğu şubesinin müdürü olan ablama vereceğim. O da kutuyu şahsen sizin ev adresinize ulaştıracak. Bu yolla paket kontrolden geçirilmeyecek çünkü ablam UPS’teki tüm kontrolörlerin başıdır. (ablamızın kariyeri çok iyi ama yine de parayı benden başka ulaştıracak bir tanıdığı yok) Bir ev veya ofis adresine ihtiyacım var çünkü ablam kimseyle otel, restaurant, park, havaalanı gibi yerlerde buluşmaz, para değiş tokuşu yapmaz. (çok mazbuttur) Onunla ancak bir ev veya ofiste buluşabilirsiniz. (böylece beni soyup soğana çevirmeleri kolay olur) Eğer sizin için uygun değilse, size yanıt vermeyeceğim çünkü parayı kaybetmek istemem. Harcamalar bu şekilde halledilecek, sizin ödemeniz gereken bir şey olmayacak. Parayı aldığınızda lütfen bana bilgi verin, kutudan temin ettiğim biraz para ile alacağım biletlerle oğlumla Nijerya’dan sizin ülkenize geleceğiz. Ben geldiğimde paranın yüzde 30’u sizin olacak, yüzde 70’ini bana verirsiniz.(tabii ben parayı aldıktan sonra seni beklersem)

Lütfen bundan kimseye bahsetmeyin, avukatınıza bile. Ancak bu şekilde bu işi yapabiliriz. Ben de sadece ablama söyledim çünkü kutuyu taşımada bize yardım etmesi gerekiyor.(oğlun da filmini çekmemiş miydi?)

Sizden cesaretlendirici bir cevap almayı umuyorum.

Size bu mesajı gönderdiğim eposta adresi bir arkadaşıma ait olduğundan (böylece bu emaili kendisinin gönderdiğini kimse ispatlamayaz) lütfen cevabınızı (kolafashonu0@...) email adresime gönderin. Aksi durumda bir arkadaşın epostasından yazışmaya başlamak uygun olmaz.

İyi günler
Kola Fashonu

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 15 09 2006

Pazartesi, Eylül 11, 2006

WEB 2.0


Web 2.0 aslında teknik bir versiyonlamadan öte, web dünyasında son yıllarda yaşanmakta olan dönüşümü işaret etmek üzere kullanılmaya başlayan bir tabir.

Teknik tabirle, bu webin ikinci versiyonu anlamına geliyor. 90lı yıllara kadar, yazılım firmaları ürünlerinin isimlerine birer de rakam ekleyerek, o ürünün yeni versiyonunu işaret ediyorlardı. Örneğin Windows ver 3.1 gibi.

Ancak Microsoft firması, 1995 yılından itibaren bu isim standardında bir değişikliğe gitti ve daha otomobil firmalarının kullandığı modeli denedi. Yeni versiyona çıktığı yılın ismini vermek! Böylece Windows 95, Windows 98 ve Windows 2000 gibi versiyonlarımız oldu. Daha sonra adı konulan versiyon, adının işaret ettiği yılda çıkarılamaz hale gelince, bundan da yavaş yavaş vazgeçildi.

Şimdi internet dünyasında klasik modele bir dönüş var. Internet/2’den sonra, şimdi bir de Web 2.0 çıktı. World Wide Web’in yeni versiyonu. Web 2.0 aslında teknik bir versiyonlamadan öte, web dünyasında son yıllarda yaşanmakta olan dönüşümü işaret etmek üzere kullanılmaya başlayan bir tabir. Kökeni 2004 yılına gidiyor. O sırada yapılacak bir konferans serisi için gerçekleştirilen beyin fırtınası toplantılarında ortaya atılan ve daha sonra da benimsenerek konferans serisinin adının ötesine geçen bir deyim.

Bu deyim neyi işaret ediyor?

Temel olarak, web üzerinde bireyin daha etkileşimli bir altyapı üzerinde zamanı geçirmesi için web sitelerinin tasarım modellerinde son yıllarda gözlenen dönüşüm web 2.0’ın da özünü oluşturmakta.

Bugün artık içinde zaman harcadığımız pek çok web sitesi, sadece oradaki bilgiyi talep eden bireylere ulaştırmak amacıyla oluşturulmuş web siteleri olmaktan çıktı. Daha ziyade bu web sitelerinde bir topluluk ortamı oluşmakta. Ancak bu topluluk ortamı, daha önceki örneklerinden farklı olarak, o web sitesine kendisinden çok şeyler katmaya başladı.

Eskiden, ya da web 1.0 döneminde, bireylerin katılımı ancak mesajlarla ya da dosya paylaşımı ile gerçekleşmekteydi. Web 2.0 modelinde ise web siteleri artık adeta bireylere kendi web sitelerini kurma düzeyinde etkileşim kurmalarını sağlıyor (ör. Bakınız son dönemde popülaritesi hızla artmakta olan www.myspace.com www.youtube.com)

Buna ek olarak bazı web siteleri tüm içeriğini bireylerin katkılarıyla oluşturma modelini de gerçekleştirmekte. Bu da web 2.0’ın bir başka web site yapı alternatifi. Örneğin www.wikipedia.com ya da www.eksisozluk.com buna güzel örnekler.

Web 2.0 teknik bir standard olmaktan ziyade, web sitelerinin içeriğinin sunduğu etkileşim düzeyine göre ortaya çıkan semantik bir olgu. Webe ilk girilen dönemlerde, web siteleri çerik açısından üç kategoride ele alınıyor ve web sitesi kuracak olanlara bu aşamaları kademe kademe, sindire sindire geçmeleri öneriliyordu. Neydi bu aşamalar?

Birinci aşama bilgi verme (information) düzeyi idi. Yani web sitesinde sadece tek yönlü, pasif, olarak bireye bilgi sunuluyordu. O kadar. İkinci aşama etkileşim kurma (interaction) düzeyi idi. Bu aşamada web siteleri pasif olarak bilgi vermekle kalmıyor, bireylerle etkileşim de kuruyorlardı. Bu etkileşim, bireye ücretsiz olarak bir şey sunmak (örneğin bedava bir rapor, film fragmanı vb) ve/veya ondan bazı bilgiler edinmek (eposta adresini alıp haber bültenine üye yapmak gibi) gibi basit düzeyde idi. Üçüncü aşama ise işlem (transation) düzeyi idi. Bu aşamadaki web siteleri ticari anlamda erişimcilerle ticari bir işlemi gerçekleştiriyordu (örneğin sipariş almak).

Web 2.0 tüm bu aşamaların üstünde ve her üçünü de içeren ancak boyut olarak çok daha ileriye gitmiş bir versiyon. Yukarıdaki üçlü modelde temel hedef ticari işleme yönelikken burada temel nokta etkileşime kaymış durumda. İşin ticari yanı ise yan yollardan elde ediliyor. Örneğin bu tür bir web sitesinin alacağı reklamlarla.

Sanal dünyayla internet ile tanışan pek çok kişi internet zamanından önceki sanal dünyada da buna benzer modeller olduğunu bilmiyor tabii. Compuserve, AOL gibi ticari sanal ortamlarla, belli bir bölgenin müdavimleri için oluşturulmuş olan BBS’ler (bülten tahtası sistemleri) bugün web 2.0 olarak anılan olgunun ilksel modellerini oluşturuyordu.

Aradaki fark ise aynı olgunun, web teknolojileriyle ve global köy haline gelmiş dünya sathında yapılıyor olması.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 08 09 2006

Cuma, Eylül 01, 2006

BAZILARI DAHA EŞİTTİR!


...pek çok kişinin unuttuğu üzere, interneti ne ABD yönetiyor, ne de bir başka ülke !...

Orwell’in, Hayvan Çiftliği kitabından tüm dünyaya yayılan bu cümle son dönemde ABD’de internet için de gündeme geldi.

Daha eşit olmak isteyenler, K.Amerika’da internet altyapısını sunan telekom firmaları. Eşit olan diğerler ise Google, Yahoo gibi bu altyapıları kiralayarak bunun üstünden hizmet veren dev firmalardan tutun da üç dört kiloluk web sitesi olan herkes.

1996 yılında ABD kongresinde kabul edilen ve telekom hizmetlerinin tekelci modelden liberal modele geçmesini sağlayan kanuna bu yıl içinde yapılması istenen düzenleme ile herkesin eşit olduğu internette birileri daha çok eşitlik istiyor.

Google, Yahoo gibi internetin yerlisi olmayan, ancak ellerinde altyapı imkanı sayesinde, bu yerlilerin hayat bulmasını bir yerde olanaklı kılan telekom şirketleri, bir yandan kendi hatları üzerinden akan veri trafiğinin önceliklendirilmesini talep ediyor. Diğer yandan da bu öncelikli trafiği kullanarak, son kullanıcılara katma değerli hizmet vermek istiyor.

Ne tür hizmetler mi? Mesela geniş bant imkanı üzerinden film satma, kiralama, izleme gibi yüksek veri trafiği gerektiren hizmetler.

Şimdi bir yerde iki saatlik bir film için diyelim ki beş dolar ödeyecek bir müşteri varken diğer yanda aylık sabit fiyat üzerinden epostalarını kontrol eden bir müşterinin ne kadar değeri olabilir?

Internet, tanım gereği, en iyi performans üzerine kurulu bir yapıya sahip (best effort). Bir başka deyişle, mimarisinin temelinde, üzerinden geçmekte olan trafiği, içeriğini ayırt etmeden, elinden gelen en iyi rotayı bularak taşımak modeline sahip (IP adresi denilen ve ne işe yaradığını pek çok kullanıcının bilmediği o TCP/IP veri taşıma mimarisinin özünde bu var).

Trafiği, türüne göre önceliklendirme, yani eski Moskova caddelerindeki gibi, sadece üst düzey devlet görevlilerine tahsis edilen şeritler gibi, sadece belli tür hizmetler için belirlenmiş veri trafik kapasitesinin, diğer trafikten soyutlanması, yukarıda belirttiğim en iyi efor mantığıyla uyuşmuyor.

Uyuşmamazlık teknik bir eksiklik değil – yanlış anlaşılmasın. IP mimarisi bu özel trafik uygulamasını olanaklı kılar. Bu tür imkanlar, büyük şirketlerin kendi iç veri ağlarında kullanılıyor (buna Quality of Service – Hizmet Kalitesi deniyor). Ancak genel internet trafiğini bu şekilde parsellediğinizde, “en iyi efor” mantığı kağıt üzerinde kalmış olacak.

İşin tabii bir başka boyutu da var. Bizler, interneti son 15 yıldır sivil ya da ticari amaçla kullanan kitle, bir yerde kim oluyoruz ki, zamanında bizler düşünülerek geliştirilmemiş bu mimarinin, eşitlik ilkesinin bozulmaması için mücadele veriyoruz?

Bu altyapı zaten soğuk savaş döneminde savunma amacıyla ve askeri bütçelerle icat edilmedi mi? Daha sonra sadece Amerikan devlet kurumlarının ve daha sonra da diğer müttefik ülkelerin devlet kurumlarının erişimine açılmadı mı?

Sivil halkın ve ticari işletmelerin internete erişmeleri, genişleme sürecinin ancak son halkasını oluşturmaktadır. Oysa şimdi özellikle bu kesim, neredeyse ta ilk günden beri resmin içinde olan altyapı sağlayan telekom firmalarına kafa tutuyorlar.

Telekom firmaları da haklı. Onlar otuz yıldır işin cefasını çekerken, Google gibi firmalar milyar dolarlık şirketler haline geldi ve bu pastadan ne yazık ki telekom şirketleri tam manasıyla istifade edemedi.

Şimdi intikam zamanıdır!

Konunun detaylarını çok da bilmeyen ABD kongresi, şimdilik bu yasa değişiklik tasarısının görüşülmesini erteledi. Bazıları artık istenen değişikliğin gerçekleştirilmesinin çok zor olduğunu ve internetin mevcut ruhunu koruyacağını savunurken, diğer bazı otoriteler ise savaşın henüz bitmediğini söylüyor.

İşin bir başka ilginç noktası ise ABD kongresinin bu konuda alabileceği olası bir kararın güdüklüğü ile ilgili. Çünkü alınacak bu türden bir karar ancak ABD toprakları içinde uygulanabilir. Bu sınırların dışında kalan internet altyapısında ise herhangi bir geçerliliği söz konusu olamaz.

Çünkü pek çok kişinin unuttuğu üzere, interneti ne ABD yönetiyor, ne de bir başka ülke !...

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 01 09 2006

TUŞLAYIP TIKLAYARAK KONUŞMABİLMEK !


Bildik dünyada iletişim adabı konusunda deneyimi olan sanal göçmenler sanal dünyada birbirine girerken, bu konuda emekleme aşamasında olan sanal yerlilerin bu denli sorunsuz iletişim kurması sizce de üzerinde durulması gereken bir olgu değil mi?


Sanal alem müdavimlerinin girdikleri dialoglarla ilgili olarak elimde iki tane kıstas var. Birincisi dijital göçmen olan ben ve benim gibilerin (yaşı 25in üstünde olanların) birbirleri arasındaki sanal dialoglar (yani chat ve/veya tartışma listelerindeki dialogları). Diğeri ise dijital dünya yerlisi olan kızımın kendi akranları ile girdiği dialoglar.

Ortada çok net bir ayrım var. O da göçmen olan bizlerin, yazılan çizilen her bir noktayı, virgülü çok ciddiye alıyor olmamız. Belki de dijital yerlilerde olması gerektiğine bahse gireceğimiz bir özelliğin, onlarda değil ama tam tersine biz göçmenlerde olması. O da, bilgisayar ekranından göremediğimiz, karşımızdaki kişinin bir insan olduğunu unutmak ve aslında onun bir eposta adresi ya da bir takma isim (nickname) olduğunu düşünmek.

Bu ne anlama geliyor? Eğer siz de göçmenseniz, üyesi olduğunuz bir tartışma ortamında zaman zaman birilerinin birbiri ile “sanal tartışma ortamında nasıl tartışılması, yazılan epostalarda ne tür bir üslup kullanılması” gerektiğini tartışmaya başladıklarına şahit olmuşsunuzdur (asıl tartışılmakta olan konuyu bir kenara bırakarak).

Bu tür bir tartışmaya giren bireylerin birbirini tanımıyor olmalarına, sadece sanal alemden tanışık olmalarına gerek yok. Birbirini tanıyan, seven, sayan kişiler bile bu tür tartışmalara girebiliyor.

Neden?

Bu sorunun cevabını dijital yerlileri izleyerek anlamaya, idrak etmeye çalıştım. Tespit ettiğim temel fark şurada : Dijital dünyanın yerlileri, yolunda gitmeyen bir şey olduğunda, onu doğrudan yok sayarak yollarına devam ediyorlar.

Örneğin chat yaparken birisi ileri geri bir laf mı etti; o kişi ile bir daha yazışmıyor ve bağlantıyı anında kesiyorlar.

Ya da üyesi olduğu bir tartışma listesinde, tartışma üslubu ile ilgili, burundan yukarı üfleyen ses tonunda bir eposta mı almışlar. Ona cevap verip sinirlenmek, üslüp ile ilgili tartışmak vb yerine, o epostayı silip yok sayıyorlar.

Böylece tohum düzeyindeki sorun, doğmadan yok oluyor.

Sorun ortaya çıkmadığı için ne kazanan ne de kaybeden oluyor.

Birbirlerine laf yetiştirme, laf sokma (yeni tabirle “kapak olma”) konusunda yüzyüze geldiklerinde bu kadar yarış halinde olan bu gençlerin sanal dünyaya girdiklerinde kendilerinden beklenmedik bir olgunluk göstermeleri ne kadar ilginç!

Bundan daha ilginci ise yüzyüze geldiklerinde her türlü kuralı dikkate alan yetişkinlerin, bilgisayar ekranının karşısına geçtiklerinde yüzseksen derece değişmeleri. Ulu orta birbirlerine girme konusunda sınır tanımamaları.

Biz sanal göçmenler, sanal dünyanın rajonunu doğal anlamda bilmediğimizden sürekli açık veriyoruz. Ancak bir topluluk önünde oturmasını, kalkmasını, konuşmasını, takınılacak üslubu çok iyi bildiğimizden oralarda başarılıyız.

Sanal yerliler ise daha bu olgularda gelişme göstermemiş durumdalar. Okuda öğretmenleriyle ya da evde ebeveynleriyle kurdukları dialog bu kategorideki amatörce deneyimleri. Ancak onlar da sanal dünyada çok iyiler.

Biz onlara birşeyler öğretmeyi doğal bir sorumluluk olarak addetmiş sürekli beyinlerine bir şeyler sokmaya çalışıyoruz. Onlar ise sanal dünyada elimizi kolumuzu nereye koymamız gerektiği konusunda bize yardımcı olma zahmetinde bile bulunmuyorlar.

Hal böyle olunca da sanal odalardaki gürültü kulak zarını patlatacak seviyelere ulaşıyor. Allah biz göçmenlere hem sabır, hem de sanal dünyaya yerlilerin bakış açısından bakabilme becerisi niyaz eylesin. (Çıkmayacak duaya pek denmez ama yine de:) Amin!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 25 08 2006

INTERNETİ TEK GEÇMEK!


At yarışları artık internet üzerinden de oynanabiliyor. Peki internet okuryazarı profili düşük bir kitle için internetten at yarışı imkanı ne işe yarar? Ya da başka kitleler bu vesile ile at yarışları ile tanışabilir mi?


“Tek geçerim” ifadesini daha ziyade at yarışı müptelaları, gelme olasılığı çok yüksek bir at için söyler. Birden çok yarış üzerine oynanan bahislerde (örneğin altılı ganyan) her yarış (ayak olarak isimlendirilir) için at tercihleri yapılması gerekir.

İsterseniz yarışa iştirak eden tüm atları yazabilirsiniz. Ancak doğaldır ki o zaman da ödeyeceğiniz bedel artar. En az yazabileceğiniz at adedi ise birdir. Örneğin sekiz atın koşacağı bir yarış için tek bir atı tercih etmek çok riskli bir seçimdir. Çünkü eğer seçtiğiniz at birinci olmazsa, tüm bahisiniz yanmış olur.

Öyle bir at seçmelisiniz ki sizi yarı yolda bırakmasın! Kesin birinci gelsin. İşte “tek geçilecek” at böyle bir attır.

Şimdilerde televizyonlarda futbol camiasından tanıdığımız iki ünlü isim Erman Toroğlu ile Rıdvan Dilmen, internet üzerinden at yarışı oynama imkanı sunan web sitesi için reklama çıkıyorlar. Finalde Erman Hoca “Tek geçerim abi interneti” diyor ve internet üzerinden at yarışı oynamanın çok kolay, çok pratik olduğunu vurgulamaya çalışıyor.

Internet üzerinden bahis oyunları konusu tüm dünyada oldukça ciddi bir gündem maddesi. Ancak konu çok boyutlu. En sorunlu görünen kısım, internet üzerinde gazino işlevi gören web siteleri. Öte yandan yukarıda andığım reklama konu olan web siteleri üzerinden yasal olarak oynanan bahisler söz konusu olduğunda bir şeyin altını iyi çizmek gerekiyor.

O da internetin burada aracılık rolü üstlenmesi. Yoksa bahisin kendisi olması değil. Bu web sitesine girdiğinizde yapabileceğiniz şey, gün içinde Türkiye Jokey Kulübü denetiminde koşulacak yarışlarla ilgili yine TJK’nin kontrolündeki bahis oyunlarına iştirak edebilmektir.

Hal böyle olunca, elektronik dünyanın bilinmezlerinin bahisin kaderini değiştirmesi gibi bir olasılık söz konusu değil. Bahisi hipodromda koşacak yarışlar, atlar belirlemeye devam ediyor. Siz sadece hipodroma ya da bir ganyan bayiine kadar gitmek yerine oturduğunuz yerden bahis oynamış oluyorsunuz.

İşin diğer sosyal boyutları açısından riskleri aynen geçerli. Yani kimler bu bahisleri oynar sorusu örneğin. Hiç düşündünüz mü hipodromlarda, ganyan bayiilerinde kimler oynuyor bu bahisleri? Pratikte her yaştan herkes. O halde internet üzerinden oynanması söz konusu olduğunda bir değişiklik söz konusu değil. Risk aynı. Internet üzerinden de herkes oynayabilir. Ancak burada biraz daha net bir sınırlama var. Şöyle ki bahis parasını hesabınıza bir banka hesabınızdan virmanlamak zorundasınız. O halde bir banka hesabınız yoksa oyun da oynayamazsınız demektir. Ya da en azından sizin hesabınıza para gönderecek birisi yoksa.

Bir diğer konu da internet üzerinden bahis oynayacak kişilerin halihazırda internete, bilgisayara ne kadar aşina olduğu realitesi. Yani bugün hipodroma giderek ya da ganyan bayiilerinden bahis oynayanların ne kadarı interneti kullanmasını biliyor? Elimde bir istatistik yok ama yarış meraklılarının profilini az çok bildiğimden bu oranın adetsel olarak çok yüksek olacağını sanmıyorum. Ancak bahis hacmi açısından baktığımızda durum değişebilir.

Bir başka soru da halen internet oynayıp da at yarışı bahisi oynamayan ya da oynama imkanı olmayanların, internet vesilesi ile bahis oynamaya başlayıp başlamayacağı. Bence bu reklamların da temel hedef kitlesi işte bu kişiler. Hem bahis oynayabilecek gelir düzeyine ve teknoloji okuryazarlığına sahip hem de şimdiye dek lojistik sebeplerden dolayı bahis oynama imkanını yakalayamamış olanlar.

Bugün internet üzerinden, bir altılı ganyan oyununda (yani altı yarışın birincisini bilme bahisi) iki yarışa ikişer at, bir yarışa beş at tercihi yapıp, üç yarışı da “tek geçerseniz” sadece 1 YTL’ye bahis oynayabilirsiniz. Peki kazanır mısınız?

Onu da at yarışı müdavimlerinin sıkça kullandığı bir deyim ile cevaplayayım: At koşar baht kazanır!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 11 08 2006

“FİLOZOFLAR GO OYNAR”


Trevanian’ın Şibumi kitabıyla tanıştığımız Go oyunu, son yıllarda Türkiye’de hızla yayılıyor. Kafelerde oynanıyor, turnuvar düzenleniyor. Türkiye’de Go’ya sahip çıkan bir Go Oyuncuları Derneği var.


Tam 17 sene önce 1989 Haziranının son günlerinin birinde, üniversitedeki son final sınavından çıktım ve doğruca, kuruluşunu ilan etmek üzere, bir süredir kampüsün orasına burasına ilanlar asan bir kulübün ilk (tanıtım) toplantısına katılmak üzere Mimarlık Fakültesi’ndeki konferans salonuna yollandım.

Benim için çok ilginç bir olaydı bu. Uzun yıllardır kendime Go oyununu bilen birilerini arayıp da bulamamışken tam da üniversiteden mezun olduğum günlerde birileri Go Kulübü kurmaya karar vermişti (o güne dek neden bu girişimi kendimin başlatmadığını hiç düşünmemiştim).

Go’yu ben de pek çok Türk gibi, Trevanian’ın Şibumi adlı kitabıyla tanıdım. Yıl 1982 olsa gerek. Gümüşsuyu’ndaki Japon Konsolosluğu’na gidip oyun hakkında bilgi ve hatta oyun seti talep ettim. Oyun seti alamadım ama bana ISHI Press’e ait iki tane kitap verdiler. Go’nun kurallarını o İngilizce kitaplardan öğrendim.

1984 yılında Avrupa’da dolaşırken, hiç aklımda olmadığı halde, girdiğim bir mağazada GO seti gördüm. Aldım. Kendi kendime Go oynamaya böyle başladım.

İş hayatımın ilk yıllarında, İstanbul’daki bilişim piyasasında tanıştığım ve iyi muhabbet yaptığım bir kişiden, Douglas Hofstadter’i tanımanın yanısıra Go oyununun ilk bilgisayar programını da edindim (adı Nemesis’ti sanırım). MS-DOS’ta çalışan bu oyunu çok az yenebiliyordum.

Internet ile birlikte pek çok şey gibi Go oyunu da daha yakınıma gelmeye başladı. Bu etkileşim sayesinde, örneğin 1989 yılında o toplantıyı düzenleyen kişinin (ya da kişilerden birisinin) merhum Alpar Kılınç olduğunu öğrendim. Türkiye’de Go’nun kuruluşu denince onun ODTÜ’deki bu emeği ilk adımlar olarak anılmaktadır.

Tüm bu süre boyunca Trevanian hiç bir şey yazmadı. Daha doğrusu bize yazmamış pozu yaptı. Bir gün Las Vegas Havaalanındaki bir kitapçıdan onun uzun yıllar sonra çıkan ilk kitabını görünce ne yapacağımı bilemedim. Heyecandan ya da beklediğim gibi çıkmayacağı korkusuyla kitabı almadım. Kitap ancak ertesi yıl Türkçe’ye çevrildi. Aldım, okudum ve korktuğumun başına geldiğini gördüm.

Artık hiçbir kitap Şibumi gibi olmayacaktı.

Şibumi aslında bize Go ile birlikte Internet’i de tanıştırmıştı. Ancak ne kitap o imkana internet diyordu, ne de biz Şibumi’yi okurken, arada bir adı geçen ŞİŞKO (orijinal adı FAT BOY) isimli bilgisayar altyapısının (bilgi bankasının) yarının interneti olabileceğini tahayyül edebiliyorduk.

Trevanian, Şibumi’nin bir yerinde, Şişko’ya bilgi aktarmanın çok teknik, ancak ondan istenen bilgiye ulaşmanın çok sanatsal bir olgu olduğunu belirtmiştir. Tıpkı bugün Google’un başına oturduğumuzda yaşadığımız şey gibi.

Trevanian’ın bu ikinci kuşağında birkaç kitap daha yayınlandı. Kimliği hakkındaki bilinmezliği hayatının sonuna dek saklamayı başaran Trevanian, bu yıl içinde uzun yıllardır yaşadığı Bask bölgesinde öldü.

Şimdi öteki pek çok kişi gibi ben de Trevanian’ın, kitap yayınlamadığı o yirmi küsür yıl boyunca başka neler yazmış olduğunu merak ediyor ve onun adıyla yayınlanacak yeni kitapları bekliyorum.

Belki bir umut, içlerinden bir tane Şibumi ya da Katya’nın Yazı gibi bir kitap çıkar diye.

Kendisi ile tanışma fırsatım olmayan Alpar Kılınç kardeşim de 1995 yılında bir trafik kazasında iki arkadaşı ile birlikte hayatını kaybetti. Böylece Go Türkiye’de çok erken yaşta öksüz kaldı.

Geçtiğimiz günlerde haber dergilerinin birinde, Türkiye’de Go’nun gelmiş olduğu yeri görünce hem çok sevindim hem de içim burkuldu. Türkiye’de Go’ya sahip çıkan bir Go Oyuncuları Derneği var. Türkiye’nin çeşitli illerinde Go Şampiyonaları yapılıyor. Türk Go oyuncuları yurtdışındaki Go turnuvalarına katılıyor, başarılı sonuçlar alıyor. Kyu seviyesini aşıp Dan seviyesine gelmiş Go oyuncuları, İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Eskişehir’de, Go Kafelerinde bir araya geliyor, Go oynuyor, Go öğretiyor.

Go’yu bu kadar çekici kılan nedir derseniz, benim cevabım, ondaki sanattır. Go bir resim yapmaktır. Bence iyi bir Go oyuncusu da her hamlede oluşturmakta olduğu o resmi görebilen kişidir. Ben daha ancak tuvalin üstüne bazı renkleri sürebiliyorum.

Trevanian’ın dediği gibi : Tüccarlar satranç, filozoflar Go oynar.

www.tgod.org.tr
http://www.metu.edu.tr/home/wwwgo/
http://www.metu.edu.tr/~ozaygen/www-go/index.html

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 04 08 2006

2006 GOOGLE RAPORU


Bu yıl üçüncü kez Cumhuriyet, Atatürk, Türkiye, İstanbul ve Ankara kelimelerini Google’da aradım ve sonuçları geçen yılki listelerle karşılaştırdım. Bu yıl önemli değişiklikler var.


Bu yıl üçüncüsünü gerçekleştirdiğimiz Google’da belli kelimeleri arayıp, ilk sayfaya gelen arama sonuçlarını inceleme çalışmamızda yine aynı kelimeleri kullanarak, önceki yıla göre değerlendirme yapacağız. Bu çalışmada kullandığımız kelimeler şöyle : Cumhuriyet, Atatürk, Türkiye, İstanbul ve Ankara.

CUMHURİYET

Geçen yılki aramada çıkan liste şöyleydi: 1-Cumhuriyet Gazetesi, 2-Cumhuriyet Üniversitesi 3-CHP 4-TCMB 5-Turkish News 6-İkinci Cumhuriyet 7-KKTC Cumhuriyet Meclisi 8-Yöre Net 9-Memocal 10-Hacettepe Üniversitesi Cumhuriyet Dönemi Osmanlı.

Bu yılki liste ise biraz değişik: 1 ve 2 Cumhuriyet Gazetesi (yurtiçi ve yurtdışı siteleri) 3-Cumhuriyet Üniversitesi 4-Net Gazete sitesinin Cumhuriyet Gazetesi linki 5-TCMB 6-Wikipedia sanal ansiklopedinin Cumhuriyet Gazetesi maddesi 7-CHP 8-KKTC Cumhuriyet Meclisi 9-Cumhuriyet Üniversitesi’nin ultrAslan taraftar yazışma listesi 10-AB’nin Cumhuriyet Üniversitesi ile ilgili bir dökümanı. Geçen sene 1 milyon 80 bin olan sayfa sayısı ise bu yıl 4 milyon 850 bin olarak raporlanmakta.

ATATÜRK

Geçen seneki liste şöyleydi : 1- www.Ataturk.net sitesi 2-www.Ataturk.com sitesi 3-Ataturk Üniversitesi 4-Kara Harp Okulu Atatürk sayfası 5-Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı 6-Atatürk Havalimanı – İstanbul 7-Ada Net Atatürk sayfası 8-Ataturk.Turkiye.org sayfası 9-Atatürk Havalimanı’nın İngilizce Sitesi 10-Milli Kütüphane Atatürk Sayfası

Bu yılki liste : 1-www.Ataturk.com sitesi 2 ve 3-Wikipedia sanal ansiklopedisinin Ataturk maddesi 4-turkishnews.com sitesinin Ataturk sayfası 5-İstanbul Ataturk Havaalanının İngilizce sitesi 6-lexicorient.com sitesinin Ataturk sayfası 7-Atatürk Araştırma Merkezi 8-Atatürk Üniversitesi 9-Ataturkun Kızları sitesi (www.dofa.org) 10-Amazon.com sitesinde Andrew Mango’nun Atatürk ile ilgili kitabının sayfası.

Görüldüğü üzere, Atatürk ile ilgili sayfalarda önemli değişiklikler olmuş. Öte yandan geçen sene 899 bin adetlik istatistik bu sene 10 milyon 300 bine çıkmış durumda.

TÜRKİYE

Geçen yılki ilk on listesi şöyleydi : 1-Türkiye Gazetesi 2-TBMM 3-Türkiye yol haritası (www.turkish-media.com) 4-TC Cumhurbaşkanlığı 5-TC Merkez Bankası 6-Türk Telekom Rehberi 7-Microsoft Türkiye 8-Türkiye Futbol Federasyonu 9-Türkiye Haritası 10-TÜBİTAK

Bu yılki liste ise :1-TC Washington Büyükelçiliği 2-Turkiye-Online sitesi 3-Türkiye Gazetesi 4 ve 5-Dr. S.Sadi Seferoğlu’nun Columbia Üniversitesi’ndeki Türkiye sayfası 6-Turkiye.org sitesi 7-Turkiye.net sitesi 8-Businessturkiye.net sitesi 9-Yahoo’nun Türkiye rehberi 10-balsoy.com sitesinin Turkiye Hakkında Herşey sayfası.

Görüldüğü gibi, Türkiye listesi hemen hemen tamamen değişmiş durumda. Geçen yıl 2 milyon 30 bin olarak raporlanan sayfa adedi ise bu sene 30 milyon 100 bine yükselmiş.

İSTANBUL

Geçen yılki liste şöyleydi : 1- İstabul.com şehir rehberi 2-İstanbul Belediyesi 3-İstanbul Üniversitesi 4-İstanbul Şehir Rehberi (www.istanbulcityguide.com) 5- İTÜ 6- Boğaziçi Üniversitesi 7- Kültür Sanat Vakfı 8-İMKB 9-İstanbul Valiliği 10-Bilgi Üniversitesi.

Bu yıl ise : 1-istanbul.com şehir rehberi 2-İstanbul Şehir Rehberi (istanbulcityguide.com) 3-Wikipedia’nın İstanbul maddesi 4-Lonelyplanet.com sitesinin İstanbul rehberi 5-Yeraltı hava tahmin sitesi wunderground.com’un İstanbul sayfası 6-İstanbul Agop marka davul zilleri 7-Gnome Live sitesinin İstanbul projesi sayfası 8-Metblogs.com sitesinin istanbul blogu 9-turkeytravelplanner.com sitesi.

Görüldüğü üzere, İstanbul listesi de neredeyse tamamen değişmiş durumda. Geçene seneki 11 milyonluk kayıt sayısı bu yıl 90 milyon 300 bine ulaşmış durumda.

ANKARA

2005’te liste şöyleydi : Ankara – Gazi – Hacettepe Üniversiteleri – Büyükşehir Belediyesi – Bilkent Üniversitesi – Valilik – ODTÜ – Gazete Ankara – Çankaya Üniversitesi – Tabipler Odası.

Bu yıl ise : 1-hitit.co.uk sitesinin Ankara sayfası 2-Wikipedia’nın Ankara maddesi 3-allaboutturkey.com sitesinin Ankara sayfası 4 ve 5-wunderground.com hava durumu sitesinin Ankara sayfası 6-timeanddate.com sitesinin Ankara sayfası 7-ABD Ankara Büyükelçilik sitesi 8-ODTÜ 9-Ankara Üniversitesi 10-Ankara Büyükşehir Belediyesi.

Bu liste de neredeyse tamamen değişmiş durumda. Geçen sene 5 milyon 20 bin olan kayıt sayısı ise bu yıl 33 milyon 500 bine ulaşmış durumda.

Görüldüğü üzere bu sene Türkiye’yi anlamaya, öğrenmeye çalışanlar Türkiye ile ilgili kavramlara daha çok ilgili göstermişler. Ön plana çıkan web sitelerinin içeriklerinden bu anlaşılıyor.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 28 07 2006

DİJİTAL YERLİ MİSİNİZ, DİJİTAL GÖÇMEN Mİ?


Bugün 25 yaşın altındaysanız dijital yerli; üstündeyseniz dijital göçmensiniz demektir. Bu kaderi değiştiremezsiniz. Ancak dijital yerli olmak da pek çok açıdan, dijital göçmen olmak kadar zor.


Aslında, reklam dünyasının tanınmış isimlerinden Maurice Saatchi’ye göre sorunun cevabı basit : Bugün eğer 25 yaşının üstündeyseniz, dijital göçmen, altındaysanız dijital yerlisiniz.

Geçtiğimiz günlerde Cannes’da bugünün dünyası için reklam olgusu nereye gidiyor konusunda bir konuşma yapan Saatchi, yaşa bağlı bu kavramı da gündeme getirdi. Oldukça gerçekçi ve ilgi çekici bir yaklaşım aslında.

Bugün 25 yaşının üstünde olan herkes, bilgisayar ile, internet ile, daha genel ifade etmek gerekirse dijital dünya ile “sonradan” tanıştı. Kendini ona adapte etmek zorunda hissetti. Bu adaptasyon sürecini başarı ile geçenler, dijital kültürü kendi gündelik yaşamlarına uygulayabildiler. Ancak bu fırsatı yakalayamayan, yakaladığı halde başarısız olanlar ise henüz okyanusun kenarında bir aşağı bir yukarı volta atmaya devam ediyor.

Oysa henüz 25’ine gelmemiş olanların (aslında bu figürü, dijital kültürle tanışan ülkelerin tanışma dönemlerine göre göreceli değerlendirmek gerekir – örneğin Türkiye için 20 demek daha uygun olabilir) dijital kültürle tanışma süreçleri, hayatla da tanışma ile çakışmış durumda. Hal böyle olunca da bu genç insanlar için örneğin MSN’e girmeden, eposta alıp, göndermede, yahoo ya da google’da bir şey aramadan bir gün geçirmek, onlar kadar genç olmayan bizler için belki de gazete okumadan, hava durumunu bilmeden, deli danalar gibi koşuşturmadan, Türkiye’nin nasıl kurtarılacağı konusunda kafa patlatmadan, demokrasinin laikliğin gerçekten de söylendiği gibi tehlikede olup olmadığını düşünmeden bir gün geçirmek gibi olmalı.

Bizim kafa yorduğumuz şeyler onlar için ne kadar fuzuli ise onların kafa yordukları şeyler de bizim için o kadar gereksiz.

Daha doğru, daha sağlıklı vb olup olmadığı bir yana ortada bir realite var. O da artık dijital yerli statüsüne giren genç kuşaklar, sürekli bir “bağlı” olma durumundalar. Ya bilgisayar, laptop, cep telefonu gibi cihazlarla internet üzerinden ya da internetin erişemediği yerde SMS vesilesiyle bağlı; bağımlılar.

Bu durumun üstüne bir de hızlı, daha hızlı akması gereken zaman olgusunu eklerseniz, ortaya Saatchi’nin de tespit ettiği bir durum ortaya çıkıyor: Hiçbir şeye uzun süre konsantre olamayan, kendilerini aynı anda birden çok şeyle uğraşmak zorunda hisseden bir gençlik.

Zaten bunun tipik örneğini ülkemizde uzun zamandır Cem Yılmazvari mizah anlayışında yaşamıyor muyuz? Eskiden Zeki Alasya – Metin Akpınar ya da Levent Kırcavari mizahta onbeş dakika boyunca skeçi izleyip, sonunda yüzde bir gülümseme oluşturan, anlamlı espriler yerini hiçbir şeyden bahsetmeyen, sizi her an gülmeye zorlayan, güldürmeyi başaran bir modele terk etmiş durumda.

Bunların hiçbiri tesadüf değil. Bence ortada paradigmatik bir değişiklik de yok. Bugünün gençliğinin hızlı ve konsantrasyon bozukluğunda yaşadığını eleştiren kuşaklar, kendileri gençken, onlar da (o zamanın daha az genç kuşaklarına göre) hızlı ve konsantrasyonu bozuk olarak yaşamamışlar mıydı?

Belki o zaman cep telefonu ya da internet yoktu ama telgrafla iletişimin doğal olduğu bir dünyada evden eve telefon edebilmek, günümüzün cep telefonuna denkti.

Kısaca özetlemek gerekirse, gençlik bildiği yolda ilerliyor. Gençliğe hizmet için her daim yeni yeni imkanlar, araçlar keşfediliyor. Bugünün gençliğinin ülkesi de dijital dünya. Dijital dünyayı, sokaktaki hayatın tersine, yaşlılar değil, gençler yönetiyor. Dijital dünyada, sokaktaki hayatın tersine, herkese hükmeden liderler, tiranlar, başkanlar yok. Herkes kendi eğlencesinde. Dijital dünyada direkt demokrasi var – temsili demokrasi yok. Aslına bakarsanız dijital dünyada yaşam, sokaktaki hayata göre hiç de kolay değil. Evet dijital yerliler belki, diital göçmenler kadar çok fazla şeyi kafalarına takmıyorlar, çok fazla şeyle uğraşmak zorunda değiller ama kafalarını taktıkları ya da uğraşmak zorunda oldukları konularda da kendi kendineler; Yalnızlar.

Yaşamın hızlanmasını sağlayan her araç aynı zamanda bireylerin yalnızlığının derinleşmesine de neden oluyor.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 21 07 2006

TÜRKİYE BİLİŞİM ANSİKLOPEDİSİ


Türkiye Bilişim Ansiklopedisi, ikiyüzü aşkın makaleden oluşan, 1200 sayfalık içeriği ile Türkiye Bilişim Vakfı ve Papatya Yayıncılık’ın işbirliği ile Haziran 2006’da yayınlandı.

Türkiye Bilişim Vakfı’nın öncülüğünde gerçekleştirilen çalışma sonucunda artık bir Bilişim Ansiklopedimiz var.

İki yüzü aşkın yazarın katkıda bulunduğu Türkiye Bilişim Ansiklopedisi’nin 1.0 sürümü Haziran ayı içinde yayınlandı. Yayınlanır yayınlanmaz derhal bir tane edindim. Başeditörlüklerini Ottawa Üniversitesi’nden Prof. Dr. Tuncay Ören, Türkiye Bilişim Vakfı’ndan (10 Kasım 2005’te bir trafik kazasında vefat eden merhum) Tuncay Üney ile Beykent Üniversitesi’nden Dr. Rifat Çölkesen’in yaptığı bu çalışma ansiklopedik sözlük formatı yerine, belirlenmiş konularda, uzman yazarların kaleme aldığı makalelerden oluşuyor.

İki yüzü aşkın makaleden oluşan ansiklopedide yer alan konular çok geniş bir bilişim alanını kapsıyor. Sadece bazı isimlere değinmek ansiklopedinin ne kadar derin bir içeriğe sahip olduğunu göstermesi açısından yeterli olacaktır diye düşünüyorum. Örneğin:

Aşırı (Aykırı) Programlama (Mustafa Yıldız, Işık Üniversitesi)
Bellekler (Doç.Dr. Ali Toker, Doç.Dr. Ali Zeki, İTÜ)
Bilgi Ekonomisi (Prof. Dr. Durmuş Dündar – İst. Kültür Üniv., Dr. Gülgün Kayakutlu – İst. Ticaret Üniv.)
Bilgisayar Dilleri Tarihçesi (Prof.Dr. Ersin Töreci, Hacettepe Üniversitesi)
e-İmza, (Melek D. Yücel)
Bilişim Mesleği Ahlak İlkeleri (Prof.Dr. Ersin Töreci, Hacettepe Üniv., Prof.Dr.Selahattin Kuru-Işık Üniv.)
Cizreli Eb-ul-iz ve İlk Özdevinirler (Kaya Kılan-Başkent Üniv.)
Çağdaş Internet Yönetimi (Dr.Yaman Akdeniz – Leeds Üniv.)
Çağrı Merkezleri (Tarkan Ersubaşı)
Fikri Haklar (Erdem Türkekul)
Genetik Algoritmalar (Bahattin Dağ – Tubitak)
Internet Evleri (Mete Yıldız – Hacettepe Üniv)
Kütük Erişim Sistemleri (Tamer Gülce, Ayhan Avcı)
Makine Öğrenmesi (F. Nur Alpaslan, ODTÜ)
Oyunlar Kuramı (Prof.Dr. Semih Koray, Bilkent Üniv)
Robotbilim (Prof.Dr. H. Levent Akın- Boğaziçi Üniv)
Teknoparklar (A.Mete Çakmakçı – TTGV)
Türkiye’de Internet (Dr. Orhan Gökçöl- Bahçeşehir Üniv)
Türkiye’de Internet Konferansları (Doç.Dr. Mustafa Akgül – Bilkent Üniv)
Yazılım Mühendisliği (Prof.Dr. Fuat İnce, Marmara Üniversitesi)


Belli ki oldukça meşakkatli bir çalışma süreci sonucu ortaya çıkmış tek ciltlik bir eser ile karşı karşıyayız. Ülkemizde teknoloji üretimi konusunda yaşadığımız sorunlar ortadayken, bu tür eserlerin genç kuşaklara aktarılıyor olması sadece içerikteki bilgi açısından değil aynı zamanda bunun Türkçe bir anlatımla sunuluyor olması da altı çizilmesi gereken bir nokta.

Yazılan önsözlerden anlaşıldığı üzere TBV’nin amacı, iki yılda bir düzenli olarak Türkiye Bilişim Ansiklopedisi’ni güncellemek ve yeni sürümlerini sunmak. Bu güncellemeler hem yatay hem de dikey olarak gerçekleştirileceğe benziyor. Yani sadece ele alınan konulardaki güncel bilgilerin sunulması değil, yeni sürümler önceki sürümlerde yer verilmemiş konuları da içerme sözü veriyor.

Ansiklopedide iki de güzel sürpriz var. Gerek ülkemizde gerekse de dünyada bilişimin tarihsel kronolojisi. Bu sayede bilişimin 1960’da Türkiye’ye gelen ilk bilgisayardan başlayarak (Karayolları Genel Md.ne alınan IBM 650) 2003’te Ankara’da yapılan İletişim Şurası’na dek gelişimini, kilometretaşlarını izlemek olası. Elbette ki her iki kornoloji de gelecek sürümlerde daha detaylandırılmaya gereksinim duyuyor.

Böyle bir eseri Türkiye bilişim camiasına kazandıranlara teşekkürü şahsen bir borç biliyorum.

http://www.papatya.info.tr/bilisimAnsiklopedisi.htm

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 14 07 2006

Cuma, Temmuz 07, 2006

NE KADAR ÖZGÜRSEN...


Ülkemizin, Türk toplumunun internetle, dijital çağ ile ne alıp veremediği var? Sanki kale bomboş, top yuvarlanarak ceza sahasına giriyor. Sanki tribünlerde oturmuş, peşinden bir futbolcumuzun gelip o son vuruşu yapmasını bekliyoruz. Sanki topun peşinden gelen kimse yok. Top yuvarlana yuvarlana avuta çıkıyor.

Hayıflanıyoruz.

Internet aslında toplumlara, aracısız, hamisiz, suistimale mahal vermeden, çok basit bir olgunun aynası rolünü oynamakta. Toplumun ne kadar özgür olduğu, özgürlüğü ne kadar algılamış, idrak etmiş olduğu ile ilgili bir ayna rolü.

Buyrun internete bakarak, ne kadar özgür olduğunuzu tespit edin.

Birey olarak, toplum olarak internetten ne kadar istifade edebiliyorsunuz? Gündelik hayatınızın operasyonel süreçlerinden tutun da geleceğinizle ilgili stratejik konulara kadar internet, dijital kültür size ne tür kolaylıklar sağlayabiliyor?

Bunların özgürlük olgusunu, demokrasiyi idrak etmekle ne ilgisi mi var?

Bir toplumun, bir organizasyonun demokrasiyi yaşayamıyor olması için illa ki dikta ya da benzeri totoliter bir rejimle yönetiliyor olması gerekmez. Siz perde arkasında toplumu, topluma yön verenleri uygun bir şekilde manipüle ederseniz, o toplum adı demokrasi olan ortamlarda bile dikta-benzeri bir rejimde yönetilir.

Topluma yön veren kişi, kurum ve kuruluşlar ne yapıyor? Özgürlüğün bireyler, organizasyonlar, toplum tarafından idrak edilmesini nasıl sağlıyorlar? (Ya da böyle bir görevleri olduğunun ne kadar bilincindeler?)

Ülkemizde internet kullanımına baktığımızda temel olarak şunları görüyoruz :

1. Yeni insanlarla tanışmak, hatta onlarla arkadaşlık yapmak için chat odalarını aşındırmak

2. Sanal ortamın kimlik gizleme özelliğinden istifade ederek, olduğu gibi değil de belki de olmayı arzu ettiği kimliklerle ortalıkta boy göstermek

3. Haberleşme listeleri vasıtasıyla söylemlerini diğer insanlara ulaştırabilmek (ve bunu yaparken o diğer insanların özel hayatlarına müdahale etmek – nasıl mı? Örneğin haberiniz olmadan kaç tane haberleşme listesine üye yapıldığınızı bir düşünün)

4. Web siteleri vasıtasıyla bulundukları mekandan uzak kalmış (sıla özlemiyle tutuşan) memleketlilerine bir nebze çözüm üretmeye çalışmak

Bunların özünde görüyoruz ki ya iletişim kurma ya da özgürlüklerini idrak etme gereksinimi var. Bir başka deyişle bugüne dek sanal ortam olmadan önceki (ya da o ortam dışındaki) zaman ya da mekanlarda eksikliğini hissettikleri olguları Türk insanı sanal ortamda arıyor.

Elbette ki bu konularda yönlendirici ya da liderlik rolünü üstlenmiş ya da tanım gereği üstlenmek durumunda olan birey, kurum ya da kuruluşların bu pratik sonuç hakkında herhangi bir sorumluluğu olamaz. İnanıyorum ki kitabı açıp baktığınızda onlar kendi üstlerine düşen ve kitapta yazan her şeyi eksiksiz olarak yerine getirmişlerdir.

Paradoks değil mi? Sorun nerede peki? Sorun küçük bir noktada saklı. Süreçleri verim esasına göre değerlendirmiyor olmamız. Bizim kültürümüzde verimli sonuç almak değil, kelleyi (koltuğu) kaybetmemek için (herhangi) bir şey yapmış olmak esastır.

Öyle olmasaydı bu kadar işsiz üniversite mezunu olur muydu? Diğer yanda kalifiye eleman bulmakta zorlanan onca işveren varken.

Eğer birileri şu internetten neden doğru dürüst istifade edemiyoruz, neden bizim de dünya çapında bir başarı öykümüz yok diye kara kara düşünüyorsa, sorunun çözümünü burada aramalarını tavsiye ederim kendilerine.

Yoksa bu internet erişim ücretlerinin ucuzluğu ya da pahalılığı gibi yurtdışı internet çıkış kapasitesi gibi teknik kavramlarla ilgili değil. Sorunu bu tür konulara bağlamak ise zaten öteden beri yapmakta ustalaşmış olduğumuz güzel bir hedef şaşırtma. Bunun temelinde de ya beceriksizlik, yeteneksizlik, vizyonsuzluk yatıyor.

Ya da böyle yapmak işimize geliyor.


Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 07 07 2006

Cuma, Haziran 30, 2006

BILL GATES BILDERBERG ILLUMINATI


Haziran ayı içinde Microsoft’un kurucularından, halen şirketin başkanlık görevini sürdüren Bill Gates, şirketteki aktif görevlerini iki yıl içinde bırakacağını ve zamanını bütünüyle eşiyle birlikte kurmuş olduğu vakfın işlerine adayarak geçireceğini açıkladı.

Aynı günlerde, uzun zamandır aleyhinde yazılar yazdığını öğrendiğim Bilderberg Konferansı’na davet edildiği için ne yapacağını bilemeyen ve tüm yazdıklarını bir kenara bırakarak, sonunda konferansa katılan gazeteci Fehmi Koru’nun durumu medyanın hemen her köşesinde konuşulur oldu. Böylece Bilderberg’e kim gider, orada ne yapar soruları da yeniden gündeme geldi.

Google’da bu konuda biraz araştırma yapıp da Bilderberg’e şimdiye dek Türkiye’den kimler katılmış, Bilderberg ile Illmunitati gibi komplo teorisyenlerinin sevdiği dünyayı perde arkasından yöneten organizasyonlar kimlermiş araştırırken, Bill Gates’in Microsoft’u hiç olmadık bir kaç kelime ile yanyana çıktı : Çeşme – Türkiye : 1975!

Bill Gates, şirketteki aktif görevlerini halen organizasyondaki kişilere bırakarak, bir açıdan, gençlerin önünü açmış olacak. Bu görevlerden en önemlisi de belki de yazılım mimarisi konusundaki görevi. Bu göreve, 2005 yılında Microsoft’a katılmış olan, Ray Ozzie’nin getirilmesi bekleniyor. Ozzie, efsanevi Lotus Notes yazılımının yaratıcısı.

Doğruluğu, kim tarafından yazıldığı, kaynağı belli olmayan bu metne göre (ki bu metnin aynısı çeşitli web sitelerinde yer alıyor) 70li yıllarda çıkan bir kitap, Illuminati örgütünü rahatsız ediyor ve örgüt farklı bir evreye geçmeye karar veriyor.

70li yıllardan yayınlanan ve güya Illuminati örgütünü bu kadar korkutan kitap, kurgu türünde yazılmış, içinde yer yer komplo teorilerine de yer veren Illuminatus adlı kitaptır. Trilogy (üçleme) şeklinde kaleme alınmış olan kitap, bugün de amazon.com başta olmak üzere gerek internet üzerinden gerekse de kitapçılarda kolayca bulunabilen, ödül almış bir kitaptır. (hatta amazon.com’da arayıp da kapağını görünce, kitabı yıllar önce satın almış olduğumu anımsadım, gidip kütüphanemin tozlu bir köşesinde onu buldum – pek de ortalığı ayağa kaldıracak bir kitaba benzemiyor ama şimdi el-mecbur 800 sayfalık kitabı okuyacağım). Üç cüzün adları sırasıyla şöyle : Piramitteki Göz, Altın Elma, Leviathan.

Kitaptan “çekinen” illuminati örgütü, 1975 yılında Çeşme toplanır ve ilginç bir karar alır. Bu karar göre yeni bir şirket kurulacaktır. Bu şirket o sıralar yeni yeni gelişmekte olan bilgisayar dünyasında olacaktır (bunun nedeni de açıklanıyor ama tatmin edici olmaktan çok uzak bir açıklama). ABD’nin pek bilinmeyen bir köşesinde kurulacaktır. Ne tesadüf ki bu özelliklere uyan ve bugüne dek kendi alanında dünyayı yönetir duruma gelmiş o şirket Microsoft’tur.

Hatta bu gizemli metne göre Bill Gates’in adında bile şifreler vardır. Şöyle ki Illuminati organizasonun kökeni Almanya Bavyera’ya dayandırmaktadır. Kendilerine Bavyerali Aydınlanmışlar anlamına gelen Bavyerian Illimunati deniliyor. Bu iki kelimeyi daha da kısatmak istediğinizde B-Ill ya da B-ill gibi bir kelime çıkıyor ortaya. Alın size Bill Gates’in Bill’i.

İşin ilginci, bu gizemli web sayfaları illuminati organizasyonunun 1975 yılında Çeşme’de toplandığını belirtirken; Bilderberg ile ilgili web sayfalarında Bilderberg’in 1975 yılındaki konferansının Çeşme’de yapılmış olduğunu yazıyor olması. Yine aynı sayfalarda, Bilderberg’in yöneticisi konumundaki 4+31 kişilik ekibin içinde tek bir kadının olduğu da belirtiliyor (2002). Hayır bu bayan Hillary ya da Condi değil. Bir Türk!...

Bakalım B-ill Gates’in zamana yayılmış emeklilik süreci global bilişim (ve gizem) sektörünü nasıl etkileyecek?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 30 06 2006

Cuma, Haziran 23, 2006

SADECE 109 SANİYENİZ VAR


Jakob Nielsen ile Hoa Loranger’in 1994’ten beri yaptıkları çalışma, web sayfalarının sörfçüler tarafından kullanılabilirliliği ile ilgili. Geçtiğimiz günlerde bir web sitesinde; son yayınladıkları kitap olan Prioritizing Web Usability (Web Kullanışlılığını Önceliklendirme)’dan yapılan bir derlemeye rastladım.

Bu derlemede web sitelerinde geçen bunca seneden sonra hala ısrarla yapılmakta olan sekiz önemli hata sıralanıyordu. Ana hatlarıyla bu sekiz önemli noktayı sizlerle paylaşmak istiyorum:

1. Nerede Olduğumu Her Zaman Bileyim: Daha hala bazı web sitelerinde bir sayfadan bir linki seçip de bir başka sayfaya gittiğinizde ya da orada işinizi bitirip geri döndüğünüzde, görsel anlamda size yardımcı olacak basit mekanizma olan “ziyaret edilmiş linklerin renginin değişmesi” gözlenmiyor. Bu da sörfüçünün site içinde hangi sayfada olduğunu anlaması konusunda kafasını karıştırabiliyor. Daha önce ziyaret edilen linklerin, ziyaret edilmeyenlerden görsel olarak ayırt edilebilmesini sağlayın.

2. Back/Geri Tuşunun İşlevini Küçümsemeyin: Bazı sitelerde, dikkatiniz çekmiştir, bir sayfadaki işinizi bitirip geri gitmeye kalktığınızda aynı sayfada çakılıp kalırsınız. Bu sayfa programlamayla ilgili bir şey. Her ne kadar bu tür web siteleri, her sayfalarına Geri Git diye özel linkler koysalar da kullanıcılar daha hala sol üst köşedeki GERİ/BACK tuşuna basarak geri gitmeyi tercih ediyor (buna ben de dahilim). O nedenle web sitesindeki her sayfada geri/back tuşunun beklendiği gibi çalışmasına özen gösterilmeli.

3. Tek Pencere Yeterli : Bazı web siteleri, ana sayfanın kaybolmaması ya da başka sebeplerden dolayı bazı ya da her linki ayrı bir pencerede getiriyor. Bu da sörfçüler için yarardan çok zarar demek. Mesela yukarıdaki geri’ciler her yeni açılan pencereden geri giderek kurtulamazlar – yeni pencereyi kapatmaları gerekir. Testler göstermiş ki mümkün olduğunca her sayfayı aynı tek pencereye getirmek daha kullanışlı.

4. Pop-up Kirliliği: Yeni pencere açmak gibi olumsuz işlevi olan bir özellik de çoğunlukla reklam amaçlı kullanılan pop-up pencereler. Bu da sörfçülerin nefret ettikleri şeyler listesinde. Mümkün olduğunca web sitenizde yeni bir sayfa yüklenirken ya da başka bir sırada pop-up ekran açmayın.

5. Reklam Banner’ları Körlüğü : Pop-up ile birlikte ya da aynı pencerede kullanılan reklam amaçlı içerikle ilgili olarak sörfçülerin ilginç bir özellik geliştirdikleri tespit edilmiş. O da reklamların hiç okunmuyor olması. O nedenle reklam spotlarına ne kadar az başvurursanız, sayfanızın okunurluğu o kadar yükselir. Tabii eğer bu işten para kazanıyorsanız, o ayrı!

6. Jakob’un Kanununu Unutmayın: Kanun der ki “Internet kullanıcıları, zamanlarının çoğunu sizinkinden başka web sitelerinde harcar”. Web sitesinizin içeriği bu kurala uygun olarak hazırlanmalı. Bu konudaki standard da, yapılan testlere göre, 1 dakika 49 saniyede. Toplam 109 saniye içinde kullanıcının ilgisini çektiniz çektiniz. Yoksa terk edileceğiniz aşikardır.

7. Kafa Karıştırmayın : Sörfçülerin en büyük beklentilerinin başında, bir web sayfasındaki içeriğin kolay okunabilir tümcelerden oluşması imiş. Bu pek şaşırtıcı gelmemeli. Günümüzün görsel dünyasında, internet nedeniyle uzun uzun bilgisayar ekranından bir şeyler okumak işkenceye yakın bir durum. O nedenle basit tümceler, kullanışlılığı artıran bir özellik.

8. Kullanışlı Olmak için Okunaklı Olun : Yukarıdaki madde ile paralellik arz eden diğer bir özellik de web sayfalarındaki metinlerin şeklen de okunabilir biçimde olmaları. Uzun paragraflardan oluşan küçük fontlu sayfalar beni okuma demek anlamına geliyor yani. Gözle tarama yapacak şekilde tasarlanmış sayfaların okunma ve ilgi çekme oranı ise çok daha yüksek.

“Okuma” olgusunun giderek işlevini yitirdiği günümüz dünyasında, bir web sitesi tasarlarken, yukarıdaki bu noktalara dikkat etmek her zamankinden çok daha büyük önem taşıyor.

http://www.useit.com/prioritizing/


Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 23 06 2006

Cuma, Haziran 16, 2006

TEKNİK Mİ TEKNOLOJİ Mİ?


27 Mayıs 2006 Cumartesi günü, dergimizin 20. yılı – 1000. sayısı nedeniyle organize etmiş olduğu Bilim ve Toplum adlı kongreye ben de konuşmacı olarak katıldım. Gerek yazarlarımız, gerekse de okurlarımızla tanışma, kaynaşma imkanım oldu.

Konuşmacılardan iki tanesinin altını çizdiği bir nokta beni de düşündürdü. Yirmi yıldır Bilim ve Teknik adıyla yayınlanan dergimiz, neden Bilim ve Teknoloji adını almıştı? Benim gözlemim; bu minik saptamayı konuşmacılar biraz da alışkanlığın değişmesinin sebep olduğu duygusallıktan yapmış olmalarıydı.

Yine de bu vesile ile bu kelimelerin sözlük anlamlarına bakmak ve günümüzdeki gelişmelerle bu tanımlar arasındaki ilişkiyi kurmak istedim.

SÖZLÜK ANLAMLARI

www.tdk.gov.tr sitesinden Türkçe Sözlüğü araştırdım. Öncelikle belirtmek istiyorum ki her iki kelime de Fransızca’dan gelmekteymiş (technique ve technologie). Bakın sözlük tanımları nasıl:

TEKNİK

Bir sanat, bir bilim, bir meslek dalında kullanılan yöntemlerin hepsi.
Fizik, kimya, matematik vb. bilimlerden elde edilen verileri iş ve yapım alanında uygulama
sıfat Bu uygulamaya dayanan, bu uygulamaya ilişkin (ör. teknik okul)
Yol, beceri, yöntem
sıfat Teknikle ilgili bir sanata, bir bilime, bir mesleğe özgü olan (ör. Teknik terimler)

TEKNOLOJİ

Bir sanayi dalı ile ilgili yapım yöntemlerini, kullanılan araç, gereç ve aletleri kapsayan bilgi.

Kısaca özetlemek gerekirse teknik daha ziyade yönteme işaret ederken, teknoloji bilgiye işaret etmekte.

Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji Dergisi, yirmi sene önce yayın hayatına başlamış ve yirmi yıldır bilimle birlikte bilimsel yöntemlerin keşfedilmesi, öğrenilmesi konusunda bin adet yayın yapmış. Ülkemizi baz alarak geçen bu yılları değerlendirdiğimizde, gerçekten de yöntem konusunda kendimizi geliştirmenin gerekliliği yadsınamaz.

Bilimsel alanda, sanayide, mesleki hayatta ülkemiz son yirmi yılda çok önemli gelişmeler katetti. Bu gelişmelerin, global dünyanın gösterdiği gelişmelerle orantılandığında ne seviyede kaldığını ayrı bir tartışma konusu olarak bir kenara bırakırsak, “teknik”in gelişmesi, geliştirilmesi geçen bu dönemde doğru bir vizyon olarak görünüyor bana.

VİZYON GENİŞLİYOR

Öte yandan özellikle son on yıldır tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de dramatik bir değişim ve bunun etkileri gözlenmekte. Bu da “bilgi” olgusunun öne çıkması, bilginin en değerli malzeme haline gelmesi. Bu eğilimin temelinde yatan sebep de bilgiyi üretme süreçlerinin, cihazlarının gelişen bilişim teknolojileri sayesinde inanılmaz hızda gelişme göstermiş olmasıdır.

Hal böyle olunca “yöntem”den daha önemli bir olgu karşımıza çıkmıştır : Bilgi.

Yukarıdaki teknoloji tanımına baktığımızda da, teknolojinin aslında yöntem de dahil olmak üzere “bilgi”yi işaret ettiğini görüyoruz.

O halde dergimizin isminin “Teknik”ten “Teknoloji”ye geçmesi bir yerde, global anlamdaki eğilimlerin paralelinde, vizyon genişletmek olarak algılanabilir. Teknik odaklı bir vizyon, artık “teknik”i göz ardı etmeden bilgi odaklı bir vizyona dönüşmüştür.

Şahsen bu dönüşümün daha erken yapılmış olmasını bile dilerdim. Teknik olgusu gerçekten de günümüzün pratik taleplerini karşılamada yeterli değil. Ancak yirminci yıl ve bininci sayı vesilesiyle yapılmış olan bu dönüşüm, bana da çok daha anlamlı geldi.

Kongre’deki bazı tebliğlerin gerek sözlü gerekse de yazılı sunumunda gördüğüm, “Cumhuriyet Bilim Teknik” ifadesini sanırım bir süre daha kullanacağız ancak daha sonra “Bilim ve Teknoloji” ismi oturacaktır diye düşünüyorum.

Öte yandan “Bilim ve Teknik” isminin, çağın eğilimlerinden bağımsız olarak, duygusal anlamda oluşturduğu bağın içimizde bir yerlerde hep kalacağının da bilincindeyim. (NCR firması bugün dünyanın pek çok ülkesinde hizmet veriyor ancak adındaki “Ulusal” kelimesini kaldırmadı – başarısız denemelerden geçerek. Ya da IBM firması global bir firma ama adı hala “Uluslararası”).

Yine de konuya bilimsel yaklaşmakta fayda var sanırım : Daha doğru bilimsel bir bilgiyi ürettiğimizde, ondan daha az doğru olan ve yıllardır yanıbaşımızda duran bilgiyi, üzülerek de olsa, terk etmemiz gerekmiyor mu?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 16 06 2006

Cuma, Haziran 02, 2006

BİR BORGES ÖYKÜSÜ DEĞİLSE...


Borges’in ölümünün üzerinden 20 yıl geçti. 1986 Haziran’ında bir Cumartesi günü Cumhuriyet Gazetesi’nin, ölümü nedeniyle, ayırmış olduğu tam sayfa belge niteliğindeki haber sayesinde varlığını öğrendiğim bu Arjantinli (okur) yazar için sanırım söyleyebileceğim en iyi niteleme şu olurdu : Dilediğiniz herhangi bir romana (uzun edebi metne) baktığınızda, eğer Borges’i iyi idrak etmişseniz, şöyle bir yorumda bulunabilirsiniz : “Borges olsaydı, bunu şu kadar sayfalık bir öyküde hallederdi”.

Borges’in bu şekilde hallettiği öykülerden bir tanesinde de hayali kahramanımızın bir özelliği var. Yaşadığı hiçbir şeyi unutmuyor olması. İlk etapta size bu çok güzel bir özellik olarak gelebilir. Peki bu özellik şu detayda ise bu fikriniz hala geçerli olur mu : Yaşadığınız hiç bir dakikayı, hiç bir saniyeyi, unutmuyorsunuz.

Bir başka deyişle bire bir ölçekli harita yapmak gibi.

Geçtiğimiz günlerde gözüme ilişen bir haber bana Borges’in bu öyküsünü anımsattı. Buna göre Microsoft firması, kulağa ve ağıza yerleştirilecek, çağrı merkezi personelinin kullandığı türden bir mikrofon+kulaklık sayesinde, kişinin duyduğu ve söylediği her şeyi kayıt edebileceği teknoloji üzerinde çalışıyor.

Gün boyunca üstünüzde taşıdığınız cihaza yapılacak bu kayıtları akşam, bilgisayarınıza indirerek sonsuza dek saklayabileceksiniz.

Böylece kim size ne demişti, siz ona ne cevap vermiştiniz, tüm bu iletişim problemleri çözülecek. Birisi sizi yanlış mı anlamış; derhal bunu ispat edebileceksiniz. Bak diyeceksiniz, ben sana şunu şunu söylemişim; ve kayıtlarınızı dinleteceksiniz.

Ya da eşiniz size bir şey söylemiş de siz hı hı deyip sonra yapmayı unutmuş musunuz? Bir de üstüne üstlük öyle bir konuşmanın yapılmadığını mı iddia ediyorsunuz. Buyrun eşinizin kayıtlarına ve sizin söylediğiniz hı hı cevabına. Hepsi arşivde kayıtlı.

Bu tür imkanlar, yeni gelen pek çok teknoloji için olduğu üzere, tedirginlikle karşılanmaya mahkum. Neden mi? Bir düşünelim:

Bu arşivler nerede saklanacak? Evinizdeki bilgisayarda ya da internette size bu hizmeti verecek bir sunucu bilgisayar üstünde. Bu bilgisayar ne kadar güvenli olacak? Birisi evinizdeki bilgisayara bir hacker saldırısı düzenlese, ya da daha konvansiyonel modellerle (mesela bilgisayarı çalmak gibi) arşivinizi ele geçirse ne olacak?

Böyle bir sistemi kullanmaya başladığınızda bundan keyif mi alırdınız yoksa bu bir tür otosansür anlamına mı gelirdi? Bundan böyle dilediğiniz gibi konuşabilecek misiniz?

Doğru; hiçkimse sizi bunu kullanmaya zorlamayacak.

Tıpkı şu an kimse sizi cep telefonu, eposta, faks kullanmaya zorlamadığı gibi. Ama kullanıyorsunuz ve bunların hepsinin bildik ya da bilmedik kulaklar tarafından “x-ray cihazından geçen bavullar gibi” süzgeçten geçirildiğine ses etmiyorsunuz/etmiyoruz (tamam, kimse bu mekanizmanın resmen varlığını kabul etmiyor ama bunun ne önemi var).

Temelde sorun bu tür teknolojiler ve bunların yanlış ellere düşmesi tedirginliği değil belki de. Daha ziyade dünyanın içinde bulunduğu global hal itibariyle insanların “ya bu imkan kötü amaçlarla kullanılırsa” hissine her zamankinden daha çok kapılma meylinde olması.

Sorun o imkanı kötü amaçlarla kullanma potansiyelinin global anlamda sürekli artmasıdır. Otobanlar yapıyoruz; katiller bunları kullanarak kaçıp gidiyor. Özgür konuşma ortamı olan internet tüm dünyaya açıldı; yasadışı eylem içinde olanlar bu imkanı kendi kötü emelleri için kullanıyor.

Yarın, belki de günlük hayatımız için çok faydalı olacak bu yeni teknolojiler de karşımıza çıktığında, o teknolojinin ne olduğuna, bize nasıl fayda sağlayacağına bakmak yerine, şunları düşüneceksek, dünyanın gidişi iyi değil demektir : Bu imkanı kim bana karşı ne şekilde kullanabilir? Bunu nasıl korumam, başkasının eline geçmesini engellemem gerekir? Vb...

Eğer bu dünya, bu evren, bir başka Borges öyküsü değilse tabii.

(1899’da doğan J.L.Borges 14 Haziran 1986’da İsviçre’de ölmüştür)

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknoloji Eki'nde yayınlanmıştır (02 06 2006)

Pazartesi, Mayıs 29, 2006

İKİNCİ DALGA (MI) GELİYOR


The Graduate filmini pek çoğunuz anımsayacaksınız. Kolejden yeni mezun olmuş, üniversiteye mi gitsin hali vakti yerinde babasının yanında iş hayatına mı atılsın değerlendirmesini yapmak için koca bir yaz mevsimine sahip olan esas oğlan (Dustin Hoffman) önce komşuları Bayan Robinson ile bir gönül ilişkisine girer. Sonra da bayan Robinson’ın kızıyla, kız tam kilisede evlenmek üzereyken, kaçar gider.

Filmi izlemediyseniz bile, Simon ve Garfunkel ikilisinin Mrs. Robinson şarkısını mutlaka biliyorsunuzdur. İşte o şarkının finalde söylendiği film.

The Rumor Has It isimli yeni Hollywood filmi ise hikayenin devamı şeklinde. Aradan yirmi küsur yıl geçmiştir ve o gün kiliseden kaçıp Meksika’ya gitmiş olan Bayan Robinson’ın kızı, birkaç gün sonra geri dönmüş ve orada öylece yüzüstü bıraktığı adamla evlenmiş, iki kız çocuğu olmuş, hatta ölmüştür.

Mrs. Robinson ile ilk filmde Dustin Hoffman’ın canlandırdığı Beau Burroughs ise halen yaşamaktadır. BB’yi bu yeni filmde Kevin Costner canlandırmaktadır ve bu kez sahneye üçüncü kuşak çıkmaktadır...

Filmle yollarımız burada ayrılıyor. İşin ilginç yanı ilk filmde hangi baltaya sap olması konusunda kararsız olan BB, bu ikinci filmde karşımıza Silikon Vadisi’nin en çok aranan yatırımcılarından birisi olarak çıkıyor olması.

BB gibi yatırımcıların akıttığı para ile patlama yapan 90ların internet devrinin şu sıralar yeniden geri dönüşe hazırlandığı yolunda gelişmeler var. California’da geçtiğimiz günlerde yapılan ilgili bir konferansa tam yebi bin kişi katılmış durumda.

Finansal ve siyasi açıdan son 8-10 yıldaki gelişmelere baktığımızda ilginç bir döngü ile karşı karşıya olduğumuz görüyoruz. Global anlamda.

Öncelikle iki Clinton döneminden sonra iki Bush dönemi geldi. Bu süreçte de bizim belediye hizmetlerinden bildiğimiz bir model global anlamda icra edildi – edilmekte. Bu model kaldırım taşlarını değiştirmek olarak özetlenebilir : Yık yeniden yap, iş olsun !

90lı yıllarda teknoloji dünyasında gördüğümüz ivmelenme, bundan daha farklı olarak, mevcut üzerine yeni şeyler yarat modelini tercih etmişti. Ancak bu maceracı yoldan yorulmuş olunacak ki konvansiyonel modele geri dönüldü.

Dönülmüştü. California’da gözlemlenen bu yeni kıpırdanma gelecek dönemin de buna paralel olarak değişiklik göstereceğini işaret edebilir.

Peki bu kez itici güç ne olacak? Bir yanda web teknolojilerinin geliştirilmiş versiyonları ortaya çıkarken diğer yanda donanımların ucuzlatılması ve her eve en az bir bilgisayarın girmesinin sağlanması gibi bir strateji söz konusu. Bu sağlandıktan sonra hızlı internet erişim altyapısı artık evlerin elektrik, su tesisatı gibi değişmez bir parçası haline gelecek.

Öte yanda zirve dönemini yaşan bir “bilgiyi bulma” süreci yaşanıyor. İlk on yılında bilgiyi dijitalleştiren dünya şimdi de o dijital veri yığını içinde kendisine uygun bilgiye ulaşma ya da bilgiyi üretebilmek için en hızlı, en doğru araçları üretmeye konsantre olmuş durumda.

Google’ın firma olarak kariyerini bu yönde izleyebilirsiniz. Google ne tür bir madenin üstünde oturduğunun bilincinde olduğunu yeni yeni piyasaya sürdüğü hizmetlerle azar azar da olsa gösteriyor. Geçtiğimiz günlerde ülkemizdeki gazetelere de yansıyan bir haberde mesela hangi bölgedeki internet erişimcilerinin en çok hangi sitelere gittiği, ya da hangi partinin en çok hangi bölgeden hit aldığı gibi istatistikler artık çok değerli bilgi olarak parayla satın alınacak hale geliyor.

Bütün bu gelişmeler olurken biz Türkiye olarak kendimizi nasıl konumluyoruz? Belki de üzerinde saatlerce tartışılması gereken bir konu. Bir yanda teknolojinin bir çıkış olduğunu her defasında gündeme getiriyoruz, diğer yanda ise bu konuda ses getirici bir “çıkış”ı henüz üretebilmiş değiliz.

Bunun temeline indiğimizde bence iki önemli göstergeyi tespit ediyoruz.. Birincisi, öncelikle, bilim/teknoloji üreten mekanizmaların ne kadar özgür olup olmadığı ile ilgili. Her ne kadar üniversiteler düzinelerce makale üretiyorlarsa da her ne kadar teknoloji şirketleri “üretiyoruz” diyorlarsa da henüz dünya piyasasında yerini almış bu anlamda bir başarımız yok.

İkinci ve daha sosyal nokta ise toplumun ne kadar özgür olup olmadığıyla ilgili. Internete giren Türklerin çoğu chatleşmek, kendisine bir arkadaş bulmak için vb zaman harcıyor. Demek ki bu olgular sokaktaki hayatta yeterince yaşanamıyor.

Alfabeyi öğrenmeden edebi eser yazmak ise doğal olarak imkansız.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (19 05 2006)