Pazartesi, Ekim 24, 2005

BİLGİYE ve BİREYE DEĞER VERMEK


Birkaç gün arayla iki kere başıma gelmeseydi; belki de bu kadar dert etmezdim. Pazar saat 17.00 civarı. Harem tarafından Üsküdar’a giriyorum. Üsküdar Meydanı’nı geçip, köprüye yönelmem bir saat sürüyor. Sebep; Boğaz’ın altından geçecek tünel inşaatı.

Salı 19.30 işten Beşiktaş’tan Ortaköy yolu ile Ulus – Etiler – 2. Köprü yolunu izlemek istiyorum. Daha Beşiktaş çıkışından yol tıkanıyor. Manevra yapıp geri dönüyorum ve Barbaros Bulvarı üzerinden klasik güzergahı kullanarak (Balmumcu – Levent – 2. Köprü) yoluma devam etmek istiyorum. Gişelerden geçerken saat 21.00! Sebep; Maslak’taki yol inşaat çalışması.

Şehrimizde bir ulaşım sorunu olduğu ve buna bir çözüm bulunması gerektiği konusuna hiçbir itirazım yok. Keşke bunlar yıllar önce yapılabilseydi de bugüne kalmasaydı. Ancak ortada başka bir sorun var.

Eğer bilsem ki Harem yolu ile Üsküdar’a girip, kuzeye doğru gitmeye kalktığımda, oradaki inşaat ve yol daralması nedeniyle bu bir saat sürecek; belki de güzergah değiştireceğim. Ya da bilsem ki Maslak’ta iki hafta sonra şu gün şu saat itibariyle ciddi bir yol çalışması başlayacak ve bu da trafiği şöyle şöyle etkileyecek; ben de ona göre tedbirimi alacağım.

Çalışmaların bir kaç günde bitmeyecek kadar uzun olması durumda, güzergah üzerinde bilgilendirici elektronik panolar olsa ve güncel istatistiği tutarak; bulunduğum yerden bir nirengi noktasına ulaşmamın kaç dakika ya da saat süreceğini bana bildirse, belki yolumu değiştireceğim.

Bu önden bilgi sahibi olma sadece benim (gibilerinin) işine gelmeyecek. Bu işleri yapanların da işine gelecek. Neden mi? Çünkü bu bilgilere sahip olan araç sahipleri o trafiğe saplanmamak için derhal kendilerine alternatifler arayacak. Hal böyle olunca da inşaat bölgesine doğru gitmeye çalışan araç sayısında azalma olacağından; bu genelde inşaatın yarattığı fazladan yoğunluğun azalmasında da katalizör olacak.

Böylece bu işlerin içindeki kişiler de yolda mahsur kalan daha az kişi tarafından anılacak!

Artık globalleşiyoruz ya; bir semtteki trafik sıkışıklığı sadece o bölgeyi etkilemiyor; dalga dalga tüm şehre sıçrayabiliyor. Maslak’taki sorun, o akşam Avrupa Yakası’ndaki her bölgeyi etkilemiştir.

Peki neden bu basit sorunlara basit çözümler üretemiyoruz? Bilgi sahibi olmadığımız için.

Alınan tedbirler, en az düzeyde alınması gereken cinsten. Mesela inşaat yapılan yerin çevresi koruma altına alınmıştır mutlaka. Bir iki tabela vardır. Keza Barbaros Bulvarı üzerinde bir elektronik pano var. Köprülerin “YOĞUN” olduğunu yazan. Ne demek yoğun? Oysa ben o noktada “kardeşim birinci köprüden geçmek istersen, buradan gişelere ulaşmak şu sıralarda 90 dakika tutuyor” türünden bir bilgiye sahip olsam, ona göre hareket edeceğim.

Bunun temelinde de iki şey yatıyor : Bilgi olgusuna değer vermemek; bireye değer vermemek.

Bu sorunu ilgili mercilere yansıttığınızda mutlaka, mevcut prosedür ve yürütmeliklerine göre her türlü tedbiri almışlardır. Sorun da orada zaten. O prosedür ve yönetmelikler ne kadar beni, bireyi düşünüyor? Ne kadar sorumlu kişilerin başına bir bela gelmemesini sağlamak ile sınırlanmış bir zihniyetin ürünü?

Eğer beni düşünüyor olsa, Maslak’ta yapılacak bu tür bir çalışmanın etkileri sanal ortamda bilgisayarda simüle edilir ve olası etkileri tespit edilirdi. Bu bulgular ciddi düzeyde ise (ki öyle olduğunu gördük) buna göre belki de birkaç hafta öncesinden, tv radyo uyarılarıyla, reklam panolarıyla, eposta vb yoluyla daha çok bireye ulaştırılmaya çalışılırdı.

Dikkat edilirse bunları yapmak bilgi olgusunu ve bireyi “bir değer” olarak kabul etmekten geçiyor. Bilgi toplumu olacağız diye afili, janjanlı işler yapmaya çalışmaya hiiç gerek yok.

İşte size çok basit, hızlı, pratik bir yol : Yerel yönetimler her gün kendi alanları içindeki bireylerle etkileşim içine girmek durumunda kalıyorlar. Bu etkileşim noktalarında bireye ve bilgiye değer verdiklerini söz ile değil eylem ile ispat etsinler yeter.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (22 10 2005)

Salı, Ekim 18, 2005

TELEFON MU; O DA NE?


Skype denilen bir şirketin, internetin ilk dalgasında Amazon.com ile birlikte öne çıkan global müzayede firması ebay.com tarafından 2,6 milyar dolara satın alınmasıyla birlikte internet erişimi üzerinden telefon görüşmesi yapma konusu yeniden gündeme oturdu; ünlü economist dergisine kapak bile oldu.

Skype, daha önce bedavaya mp3 indirmeye yarayan KazaA yazılımı nedeniyle başı derde giren ikili (Niklas Zennstrom, Kanus Friis) tarafından geliştirildi. Bugün 54 milyon kullanıcısı var ve bu figüre her gün 150 bin kişi katılıyor.

Skype yazılımını mikrofonu, hoperlorü ve internet erişimi olan bir bilgisayara yüklediğinizde, isterseniz yan komşunuzu isterseniz Borges’in Arjantin’deki akrabalarını arayın fark etmez – ne Skype’a ne de başka bir yere bir telefon parası ödemeniz gerekmiyor. Yeter ki aradığınız kişide de Skype kurulu olsun ve o sırada bilgisayarının başında sizden “telefon bekliyor” olsun.

Evet sanırım aklınıza ilk gelen şey; telekom firmalarının topu dikeceği… Ancak biraz daha detaylı düşününce sonucun pek de böyle olması gerekmediği görülecektir. Ama bir şeyin altını çizmekte fayda var : Skype gibi internet üzerinden ses iletişimi sağlayan imkanlar; bugünün telekom firmalarının uyguladığı telefon konuşma ücret mekanizmasını derinden etkileyecek.

Bugün bilindiği üzere telefon görüşme ücretleri uzaklığa ve konuşulan süreye göre ücretlendiriliyor. Internet üzerinden yapılan görüşmelerde ise bu iki kriterin ikisi de önemli değil. Dilediğiniz kadar konuşun ya da bir alo deyin. Mahalle bakkalınızla konuşun ya da binlerce kilometre uzaktaki bir yakınınızla konuşun. Ücret yok! Sadece telefonun ucundaki her iki kişi de internete erişebiliyor olsun. Internet erişim parasını ödüyor olsun.

Elbette ki bu modelin mevcut telekom modelini alt etmesi birkaç yıl içinde hallolabilecek bir şey değil. Ama geri sayım başladı. Nasıl ki bugün, şehirlerarası konuşmak için “telefon yazdırma” kavramını “neydi o günler” diye anıyorsak; belki de onbeş yirmi yıl sonra, telefon görüşmeleri yapmak için özel hatlar ve özel cihazlar kullanılırdı diye düşünerek “neydi o günler” diyeceğiz.

İş sadece bununla da bitmiyor. ADSL gibi geniş bant internet erişimi yaygınlaştıkça bu altyapı üzerinden sadece ses trafiği değil, televizyon yayını gibi ses+görüntü trafiği de iletmek mümkün olacak. Bir başka deyişle evlerimize yeni girecek olan “kombo” cihazlar bugün telefon, bilgisayar ve televizyon olarak adlandırılan cihazların üçünün birden yerini alacak.

1996 yılında ABD’de katılmış olduğum bir konferansta, geleceğe yön veren beş önemli teknolojik gelişmenin ne olacağı anlatılırken, bu “üçü bir yerdecihazlar da listede yer alıyordu.

Peki telekomlara ne olacak? Ölecekler mi? Elbette ki hayır. Bugün yine de telekomlar altyapısını internet üzerinden ses iletmeye dönüştürmede en avantajlı konumda olan firmalar. Yeter ki geleceğin orada olduğunu görsünler ve bir yandan bu yeni kavramı pek de destekler görünmeseler de diğer yanda bazı dünya devlerinin yaptığı gibi perde arkasından altyapılarını bu teknoloji ile uyumlu hale getirmek üzere gerekli olan yatırımları yapmaya başlasınlar.

Çin Telekom gibi firmalar Skype türü imkanların erişimini ülke içinde engellemeye çalışırken, örneğin British Telecom altyapısını internet tabanlı hale dönüştürmek üzere gerekli olan çalışmalara başladı bile.

Peki telekomlar ve GSM operatörleri nereden para kazanacak? Cevap basit! Katma değerli yeni icat edecekleri servislerden. Örneğin sesli mesajların epostalara entegre edilmesi gibi. Ayrıca ilk bakışta topun ucunda hatlı altyapıya sahip telekom operatörleri görünse de internet teknolojisinin asıl etkileyeceği telekom şirketleri mobil iletişim, GSM operatörleridir. Çünkü pratikte GSM operatörlerinin taşıdığı ses trafiği hala en yoğun (ve en değerli) trafik. Bu trafiğin yerini başka bir alternatifin alması; bu şirketlere ciddi gelir kaybı anlamına gelebilir.

Sonuçta tüm bu gelişmeler; tüketicilerin yararına sonuç verecek. Yeryüzü kültürü öteki pek çok cephede bireylerin yüzyüze iletişim kurmaktan kaçınmasına neden olurken; bunun alternatifleri giderek daha ucuz, kolay ve pratik hale gelecek. Bu bir tesadüf mü?

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (15 10 2005)

YENİ SANAL BOMBA : GOOGLE BOMBALAMASI


Bir kaç yıl önce popüler olan internet üzerinden saldırı tekniklerinden bir tanesi, anımsanacağı üzere, bir web sitesini çalışmaz hale getirene dek onun üzerinde “yapay” trafik yaratmaktı. Sanki tüm dünya aynı anda sizin web sitenize erişmek istiyormuş gibi. Belli bir aşamada da sitenizin yer aldığı bilgisayar buna cevap veremez hale geliyor; bir başka deyişle “kafayı yiyordu”.

Son dönemde gündeme gelen yeni bir sanal bomba da bekleneceği üzere en popüler web sitesi olan Google ile ilgili.

Google’a gidip “failure” (başarısızlık) kelimesini arayın ve bakın bakalım gelen ilk iki site hangisi olacak Google’ın sonuç ekranında. İlk site ABD Başkanı’nın Beyaz Saray tarafından yayınlanan resmi sitesi. İkincisi ise onun can düşmanı Michael Moore’un.

İşin ilginci bu sitelere gidip failure kelimesini ararsanız, sitede öyle bir kelimenin yer almadığını da göreceksiniz.

Peki bu nasıl oluyor? Google’da arama yapınca gelen sonuçlar; aranılan kelimenin içinde yer aldığı ve o kelime ile ilgili en çok tercih edilen sayfaların en önde gösterildiği anlamına gelmiyor muydu?

Pek de değil! Evet o kelime ile ilgili en çok tercih edilen siteler şeklinde kategorize etmek doğru. Ancak sitede gerçekten de o kelimenin yer alıp almıyor olduğunu Google haricen kontrol etmiyor. Sadece popülerlik listesini tutuyor ve siteleri ona göre sıralıyor.

Bunu keşfeden bazı muzipler de “failure” kelimesi ile başkan Bush’un web sitesine link verme ikilisini ilişkilendirmiş durumda. Hal böyle olunca da her ne kadar sitede failure kelimesi yer almasa bile o kelimeyi aradığınızda Google size başkanın web sitesini en popüler site olarak listeliyor. Yani diyor ki dünyada şu an failure kelimesini en çok başkan Bush’u web sitesi ile ilişkilendirilmekte ve kullanılmaktadır.

Tabii buradan pek çok varyasyon üretilebilir. Örneğin Fenerbahçeliler oturup da benzer bir yolu hayata geçirirlerse; diyelim ki Google’a gidip “galatasaray” diye arama yaptığınızda karşınızda listelenecek ilk site Fenerbahçe’nin resmi web sitesi olabilir.

Ya da Cyprus (Kıbrıs) kelimeleri arandığında Google ilk önce Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin resmi web sitelerini listeleyebilir.

Buna Google Bombing deniyor. Yani Google Bombalaması.

Burada sorun, kurulan mekanizmanın suistimal edilmesi. Birkaç düzine web sitesini organize edip de belli bir kelimenin hep aynı web sitesine işaret etmesini sağlamak ve bu linkleri bir süre aktif olarak kullanmak; doğal halinde doğru linklerin doğru amaçla kullanılması “özgürlüğünü” suistimal etmek anlamına geliyor.

Bu tür suistimallerle gündelik hayatımızda o kadar çok karşılaşıyoruz ki. Belki de bu tür bir suistimal olgusunun internete de sıçramış olduğunu öğrenmek çok fazla kişiyi şaşırtmayacaktır.

Bir şeyi yapma özgürlüğünün suistimal edilmesi temelde bize onu suistimal edenlerin o özgürlüğü haketmediklerini göstermiş oluyor. Şöyle düşünelim: Demokrasi içinde yaşayan bir birey ya da sivil toplum örgütünün demokrasiyi yıkmaya çalışma özgürlüğü olabilir mi? Elbette olamaz.

Ancak bugünün ideolojileri ölmüş dünyasında olguları bu şekilde değerlendirmek ne kadar sağlıklı ya da pratik bunu da değerlendirmek gerek.

Şekilsel açıdan bakıldığında başarısızlık kelimesinin iki kere ABD başkanı seçilebilmiş bir kişi ile özdeşleştirilmesi ne kadar çelişkili görünse de dünyanın yaşadığı son beş altı seneye baktığımızda içten içe bunun “gediğine oturtulmuş bir taş” olduğu konusunda kaç kişinin itirazı olabilir ki?

Belki de şu varsayım üzerine kurulacak bir binanın yıkılması olası değildir: Belli bir minimum düzey korunduğu sürece bu tür “cilveler” olgunun daha da gelişmesi için faydalı olacaktır.

ABD yönetimi, failure kelimesi ile başkanın web sitesinin ilişkilendirilmesine bir müdahalede bulunmayarak bunun güzel bir örneğini gösteriyor. Çünkü bu tür müdahaleler bünyenin bağışıklık sistemini güçlendirmesini geciktirmekten başka bir işe yaramıyor.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (08 10 2005)

Pazartesi, Ekim 03, 2005

BİLGİ ve ÖZGÜRLÜK


Eylül ayında Los Angeles’ta yapılan ve Microsoft’un en önemli etkinliklerinden birisi olan profesyonel yazılımcılara yönelik konferansta Bill Gates’le yapılan bir röportajda Gates, Google ile Microsoft arasındaki temel vizyon farkını şöyle açıklamış:

Google; dünyanın bilgisini organize edeceklerini söylüyor; Microsoft ise insanlara dünyanın bilgisini organize edecek araçları sunacaklarının sözünü veriyor.

Hangisi size daha yakın geliyor? Bir şirket sizin için bilgiyi organize edeceğini ve sizin kullanımınıza sunacağını söylerken, diğeri size bunu yapacak araçları vereceklerini, ancak o araçlarla bilgiyi ne şekilde organize edeceğinizin size kalmış olduğunu söylüyor.

Dünyalar kadar bilginin önünde duran bizler için doğru yol hangisi? Gerçekten de araçları alıp dilediğimizi yapmak mı kendimizi daha özgür hissettirecek, yoksa böyle bir yola girmenin modası geçeli yüzyıllar mı oldu (bugün kaç kişi malzeme alıp her gün kendi ekmeğini kendisi yapıyor?).

Sanal dünyanın müdavimlerinin önüne araçları koyup, al bunları kullanarak bilgi okyanusunda ne yapmak istiyorsan onları yap demek; onların o okyanusta boğulmadan nasıl hayatta kalacaklarına tam bir çözüm olmuyor. Bilginin hacmi o kadar büyük ki bugün bile artık pek çok kimse Google’ın ilk sayfasında gelen arama sonuçları ne ise ona güvenerek aradığına ulaşmayı tercih ediyor.

Bir başka deyişle, Microsoft’un daha liberal ancak daha meşakkatli görünen yolu bilginin hacmi ile ters orantılı bir başarı potansiyeline sahip gibi görünüyor bana. Bilgi (veri) yığınının ucu bucağı görünse belki de bireylerin onu ne şekilde ele alacağı, işleyeceği, ondan faydalı bilgi üreteceği süreçlerinde hazır çözümler yerine araçlar kullanmak bir anlam ifade edebilir.

Ancak verinin bugünkü boyutuna bile bakınca içimden geçmiş ola demek geliyor.

Elbette bu tür sözler zaman içinde “ince ayar” kapsamında yüzseksen derece ters istikamete dönebiliyor. Yarın belki de yukarıda kısaca alıntısını yaptığım bakış açısı farkı ortadan kalkacak ve iki firma da ortada bir yerlerde buluşacaklar.

Konu araç mı hap çözüm mü noktasına gelince, belki de bir adım geri çekilip, metod ne olursa olsun bu dünyanın ne gibi tehlikeleri var sorusunu irdelemek gerek. Şöyle ki;

• Internette yaptığınız arama sonucunda bulduğunuz verinin doğru olduğuna nasıl güveneceksiniz?

• Kendinize ait bilgileri, verileri yetkisiz erişimlerden nasıl koruyacaksınız?

• Hangi bilgi ya da verilerin herkes tarafından bilinmesinde sorun olmayacağını, masum gibi görünen hangi verilerinizin size nasıl zarar verebileceğini nereden bileceksiniz?

• Sahip olduğunuz bilgi ya da verilerin hangi koşullarda ne kadar değerli olduğunu nasıl bileceksiniz?

• Kullandığınız yazılım teknolojilerinin, siz farkında bile olmadan, size ait verileri bir yerlere aktarmadığından nasıl emin olacaksınız?

Bu sorular çoğaltılabilir. Ama ben bu tür soruları düşündükçe aklıma ilk gelen risk şudur: Bireyler, firmalar, organizasyonlar sahip oldukları bilginin (hadi daha “janjanlı” bir ifade kullanayım; “entellektüel birikimin”) değerini gerçekten biliyorlar mı? Bilginin değerinin izafi olduğunu görebiliyorlar mı? Belli koşullarda paha biçilmez olan bir bilginin başka koşullarda hiçbir işe yaramayacağını algılayabilmişler mi? Buradan yola çıkarak bilginin kendilerine hangi koşullarda ne anlam ifade ettiği kadar başkalarına hangi koşullarda nasıl bir anlam ifade edebileceğini düşünüyorlar mı?

Peki şimdi de konuya şu açıdan bakalım: Daha ziyade doğu kültürlerinde yer alan “herşeyin bir ve tek” olduğu kavramı ile yukarıdaki türden bir parçalanmanın getirmekte olduğu “her bir kişi, her bir organizasyon, her bir parça” kavramından hangisi doğru? Daha ziyade hangisi daha iyi?

Bir miyiz; milyarlarca mıyız? Tek ve eşsiz miyiz; hepimiz aynı mıyız? Özgürlük dediğimiz şey bizi biz olmaktan ötelere götüren karanlık bir araç haline mi dönüştürülüyor; yoksa “özgürlük onu arayabilmektir” demeye devam etmemizi sağlayacak bir imkan olarak yerinde durmaya devam mı edecek?

Bilgi olgusuna değer vermeden bilgi çağı yakalanabilir mi?

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (01 10 2005)