Cuma, Temmuz 30, 2010

(DİJİTAL) 19 MUCİZESİ

Herhangi bir web sitesindeki herhangi bir belgeden yola çıkarak ve o web sitesinde yer alan linkleri kullanarak, herhangi başka bir web sitesindeki herhangi bir dökümana kaç katmandan (linkten) geçerek ulaşabiliriz?


Dünyadaki herhangi bir insanı ve bu insanın şahsen tanıdığı kişileri ele alalım. Bu kişiden yola çıkarak ve her seferinde kişinin tanıdık çevresindeki kişilerden birisi aracılığıyla bir sonraki kişiye ulaşmak kaydıyla dünya üzerindeki bir başka insana ulaşırken aradaki zincirde kaç tane “tanıdık” kişi yer alır? Mesela Arjantin’de yaşayan herhangi bir insan ile Artvin’de yaşayan herhangi bir insan arasındaki zincirde kaç tane “tanıdık”, “tanıdığın tanıdığı” vb yer alır?

İlk etapta akla “pek çok” gibi bir cevap vermek geliyor değil mi? Oysa 60lı yıllarda Harvard Üniversitesi’nden Stanley Milgram konu üzerinde bilimsel bir araştırma yapmış ve pratikte bu sayının (ortalama) 6 olduğunu tespit etmiş. Kısacası sizinle Amerikan Başkanı arasındaki tanıdık zincirinde beş kişi yer alıyor. Sizin tanıdığınız bir kişi, onun tanıdığı bir kişi, vb derken altıncı seferde Obama’ya ulaşıyorsunuz.

İki insan arasındaki “mesafe” ve bunun beklenilenden çok daha yakın olduğu fikirlerinin ortaya çıkışı ise daha da eskiye 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar gidiyor. Burada karşımıza Macar yazar Frigyes Karinthy çıkıyor. Karinthy’nin Zincirler isimli öyküsünde bu konu ele alınıyor. Macar yazarın iddiasındaki tek fark; altıncıda değil beşincide herhangi bir kişiye ulaşıyor olmanız (Milgram’ın deneyinin sonucunda bulduğu ortalama aslında 5,5 kişi – yuvarlanarak 6 denilmiş).

Grafik ya da ağ araştırmaları bu tür ilk tohumlarla geçen yüzyılın başında matematik dünyasına girmiş. Bugün ise geldiği yer bir hayli ileri. Örneğin Albert Laszlo Barabasi’nin ülkemizde de “Bağlantılar” adıyla yayınlanan kitabında bu süreci detaylı olarak öğrenme imkanı var.

Barabasi akademik araştırmaları çerçevesinde hemen elinin altında olan world wide web dünyasıyla da ilgilenmiş. Soru şu : Herhangi bir web sitesindeki herhangi bir belgeden yola çıkarak ve o web sitesinde yer alan linkleri kullanarak, herhangi başka bir web sitesindeki herhangi bir dökümana kaç katmandan (linkten) geçerek ulaşabiliriz?

Çeşitli miktarda içeriği olan ortamları kullanarak (örneğin çalıştıkları üniversitenin web sitesini baz alarak vb) yapmış oldukları araştırmalar sonucunda Barabasi ve öğrencileri bu sorunun cevabı olarak matematiksel bir formül geliştirdiler. Bu formüle göre aradaki bağlantı sayısı toplam belgenin logaritmasının iki katından biraz fazla. (d = 0,35 + 2Log N). Diyelim ki o web ortamında toplam on bin adet belge olsun (N=10,000). Bu formüle göre on bin döküman olan bir web ortamında bir belgeden bir başka belgeye ulaşmak için ortalama 6,35 yani 7 belgeden geçmek gerekiyor. Yedinci adımda aranılan belge bulunabiliyor.

Tabii hemen akla web dünyasındaki tüm belgeleri baz aldığımızda formül ne söylüyor diye bir soru çıkıyor. Bunun için tüm dünyada internet üzerinde bulunan toplam belge sayısının kaç olduğunu bilmek gerekiyor. 1998 yılında yapılmış olan bir çalışmayı baz alan Barabasi bu sayının 800 milyon olduğunu kabul etmiş. Buna göre çıkan sonuç ise 18,59’dan 19.

Önceki yıllarda 19 sayısının mucizeleri ile ilgili olarak (özellikle de İslami açıdan) pek çok değerlendirme yapılmıştı (Müdessir Suresi’nin 30. ayeti şöyledir: “Üzerinde 19 var”). 19 sayısı bu kez de dijital dünyada karşımıza çıkmış oldu.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1219) - Ooof Off Line Köşesi - 30 07 2010

Salı, Temmuz 27, 2010

ERKEK GOOGLE, DİŞİ FACEBOOK

Google ne aradığını bilen bireylerin bu arayışlarına bir çözüm üretmek üzere orada. Adeta erkek müşterilerin alış veriş yapma modeline benziyor. Al ve çık. Facebook gibi sosyal ağ siteleri ise daha ziyade kadın müşterilerin modeline.

Son on beş yılda arama motorları dünyası iki önemli aşamadan geçti. Internetin tüm dünyaya açılmasından sonra arama motoru rekabetinde rakiplerini geride bırakarak ilk büyük savaşı kazanan Yahoo olmuştu. Ta ki Google gelene dek.

Google ikinci aşamanın (sürpriz) büyük galibidir. Zaman içinde ilgi alanını arama motoru dünyasından ötelere çevirmiş olup bugün pek çok alanda hizmet vermektedir (Youtube’dan Google Earth’e, Gmail’den Blogspot’a dek).

Ancak Mayıs ayında yayınlanan İngiltere kaynaklı bir istatistik savaşın üçüncü aşamasının sinyallerini mi veriyor diye merak uyandırdı. Bu istatistiğe göre İngiltere’de Mayıs 2010’da ilk defa sosyal ağ sitelerine erişenlerin oranı (% 11, 88) arama motorlarına erişenlerin oranını (%11,33) geçmiş durumda (Kaynak: Web analiz şirketi Hitwise).

Sosyal ağlar deyince İngiltere’de de ilk akla gelen site Facebook. Facebook’un popülerlik oranı %55 düzeyinde. En yakın takipçisi olan Youtube’a fark atmış durumda (% 16,47).

Her ne kadar Youtube, Google’un bir şirketi olsa da popülerlik açısından Facebook gibi sitelerin Google’u geride bırakmasının çok ciddi finansal sonuçları da söz konusu olacaktır. Farklı kategorilerde olmakla birlikte her ikisi de pek çok internet gezgini için çeşitli web sitelerine erişmede sıçrama tahtası olarak görev yapmakta. Hal böyle olunca da çok ciddi anlamda reklam imkanı bu tür sitelerde toplanmış durumda.

Facebook ya da Google gibi bir site ana durak ise buradan erişilen diğer siteler tali durak durumunda kalmaktalar. Ana durağın çektiği trafiğin tali durakların neredeyse toplamı kadar olacağından reklam gibi imkanların ana durak statüsündeki bu sitelerde yoğunlaşması tesadüf olmasa gerek.

Böyle bir savaş olacaksa Google gibi bir sitenin bundan kazançlı çıkıp çıkamayacağı ciddi bir soru olarak gündeme gelecektir. Sonuç olarak Google ne aradığını bilen bireylerin bu arayışlarına bir çözüm üretmek üzere orada. Daha ziyade bir erkek müşterinin alış veriş yapma modeline benzetilebilir. (Mağazaya girer, alacağı kategorideki mallara bakar, gözüyle seçer, çok nadir olarak deneme kabinini kullanır, alır ya da almaz ve mağazadan ayrılır).

Facebook türü sosyal ağ ortamları ise belli bir şey aramaktan ziyade zaman geçirme odaklı bireylerin gelip “takıldığı” bir ortamdır. Bu ruh halindeki bir kişinin zihninde belli bir amaca ulaşma, belli bir şey yapma zorunluluğu yoktur. Daha ziyade zamanını kaliteli geçirme arzusu söz konusudur ve “tekliflere açıktır”.

Dolayısıyla duvarına eklenmiş bir video, bir arkadaşının bir fotoğrafa yaptığı kısa bir yorum, o an için kullanıcıyı hiç aklında olmayan yerlere götürebilir. Bu da nispeten kadın müşterilerin alış veriş yapma modeline benzetilebilir. (Bir şeyler almak kadar, arama sürecinin kendisi de bir amaçtır ve herhangi bir şeyle sınırlandırılmak istemez).

Belki de bu bakış açıları zaman içinde dijital ortama ciddi anlamda yön verecektir. ABD merkezli bir başka istatistiğe göre Amerika’da genç kadınların sabah kalktıklarında ilk yaptıkları şeyler listesinde Facebook’a girmek de yer alıyor.

Şöyle bir düşünelim: Sabah otobüse/metroya binmiş işine ya da okuluna gitmekte olan bir kişi aklında bir şey yoksa cep telefonundan internete girecek bir sebebi yoktur. Ama aynı kişinin Facebook’a girip ne var ne yok diye bir bakması için bir nedeni olmasına da gerek yoktur!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1218) - Ooof Off Line Köşesi - 23 07 2010

FUTBOL ve BİLGİ TOPLUMU

Futbolun perde arkasında kurumsal iş dünyasının son model taktik ve stratejilerini uygulama konusunda dur durak bilmeyen bir yönetim modeli. Ancak iş sahaya, futbol oyununa geldiğinde, hala ilk günkü ilkel kurallarına çok yakın kurallarla yönetme bağnazlığı.


Global futbol otoriteleri (FIFA, UEFA, vb) bilgi olgusunu mümkün olduğunca futbol oyununun içine sokmama konusundaki inatlarını sürdürüyor. Evet veri ya da istatistik açısından tonlarca bilgi kırıntısını üretme ve dünyaya sunma konusunda hiçbir tereddütleri yok. Ancak bu veri ve enformasyonlardan futbol oyununu ileriye götürecek türden kararlar alabilmede yardımcı olacak bilgiler üretme konusunda ise müthiş bir tutuculuk var.

Ne için? Güya futbol oyununun heyecanını, popülaritesini düşürmemek için (?). Öncelikle bu heyecan ya da popülarite kavramlarından ne anlaşıldığını netleştirmek gerek. Örneğin 11 Temmuz’da biten 2010 Dünya Kupası’ndaki İngiltere – Almanya maçında İngiltere’nin kale çizgisini yarım metre geçen topu hakemlerin görememesi nedeniyle gol olarak sayılmadı. Oysa basit düzeyde bir teknolojiden istifade ediliyor olsaydı bu top gol olarak sayılacaktı. Ofsayt konularına ise hiç girmiyorum.

İşte global futbol otoritelerinin heyecan dediği şey bu. Yanlış verilmiş bir kararın, teknoloji körlüğü olan futbol oyunu sayesinde yıllarca konuşulması. Hakem o golü verseydi belki de İngiltere Almanya’yı geçecekti vs vs.

Öte yanda futbol oyunuyla ilgili olarak sahanın arkasında son yirmi yılda gerçekleştirilen gelişmelerin futbolu bir spor olmaktan çıkarıp bir endüstri haline getirdiği konusunda ise herkes hem fikir ama nedense kimse bundan yakınmıyor.

Artık futbol maçları yayıncı kanalın yayın akışına göre belirleniyor. Ulusal liglerdeki maçlar heyecan son haftalara dek taşınabilsin “arzusuyla” oynanıyor. Bir takımın alıp başını gitmesi pek arzu edilmiyor. Öte yandan futbolcu transferine getirilen esneklikler büyük bütçeli futbol kulüplerinin daha çok sportif başarı elde etmesine bu da o kulüplerin giderek daha da zenginleşmesine neden olmakta. Bu durumda küçük ölçekli kulüplerin başarı elde etmesi giderek daha da zorlaşmakta.

Geçtiğimiz aylarda ülkemizde de yayınlanan Futbolun Şifreleri isimli kitap bu gelişmeleri ve futbolun endüstrileşme sürecini nesnel verilerden yola çıkarak ürettiği bilgilerle açıklamakta.

Bu çelişki daha ne kadar sürecek? Futbolun perde arkasında kurumsal iş dünyasının son model taktik ve stratejilerini uygulama konusunda dur durak bilmeyen bir yönetim modeli. Ancak iş sahaya, futbol oyununa geldiğinde, hala ilk günküne çok yakın kurallarla yönetme tutuculuğu.

Tam da bu muhafazakarlığı protesto edercesine son dünya kupasının finaline futbolu bilgi toplumu olgusuna en uyumlu denilebilecek bir modele göre oynayan iki takım çıktı. Hollanda ile İspanya. Her iki takım da oyununu pas üzerine kurmuş. Hiçbir futbolcu gerekmediği sürece çalım atmıyor, kaleciler bile gerekmedikçe uzun degajlar yapmıyor, oyunu kısa pas ile başlatıyor.

Bu oyun modeli bireyin oyun içinde görkemli bir yapının kendi üstüne düşen küçük (ama çok önemli) bir parçası olduğu felsefesini gözler önüne seriyor. Hollanda ya da İspanya’da Maradona gibi topu alıp giden futbolcuya yer yok. Onun yerine top daha ayağına gelirken, topu nereye atacağını kafasında hesaplayan ve topu ona göre isabetli bir şekilde arkadaşına aktaran bir takım oyunu oyuncuları var.

Evet Maradona’nın tarihe geçen golleri var ama bir kerelik başarı mı yoksa sürdürülebilir bir başarı mı ? Arjantin, Brezilya gibi takımlar sonrasını sonra düşünürüz derken, Hollanda, İspanya gibi takımlar sürdürülebilir başarının peşinde koşuyor.

FIFA’nın, UEFA’nın bu yeni eğilimi destekleyecek türden uygulamaları futbol oyununa dahil etmeleri, futbolda heyecanı yanlış kararlarda değil oyunun kendisinde aramayı sağlamaları gerekir.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1217) - Ooof Off Line Köşesi - 16 07 2010

KALABALIKLARIN GÜCÜ !

Kaynaklara göre kalabalıkların gücü kendisini şu üç tür problemin çözümünde en etkin olarak hissetirebilir: 1) Kesin, net cevabı olan bilişsel problemler 2) Bireylerin aktivitelerinin organize edilmesini gerektiren koordinasyonel problemler 3) Kişisel beklenti olmaksızın emek vermeyi gerektiren dayanışma problemleri.


Kalabalıkların bir gücü olduğunu daha ziyade kalabalıklar oluştuğunda anlarız. Yoksa bu tümcede bir mantık hatası mı var? Bireyler bir araya gelmeden bir “kalabalık” oluşturabilir mi ki?

Örneğin ideologlar, bireylerdeki o kalabalığı oluşturma gizilgücüne hitap ederek birbirlerinden ayrık duruyor gibi görünseler de aslında bütünün bir parçası olduklarını idrak etmelerini sağlamaya çalışıp; onları ortak bir ülkünün, vizyonun etrafında toplamak isterler. Ki ideologların seslerinin bireylere ulaşması bile başlıbaşına bir zorluktur.

En azından düne kadar öyleydi demek daha doğru olacak. Dijital altyapının getirdiği imkanlar bir yanda sesini duyurmak isteyenlerin sesini dünyanın öbür ucuna dek ulaştırırken diğer yanda da bireylerin fiziken aynı mekanda bulunmasalar bile bir kalabalığı, bir kitleyi oluşturmasını sağlayabiliyor.

Kalabalıkların gücü dijital dünyada öncelikle teknolojik bir konu çevresinde varlığını hissettirdi (Windows’a alternatif olan Linux işletim sistemi, dünyanın dört bir yanındaki bireylerin kişisel ve karşılık beklemeksizin verdikleri emeğin sonucunda bugünkü halini aldı). Daha sonra farklı alanlarda da uygulandı.

Konu hakkında kitaplar da yazıldı. İfadenin isim babası (“crowdsourcing”) Jef Howe’un aynı isimli kitabı bir süre önce ülkemizde de piyasaya çıktı (Optimist). Daha önce de Dan Tapscott ve Anthonny Williams’ın Vikinomi isimli kitabı yayınlanmıştı (MediaCat). Vikinomi kavramı da aynı olguyu tanımlamaktır. James Surowiecki’nin The Wisdom of Crowds adlı kitabı ise Kitlelerin Bilgeliği adıyla yayınlandı (Varlık).

Bu kaynaklara göre kalabalıkların gücü kendisini şu üç tür problemin çözümünde en etkin olarak hissetirebilir:
1) Kesin, net cevabı olan bilişsel problemler
2) Bireylerin aktivitelerinin organize edilmesini gerektiren koordinasyonel problemler
3) Kişisel beklenti olmaksızın emek vermeyi gerektiren dayanışma problemleri.

Öte yandan kalabalıkların gücünü hissettirebilmesi için şu özelliklere sahip olması gerekir :
a) Farklı bilgilerin ortaya çıkmasını sağlayabilmek için görüş farklılıklarının olabilmesi (çokseslilik)
b) Sürü mantığını bertaraf edebilmek için bireylerin birbirine bağımlı olmaması
c) Merkezileşmemiş bir yapısının olması (ki birilerinin hatası kalabalığın tamamını etkilemesin) d) Farklı görüşlerin ortak bir potada süzülerek arzu edilen bilgi ya da bilgeliği ulaşmayı sağlayacak bir metod.

Bunu tersten okumak gerekirse eğer bir kalabalık çok homojen, çok merkezi, çok bölünmüş, çok kopyalayıcı ya da çok duygusal ise onun gücünden pek bir şey çıkması beklenmez.

Bu tabloda altı çizilmesi gereken önemli nokta kalabalığı oluşturan bireylerin (yaşamlarının), üzerine odaklanılan problemin çözülmesine bağımlı olmamaları. Linux işletim sistemini geliştirenler, bu çalışmaları gündelik iş yaşamlarını sekteye uğratmadan, bir hobiyle uğraşıyormuş gibi yaptılar. Keza Lego’nun yeni ürünlerinin şekillenmesine neden olan kullanıcıları da.

Batı kültürünün göz ardı etmeyi sevdiği, doğu kültürünün ise “Neden?” diye sormadan edemediği bir husus burada da devrede. Tüm bu kalabalığın gücünü yönlendiren bir mekanizmanın olması! Linux örneğinde merkezde bir çekirdek kadro vardı ve kalabalıklara enerjilerini kanalize etmeleri gereken hususları onlar belirliyordu. Lego, Wikipedia vb örneklerinde de merkezde “ötekilerinden biraz daha eşit” konumda olan birileri hep var.

Bir başka deyişle kalabalıklar, fazla üzerinde durulmayan o husus olmazsa başı kesik tavuk durumuna düşmekten kurtulamayacak gibi. İyi haber ise şu : Dijital dünyada herkes baş olabilir.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1216) - Ooof Off Line Köşesi - 09 07 2010

BEN İDRAK EDENE DEK HERKES BEKLESİN !

70li yılların hızlı militanlarının bir yanılsama içinde olduklarını idrak etmeleri için 20 sene bekledi (kaybetti) Türkiye! Bireylerini doğru eğitmediği ve karınlarını doyurmadığı sürece bu döngü sürüp edecek!

Youtube yüzkarası; bir karadelik gibi Türkiye’nin dijital kültür gündemini içine doğru çekiyor. Son haftalarda Google’a doğru sıçrayan, sıçratılmaya çalışılan yasak önce bir geri adım attı. Daha sonra gelen ikinci dalga ile yeniden bulaştı. Youtube gibi bu da kalıcı olmaya çalışıyor. Kabaca bazı Google hizmetlerinden yararlanamama durumu ile karşı karşıyayız.

Meclis’te söz alan Ulaştırma Bakanı konu hakkında alınan yürütmesel ve yargısal kararların doğruluğunu savundu. Buna göre “Youtube’un Türkiye ile olan ilişkisi başka ülkelerle olan ilişki standardında değil.” Örneğin Youtube “başka ülkelerde güvenlik belgesi alıp, vergi dairelerine kayıt yaptırırken” Türkiye’de bunları yapmaktan kaçınıyormuş. Keza Youtube’un Türkiye’den erişilmesine engel teşkil eden Atatürk’e hakaret içeren videolardan bir tanesini kaldırmamakta ısrar ediyormuş. Ayrıca başka ülkelerde “ülkeye özel” filtreleme (lokal versiyon) getirirken Türkiye’de bunu uygulamıyormuş.

Öte yandan Bilgi Üniversitesi’nden Doç. Dr. Yaman Akdeniz’e göre ise “Youtube Fransa, Almanya, İngiltere gibi ülkelerde girişte lokal versiyon mu global versiyon mu istiyorsun diye kullanıcıya soruyor” ve kullanıcının seçimine göre yönlendiriyor. Ayrıca Youtube ofisleri bu ülkelerde “sadece lokal versiyonda yer alan videolarla ilgili olarak” sorumluluk taşıyor, global versiyondaki videolarla ilgili değil. Ancak bizde şark kurnazlığı var ya mahkemelerin aldığı kararın sadece lokal versiyonda değil, tüm dünyada uygulanmasını istiyoruz.

Bu sorun dünyaya, yaşama bakış açısı belli olan bu yürütme organı dikkate alındığında evladiyelik bir sorundur. Çünkü temel bir mentalite uyuşmazlığı söz konusudur. Çatışma noktası, elinde yetki olanın eleştiri kabul etmez bir yapıya sahip olmasıdır. Yakın zamana dek eleştiri kabul etmezlik sadece politik temellere dayandırılarak açıklanırdı (despotluk, faşizan model, vb). Bugün hükümet de bu açıdan eleştiriliyor.

Ancak konuya bir başka açıdan da yaklaşmak mümkün. Bugün pek çok muhafazakar kişi, kendilerine “din böyle emrediyor” diye belletildiğinden, başka bir dinden olan kişiye, ya da hayatını (o belletilen) dinin esaslarına göre yaşamayan dindaşlarına “acıyarak” bakıyor. Hatta en samimi duygularla onları bu acınacak hallerinden kurtarmak istiyor. Çünkü (diye düşünüyor) bu insanlar öldükleri zaman (bu şekilde yaşadıklarından dolayı) öte dünyada cehenneme gidecekler. Oysa ben bu insanları seviyorum; onlara iyilik yapmak istiyorum. O nedenle de gerekirse onlara rağmen onların yaşam biçimini değiştirmeliyim.

Bu mentalitede olan bir zihin iş dinle ilgili olamayan konulara geldiğinde farklı bir modelde mi çalışıyor? Hayır ! Karşısına (dinle ilgisi dahi olmayan) bir sorun geldiğinde (de) kendi paradigmasına göre doğru olan çözümü ürettikten sonra öteki herkesin, tüm dünyanın bu çözümü benimsemesini talep ediyor. “Tolerans” nedir bilmiyor; “müzakere”yi karşı tarafın kabul etmesi için tek yönlü bir imkan olarak görüyor.

Gerekirse öteki herkes değişmeli; onun bakış açısına, hizasına gelmelidir. Çünkü (ona göre) doğru olan budur. Nokta !

O halde bam teli şu: Ya tek ve mutlaktır diye insanlara anlatılan, belletilen bakış açısı aslında tek bakış açısı değilse? Ya alternatif bakış açıları da varsa? Ya bu alternatif bakış açılarının dini inançlarla ilgisi yoksa ve onlarla tezat oluşturmuyorsa?

70li yılların hızlı militanlarının bir yanılsama içinde olduklarını idrak etmeleri için 20 sene bekledi (kaybetti) Türkiye! Bireylerini doğru eğitmediği ve karınlarını doyurmadığı sürece bu döngü sürüp edecek!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1215) - Ooof Off Line Köşesi - 02 07 2010

IŞIĞA DOĞRU

Yaşamın kaotik bir ortamda tesadüfler ya da keyfiyetlerden uzak belli bir düzen ve seviyede ilerleyebilmesi için değişmez standardların toplumun her kesimi tarafından deneyimlenmiş, idrak edilmiş ve kabul edilmiş olması bir zorunluluktur.

Okumak mı daha önemlidir, yazmak mı? Dinlemek mi daha önemlidir yoksa konuşmak mı? Tabii buradaki tuzak, olgulardan bir tanesini diğerine tercih etmeye zorla(n)maktır. Her eylemi gerektiği yerde icra etmek eş önemdedir.

Dijital altyapının getirdiği hız unsuru ne yazık ki bu bakış açısını gölgeleyebiliyor. Dijital kültür pek de hissettirmeden sanki yazmanın okumaktan, konuşmanın dinlemekten daha önemli olduğunu empoze ediyor.

Bunu doğal karşılamak gerek. Eğer birey(ler) dijital imkanlarla (internet, cep telefonu vb) tanışmadan önceki yaşamlarında kendilerini ifade etme konusunda yeterli imkanlara sahip değillerdiyse dijital imkanları bulduklarında ilk yapacakları şeyin bu açlıklarını gidermek olması normal bir reaksiyondur. Ya da bu tümceyi tersten değerlendirmek gerekirse, bugün en çok konuşanlar dün arzu ettiği kadar konuşamamış demektir.

Benzer bir durum “yazma” eyleminde de mevcut. Düne kadar rafları süsleyen yeni kitapların sayısı sınırlı kalırdı; fakat son yıllarda yayıncılıkta bir patlama yaşanıyor. Ancak ne hikmetse “az okuma” sorunu hala aşılabilmiş değil. Demek ki yazıldığı kadar çok okunmuyor. Öte yandan bu sorunun yanında yeni bir sosyal sorun daha ortaya çıktı. Yazılanların içeriği!

Sınırlı sayıda yayın yapılan zamanda sürece dahil olmuş, yer edinmiş eleme aşamaları vardı. Bu elekten geçirme süreci belki bugün de var ama eski imtiyazlı durumunu kaybetmiş durumda. Bunun doğal sonucu da içeriğin kalitesinin düşmesidir. Oysa bu sorun da kemikleşmiş “az okuma” sorunu ile dengelenmektedir: Çok fazla okuyan yoksa yazılan içeriğin çok da kaliteli olması gerekmez!

Dijtal kültür toplumun bugüne dek üretmiş olduğu “aracıları” bir bir ortadan kaldırmakta ya da gücünü zayıflatmakta. Eğer bu aracılar bireyin özgürlüğünü, yaşam kalitesini olumsuz yönde etkiliyor, bunlara sınır getiriyor, bunların gelişmesini engelleyen roller icra ediyorlardıysa ortadan kalkmaları olumlu bir gelişmedir. Ancak bu aracıların ortadan kalkması kaliteyi, standardları aşağı çekici bir durum yaratıyorsa böyle bir gelişme pek de tercih edilmez.

İşin ilginci imtiyazlı durumunu elinden kaçıranlar (ya da kaçırma korkusu yaşayanlar) toplumu kalitenin düşeceği yönünde uyarıyor (tehdit ediyor). Bu tehdide aldırmadan cesur adımlarla ilerleyenler ise geliştirilmiş olan standardların, imtiyazı elinde tutanların kişisel çıkarları için üretmiş oldukları birer mekanizma oldukları (yanlış) düşüncesiyle bunları kolayca terk edebiliyor.

Tüm bunlar aynı resme bakıp farklı yorumlar yapmaktan başka bir şey değil. Yorum farkı ise bireyin ya da toplumun mevcut gelişmişlik düzeyi. Yaşamın kaotik bir ortamda tesadüfler ya da keyfiyetlerden uzak belli bir düzen ve seviyede ilerleyebilmesi için değişmez standardların toplumun her kesimi tarafından deneyimlenmiş, idrak edilmiş ve kabul edilmiş olması bir zorunluluktur. Ki ne değişirse değişsin bu asgai müşterekte bir zaafiyet oluşmasın.

Anayasa Mahkemesi’nin alacağı kararları yok saymayı önermek gibi, Google’a Youtube’a yasak koymak gibi gündemi olan bir ortamda kaostan, keyfiyetten kurtulmak sanki her geçen gün daha da zorlaşmakta. Oysa unutmamak gerek ki gecenin en karanlık anı ışığa en yakın andır.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1214) - Ooof Off Line Köşesi - 25 06 2010

AĞIN ŞEKLİ ÖNEMLİDİR

Önemli olan sosyal ağ değil, ağı oluşturan bağlantıların şeklidir. Tıpkı kömür ile elmas arasındaki fark gibi. Her ikisi de karbondan oluşur ancak mikroskop altında incelendiğinde aralarındaki farkın karbon atomlarının birbiri ile bağlantı şeklinde olduğu görülür.

Sosyal ağlar sadece dijital kültürle ilgili bir olgu değil. İnsan topluluğunun olduğu her yerde bir sosyal ağ var. Öte yandan bireylerin birbiri ile etkileşimi sonucunda ortaya çıkan sosyal ağlar, teknolojik imkanlar sayesinde farklı bir boyuta da taşınabiliyor: Artık sosyal ağlar detaylı olarak incelenebiliyor.

Facebook gibi bir sosyal ağı incelediğinizde sadece bireylerin kendileri hakkında paylaşmış olduğu özel bilgilere erişmiyorsunuz. Buna ek olarak bireylerin kurmuş olduğu ilişki ağları hakkında da bilgi sahibi olma imkanı var. Örneğin bir kişinin düzinelerce arkadaşı olup bunlar arasında bir iletişim söz konusu değilken bir başka kişinin nispeten daha az arkadaşı olmakla birlikte bu arkadaşlar da kendi aralarında arkadaşlık ilişkisi kurmuş olabiliyor.

Bu tür ilişkilerin irdelenmesi sonucunda önemli bilgiler de elde edilmiş. Bunlardan bir tanesi de sosyal ağın özelliklerinin bireyi de etkilemesi. Arkadaşlık bağı kurduğunuz bireyler çoğunlukla kilolu kişilerden oluşuyorsa bu durumda siz de zaman içinde kilo almaya başlayabilirsiniz. Benzer bir şekilde arkadaşlık bağı kurduğunuz bireylerin çoğunluğu belli bir konuda sosyal sorumluluk projelerinde aktif olarak yer alıyorsa siz de bu tür projeler için zaman ayırır hale gelebilirsiniz.

Kişisel gelişim eğitimlerinde de bu tür eğilimler hakkında katılımcılara pratik çalışmalar yaptırılmakta. Örneğin önceden bilgilendirilmiş bir kişi bir grup katılımcıyla bir konuşma seansı yapar ve sürekli olarak olumsuz şeylerden bahseder. Konudan habersiz diğer bireyler kısa bir süre sonra aynı ya da başka konularda olumsuz düşüncelerini dile getirmeye başlar. Bir süre sonra yönlendirilmiş kişi bu kez sürekli olumlu konuşmaya başlar. Kısa süre içinde grup bu kez olumlu konuları gündeme getirir.

Bunun pratik hayatımıza uygulaması çoğunlukla güne başladığımız ilk saatlerde gözlenebilir. Eğer güne haberleri izlerek, dinleyerek ya da okuyarak başlıyorsanız, haber başlıklarının (çoğunlukla olumsuz olan) içeriği sizi o (olumsuz) yöne doğru çekecektir.

Önemli olan sosyal ağ değil, ağı oluşturan bağlantıların şeklidir. Tıpkı kömür ile elmas arasındaki fark gibi. Her ikisi de karbondan oluşur ancak mikroskop altında incelendiğinde aralarındaki farkın karbon atomlarının birbiri ile bağlantı şeklinde olduğu görülür.

Bir Japon olan Masaru Emoto bu konuda uzun yıllardır eşsiz çalışmalar yapmakta. Tıpkı öteki herşey gibi suyun da diğer nesnelerinin (mesela bir kişinin düşüncelerinin, duygularının) yaydığı titreşimlerden etkilenebileceğini ispatlamış durumda. Aynı kaynaktan alınan suyun bir kısmı ile “olumlu olarak konuşup” daha sonra dondurduğunda oluşan buz kristallerinin mükemmel şekiller oluşturduğunu tespit etmiş (fotoğrafını çekmiş). Alınan su örneğinin bu tür bir etkileşime maruz kalmayan kısmı ise sıradan bir görüntü çizmekte.

Olumlu düşünmek, olumlu konuşmak ve olumlu ortamlarda bulunmak bu nedenle bireyi olumlu etkileyecektir. Gündelik yaşamında birey bulunduğu ortamları kontrol edememekte ve zorunlu olarak dahil olmak zorunda kaldığı ortamlardan (örneğin gergin bir iş toplantısından) ister istemez olumsuz olarak etkilenebilmekte.

Ancak dijital ortamda birey hangi ortama gireceğini kendisi seçebilir. Dahil olduğunuz dijital sosyal ağlar sizin bu türden olumlu ilişkiler kurmanıza imkan vermiyorsa, olumlu enerji ile dolmanızı sağlamıyorsa, o ağlarda zaman harcamamak en doğrusudur.

Tabii bireysel hedefleriniz yoksa bu yaklaşım bir kaçış olarak yorumlanabilir; çevreniz sizi duyarsızlıkla suçlayabilir. Onlara üreteceğiniz sonuçlarla cevap vereceksiniz.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1213) - Ooof Off Line Köşesi - 18 06 2010