facebook etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
facebook etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Mart 15, 2011

MISIR DENEYİMİ ve AÇIK TOPLUM

Odaklanılması gereken sorun internetin ya da sanal dünyanın kontrol altına alınması değildir. Daha ziyade sorunun temelinde dünya kültürünün “açık toplum” olgusunu idrak etmesiyle ilgilidir.

İnsan hiçbir şeyin televizyondan göründüğü gibi olmadığı realitesini en kolay bir futbol maçını stadyumdan seyrettiğinde anlıyor. Tunus’ta başlayan halk isyanı geçtiğimiz haftalarda Mısır’a sıçradı ve iki hafta boyunca yoğun bir şekilde yaşandı. Daha önce birinci Körfez Krizi ile deneyimlediğimiz “yerinden canlı” izleme imkanını bu kez El-Cezire TV sağladı. Neredeyse 24 saat Tahrir Meydanı’ndan canlı yayın yapıldı.

Mısır’da olayların başlamasıyla birlikte internet ve cep telefonu ağları da devlet marifetiyle ülke genelinde kapatıldı. Özellikle internet erişiminin kapatılması sadece organize olan insanların birbiri ile iletişimini koparmadı aynı zamanda Mısır’da neler olduğunu sosyal medya siteleri aracılığıyla tüm dünyaya ulaştırma imkanı da kısıtlanmış oldu.

Tüm dünyada Mısır’ı yakından takip edenler derhal karşı atağa geçti. Uluslararası veri hat numaraları tahsis edildi. Facebook ve Twitter’dan veri akışının devam etmesi için mücadele edildi.

Tıpkı web 1.0’ın tek yönlü dünyasıyla web 2.0’ın etkileşimli dünyası arasındaki fark gibi devletlerin ve hükümetlerin de internete ve sanal dünyaya karşı bakışında da farklılıklar olduğunu tespit etmek zor değil.

Henüz birinci kademede olan karşıt görüş, örneği yukarıda olduğu üzere, internete erişimi toptan kapatarak sorunu çözebileceğine inanıyor. Bu tutum belki önemli ölçüde başarılı oluyor ama yine de (giderek) yüzde yüz sonuç verdiğini söylemek mümkün değil. Örneğin bilgi Mısır topraklarından dışarıya sızmasını bildi.

İkinci kademedeki bakış açısında ise karşıt görüş, interneti kendi söylemi için de bulunmaz bir araç olarak görmeyi keşfetmiştir. Örneğin Facebook ya da Twitter’daki isyancıları tespit et, kimliklerini belirle, sonra da bu kişileri tutukla! Mısır’da bunların da yapıldığı raporlanmış durumda.

Yeniliklere karşı ayak direten yönetimlerin, “tedbir almak” söz konusu olduğundan ışık hızında ilerlemekten geri kalmadığının bir başka güzel örneği! Bu tür yaklaşımlar sadece Mısır gibi gelişmekte olan ülkelerle sınırlı değil. Örneklerini dünyanın her yerinde tespit etmek mümkün.

Yakın zamana dek internet denildiğinde en popüler konulardan birisi konuşma özgürlüğü idi ancak son birkaç yıldır “internet nasıl kontrol altına alınabilir” konusu daha ilgi çeker hale gelmekte. Bu sadece devletler ya da hükümetler düzeyinde stratejik bağlamda irdelenmiyor. Doğal olarak bilinçli bir ebeveyn için de geçerli bir konu. Onlar için de sorun çocuklarını zararlı içerikten ne şekilde koruyabilecekleri mesela.

Tabii sorunu yanlış tanımlarsak çözümü de Nasreddin Hoca’nın kaybettiği anahtarını daha aydınlık diye sokakta araması gibi, farklı yerlerde arayacağız ve hatalı sonuçlar üreteceğiz. Odaklanılması gereken sorun internetin ya da sanal dünyanın kontrol altına alınması değildir. Daha ziyade sorunun temelinde dünya kültürünün “açık toplum” olgusunu idrak etmesiyle ilgilidir. Eğer dünya açık bir toplum olabilirse dijital kültürün de beraberinde getirdiği bu tortular birer sorun olmaktan çıkacaktır.

Toplumsal sorunlar, mühendislik çözümlerle giderilebilir olsaydı sanırım sosyal bilimlere de gerek kalmazdı. Internetin, hazır olsun olmasın, her topluma nüfuz etmesi, toplumun acı tatlı onu deneyimlererek tecrübe kazanması, belki de açık topluma ulaşma metodunun ta kendisidir!
Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1247) - Ooof Off Line Köşesi - 11 02 2011

Cuma, Aralık 31, 2010

2011’DEN BEŞ TEMEL DİLEK

Türkiye bugüne dek dijital kültürden kendine düşen pay olarak “eğlence”yi seçmiş görünüyor. Dün bilgisayarların evlere girmesi, oyun oynamak içindi. Bugün de internetin evlere girmesini benzer amaçlar sağlıyor. Bunu değiştirmek ve bilinçli birer dijital vatandaş olmak ise tahmin edilenden çok daha kolay!

Yeni bir yıla giriyoruz. Teknolojinin yayılma hızı sürat kaybetmeden devam ediyor. Altı çizilmesi gereken şey teknolojik yenilikler olmamalı (çünkü bu tür yenilikler her devirde vardı; var olmaya da devam edecek). Daha ziyade iki farklı hususa dikkat çekmeli: Teknolojik yeniliklerin ulaştığı kitlelerin büyüklüğü ve ulaşma hızı!

Her ülke, kültür ya da birey bu dönüşümden kendine düşeni alıyor. Kendine düşen payın boyutlarını ve içeriğini ise (genel kanının aksine) kendisi belirliyor.

Türkiye bugüne dek dijital kültürden kendine düşen pay olarak “eğlence”yi seçmiş görünüyor. Dün bilgisayarların evlere girmesi, oyun oynamak içindi. Bugün de internetin evlere girmesini benzer amaçlar sağlıyor.

Neden? Çünkü bilgi iletişim teknolojilerini kullanarak neler yapabileceğimiz konusunda araştırmacı bir kimliğe sahip değiliz. Neden? Çünkü eğitim sürecinden geçerken “araştırmacı” olmaması için öğrencilere her türlü “kolaylığı” sağlıyoruz. Yaş iken eğilen ağaçların ilerleyen yaşlarında “düzelmesi” kolay olmuyor.

O halde 2011’den neler bekleyebiliriz? Öyle bulutların üstünde dolaşmak yerine en temel konuların altını çizmenin yararlı olacağını düşünüyorum. 2011’de ülkemizdeki internet kullanıcıları arasında yaygın bir şekilde aşağıdaki şeyleri yapabiliyor hale gelmek muhteşem bir işi başarmak olacaktır :

E-Postayı, arkadaşlardan gelen fıkra ya da karikatürleri arkadaşlara yönlendirmek yerine gündelik yaşamımıza katkı sağlayacak amaçlar için kullanabilmek (ör. seçim bölgesindeki milletvekilleri ya da yerel yöneticiler ile iletişim kurup, bölgesel sorunları dile getirmek)

Dijital medyayı daha yakından takip etmek! Kalitesiz içeriği eleştiren, kaliteli içeriği taktir eden, yazar ile direkt iletişim kuran, web sitelerindeki okur yorumları kısmına aktif katılan ancak “nefret söylemini” terk eden bilinçli medya okuru olabilmek.

• İlgi alanlarına, hobilere, yerel konulara duyarlılık gösteren ve bunlarla ilgili devamlı yazışma gruplarına üye olan, yoksa bu tür grupları kurmada başı çeken, bu gruplarda aktif katılımcı olan birer dijital vatandaş olmak.

Ebeveyn ya da öğretmen olarak evdeki çocuklarla ya da sınıftaki öğrencilerle, onların dijital diliyle iletişim kurabilecek kadar bilgisayar ve interner okur yazarı olmak; bu konudaki bilgi açığını kapatmak üzere eğitim almak; buna şahsen gereksinimimiz yoksa, en yakınımızda bu tür eksiği olan bir ebeveyn ya da öğretmen dostumuzun açığını kapatması için onu motive etmek.

Facebook, Twitter gibi sosyal ağların sadece birer eğlence ya da yozlaşma merkezi olmadığını görecek seviyede deneyimlemek; bu ortamların gündelik hayata ne tür olumlu katkılar sağladığını şahsen tecrübe etmek ve deneyimleri yakın çevre ile paylaşmak.

Bu beş temel madde birey olarak dijital okur yazarlığımızı artırdığı ölçüde toplumsal anlamda da “olumlu” bir dijital dönüşümü yaşamamızı mümkün kılacaktır. Dijital teknolojileri aktif ve olumlu anlamda kullandıkça “kötü” olanın bunlar değil, bunları kullanan niyeti kötü kişiler olduğunu daha iyi idrak edebileceğiz.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1241) - Ooof Off Line Köşesi - 31 12 2010

Çarşamba, Kasım 24, 2010

ASOSYALLERİN KURDUĞU SOSYAL AĞ

Görülen o ki Facebook dijital dünyanın yerlileri olan Y-kuşağının yaşama bakış açılarına en uygun sosyalleşme ortamı. Evet yüzyüze gelseler iki kelime edemeyecek olanların karşı cinsle iletişim kurabilme fırsatı.

500 milyon nüfusu var. Piyasa değeri ise 25 milyar dolar düzeyinde. Facebook’tan bahsediyorum. Açıkçası böyle bir başarının kuruluş süreciyle ilgili film yapıldığını duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Facebook fikrinin nasıl doğduğunu, nasıl gelişip bugünkü haline geldiğini herkes öğrenmiş olacaktı. Hem de birinci elden kaynaklara dayanarak.

Ancak ortaya bambaşka bir tablo çıktı. Çalınan fikirler, kurucu ortaklar arasındaki kavgalar, ipiyle kuyuya inilmeyecek kişiler vb. Tüm bunlar bir yana Facebook fikrinin ötesinde yatan motivasyonun amiyane tabirle “kız tavlamak” olması.

Bir yanda Facebook’un kurumsal olarak, filmi ve filmin baz aldığı kitabı “kurgu” olarak nitelemesi ve gerçeği yansıtmadığını açıklaması. Öte yanda ise filmin takip edebildiğim kadarıyla ne ABD’de ne de Türkiye’de kamuoyunun ilgisini fazla çekmemesi.

500 milyon kişinin her gün internete girme nedeni olan, milyarlarca dolarlık müthiş bir fenomen ve filmin kamuoyunda ilgi görmemesi. Düşündürücü değil mi sizce de?

Filmin senaryosunun dayandırıldığı kitap, Facebook’un iki kurucu ortağından birisinin bilgilerini baz alıyor. O kişi ki yolun daha başındayken diğer ortak ve stratejik yatırımcılarla görüş ayrılığına düşüyor, hukuki bir süreç başlatıyor ve (filmin sonunda öğrendiğimiz kadarıyla) miktarı açıklanmayan bir parayı kabul ederek mahkemeye gitmekten vazgeçiyor.

Keza fikrin kendilerine ait olduğunu savunan, iyi aile çocuğu ikiz kardeşler de benzer şekilde yasal bir süreci başlatıyor ve 90 milyon doları kabul ederek dava açmaktan vazgeçiyor.

Tüm bu karmaşanın içinde ışıl ışıl parlayan bir figür var ortada. Sıradışı olan ve zaman zaman bunun cezasını da çeken Mark Zuckerberg. Tüm bu yasal süreçte davalı durumunda olan Facebook’un diğer kurucusu (halen de şirketin tepe yöneticisi). Zuckerberg gece gündüz Facebook’u geliştirmek üzere yaşıyor. Sonradan yolları ayrılan diğer ortak site biraz palazlandığında reklam bulma sevdasına kapılmışken, o buna şiddetle karşı çıkıyor ve siteyi daha da genişletmek, milyonlarca kişinin uğrak yeri olmasını sağlamak üzere harıl harıl çalışıyor.

İlk milyonuncu üye siteye dahil olduğunda yeni kurulmuş şirket çılgın ev partilerinde eğlenirken Zuckerberg ofiste bilgisayarının başında çalışmaya devam ediyor.

Görülen o ki Facebook dijital dünyanın yerlileri olan Y-kuşağının yaşama bakış açılarına en uygun sosyalleşme ortamı. Evet yüzyüze gelseler iki kelime edemeyecek olanların karşı cinsle iletişim kurabilme fırsatı. Evet birbirlerini “dürterek”, çıktıkları bir sevgileri olduğunu kendi Facebook sayfalarında yer alan statü bilgisinde açıklayarak sosyalleşiyorlar. Evet hayatlarında bir çiftliğe adım atmamış olmakla birlikte Facebook’taki oyun imkanlarını kullanarak sanal ortamda tarla ekmekten, sebze yetiştirmekten, hayvan beslemekten hoşlanıyorlar.

Burada ilginç bir ikilem var. Facebook bir sosyal ağ ama onu meydana getirenler sosyal insanlar değil. Bu husus bile bugün yaşı yirmibeşin üstünde olan dijital göçmenler ile yirmibeşin altında olan dijital yerliler arasındaki yorum farkını göstermesi açısından düşündürücü.

Onca dijital göçmen yatırımcının Facebook resminin içine girmesine rağmen, şirket yönetimindeki varlığını hala sürdüren dijital yerli Zuckerberg’in bu “inadı” ise ilginç sonuçlara gebe gibi görünüyor.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1235) - Ooof Off Line Köşesi - 19 11 2010


Perşembe, Kasım 04, 2010

OLDUKÇA SOSYAL BİR ÜLKE OLMALIYIZ

Facebook’ta dünya dördüncüsüyüz. Dünya bizi sosyal bir toplum olarak yorumlarken, biz kendimizi nasıl yorumluyoruz? Bu yorumların yanısıra bilimsel araştırmalar yapıp da ortaya bilimsel tezler atabilmiş miyiz? Yoksa meydan başkalarına mı kalmış?

New York’taki bir konferansta Türk gazetecilerle de görüşen Facebook’un teknoloji başkanı Bret Taylor, Türkiye’nin ABD, İngiltere ve Endonezya’dan sonra dünyada en çok Facebook kullanıcısı olan dördüncü ülke olmasıyla ilgili yaptığı yorum bu : “Oldukça sosyal bir ülke olmalısınız!”

Taylor’un verilerine göre toplam 500 milyonun üstünde üyesi olan Facebook’ta 22 milyon 600 bin Türk üye var. Bir başka deyişle ülkemiz nüfusunun neredeyse %30’u Facebook’a üye.

Taylor Endonezya’nın durumunu, Endonezyalı gazetecilerle görüşüp onlara da “oldukça sosyal bir ülke” olup olmadıklarını sormuş mu bilmiyorum. Ancak benim dikkatimi bu haberi internette yayınlayan sitelere bizim Türklerden gelen yorumlar çekti. Bazı örnekler:

“Sokakta bir arkadaşı yokken face’de bin sözde arkadaşı olan bir çöpçatan sitesi”

“Sokakta arkadaşını tanımamazlıktan gelen, ikili cinsiyet ilişkilerinden çekinenlerin, söyleyecek sözü olmayan insanların üye olduğu bir site işte”

“Sahte ve geçici dostluklara bile muhtaç olduğumuzun göstergesi”

“Facebook kullanım oranı bir milletin aczini, boşluğunu, antisosyalliğini, baskı altında olduğunu, kaytarmacı olduğunu ve sevgisizliği gösterir, övünülecek bir şey değil”

“Türkiye ve Endonezya... Bastırılmış toplumlar”

“Bir ülkenin neden gelişmediğinin en büyük göstergesi”

“Ne sosyalliği millet işsizlikten bu sitede vakit harcıyor. İşsizlikte ülke kaçıncı sırada bi bakın anlarsınız”

“Sosyal olma özelliğimizden değil arkadaş, paramız yok maalesef beleş eğlence işte bir de kapalı toplumuz bir kıza söyleyemeyeceğimiz şeyleri facebooktan söylüyoruz”

Görünen o ki Taylor’ın verileri ve yorumu facebook kullanıcıları açısından bambaşka bir anlam ifade ediyor. Hatta işi iyice ilerletip, bir kişinin özellikle “kız tavlamak” için birden çok hesap açtığı da belirtilerek aslında 22 milyon 600 binlik üye sayısının 22 milyon 600 bin Türk’e karşılık gelemeyeceğini iddia eden de var.

Facebook gibi sosyal ağların belli bir açığı kapatmaya hizmet ettiği tartışılmaz bir gerçek. Bundan dolayı bu tür siteleri eleştirmek sorunu ıska geçmek anlamına gelecektir. Daha ziyade bir toplumun üyelerinin bu tür bir siteyi (Facebook ya da benzeri başka siteleri) ne amaçla kullandığını, ne kadar süre ile kullandığını, hayatlarında ne tür bir açığı kapattığını tespit etme gibi içinde yaşadığımız toplumu daha iyi anlamamızı sağlayacak hususlara odaklanılması gerekir. Bu açıdan irdelendiğinde bu siteler üniversitelerimizin sosyoloji dallarının üzerine profesyonelce eğilmesi gereken doğal birer araştırma alanıdır.

Toplumumuzu daha iyi anlamak için sosyoloji bölümleri bu bol ve bedava veriden istifade ediyor mu bilemiyorum ama ortada toplum hakkında ahkam kesme konusunda uzmanlaşmış pek çok sözde sosyologun olduğu kesin. Kendilerini her gün medyada izliyor, toplumu nasıl tanımladıklarını, onu nasıl manipüle ettiklerini ve kendi tezlerini doğrulamak için toplum üzerinde nasıl kalıcı hasar oluşturduklarını görüyoruz. Açık (ya da özgür) bir toplumda kabahatin sadece suistimal edicilere ya da beceriksizlere tahvil edilmesi ne kadar sağlıklı?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1230) - Ooof Off Line Köşesi - 15 10 2010

Salı, Temmuz 27, 2010

ERKEK GOOGLE, DİŞİ FACEBOOK

Google ne aradığını bilen bireylerin bu arayışlarına bir çözüm üretmek üzere orada. Adeta erkek müşterilerin alış veriş yapma modeline benziyor. Al ve çık. Facebook gibi sosyal ağ siteleri ise daha ziyade kadın müşterilerin modeline.

Son on beş yılda arama motorları dünyası iki önemli aşamadan geçti. Internetin tüm dünyaya açılmasından sonra arama motoru rekabetinde rakiplerini geride bırakarak ilk büyük savaşı kazanan Yahoo olmuştu. Ta ki Google gelene dek.

Google ikinci aşamanın (sürpriz) büyük galibidir. Zaman içinde ilgi alanını arama motoru dünyasından ötelere çevirmiş olup bugün pek çok alanda hizmet vermektedir (Youtube’dan Google Earth’e, Gmail’den Blogspot’a dek).

Ancak Mayıs ayında yayınlanan İngiltere kaynaklı bir istatistik savaşın üçüncü aşamasının sinyallerini mi veriyor diye merak uyandırdı. Bu istatistiğe göre İngiltere’de Mayıs 2010’da ilk defa sosyal ağ sitelerine erişenlerin oranı (% 11, 88) arama motorlarına erişenlerin oranını (%11,33) geçmiş durumda (Kaynak: Web analiz şirketi Hitwise).

Sosyal ağlar deyince İngiltere’de de ilk akla gelen site Facebook. Facebook’un popülerlik oranı %55 düzeyinde. En yakın takipçisi olan Youtube’a fark atmış durumda (% 16,47).

Her ne kadar Youtube, Google’un bir şirketi olsa da popülerlik açısından Facebook gibi sitelerin Google’u geride bırakmasının çok ciddi finansal sonuçları da söz konusu olacaktır. Farklı kategorilerde olmakla birlikte her ikisi de pek çok internet gezgini için çeşitli web sitelerine erişmede sıçrama tahtası olarak görev yapmakta. Hal böyle olunca da çok ciddi anlamda reklam imkanı bu tür sitelerde toplanmış durumda.

Facebook ya da Google gibi bir site ana durak ise buradan erişilen diğer siteler tali durak durumunda kalmaktalar. Ana durağın çektiği trafiğin tali durakların neredeyse toplamı kadar olacağından reklam gibi imkanların ana durak statüsündeki bu sitelerde yoğunlaşması tesadüf olmasa gerek.

Böyle bir savaş olacaksa Google gibi bir sitenin bundan kazançlı çıkıp çıkamayacağı ciddi bir soru olarak gündeme gelecektir. Sonuç olarak Google ne aradığını bilen bireylerin bu arayışlarına bir çözüm üretmek üzere orada. Daha ziyade bir erkek müşterinin alış veriş yapma modeline benzetilebilir. (Mağazaya girer, alacağı kategorideki mallara bakar, gözüyle seçer, çok nadir olarak deneme kabinini kullanır, alır ya da almaz ve mağazadan ayrılır).

Facebook türü sosyal ağ ortamları ise belli bir şey aramaktan ziyade zaman geçirme odaklı bireylerin gelip “takıldığı” bir ortamdır. Bu ruh halindeki bir kişinin zihninde belli bir amaca ulaşma, belli bir şey yapma zorunluluğu yoktur. Daha ziyade zamanını kaliteli geçirme arzusu söz konusudur ve “tekliflere açıktır”.

Dolayısıyla duvarına eklenmiş bir video, bir arkadaşının bir fotoğrafa yaptığı kısa bir yorum, o an için kullanıcıyı hiç aklında olmayan yerlere götürebilir. Bu da nispeten kadın müşterilerin alış veriş yapma modeline benzetilebilir. (Bir şeyler almak kadar, arama sürecinin kendisi de bir amaçtır ve herhangi bir şeyle sınırlandırılmak istemez).

Belki de bu bakış açıları zaman içinde dijital ortama ciddi anlamda yön verecektir. ABD merkezli bir başka istatistiğe göre Amerika’da genç kadınların sabah kalktıklarında ilk yaptıkları şeyler listesinde Facebook’a girmek de yer alıyor.

Şöyle bir düşünelim: Sabah otobüse/metroya binmiş işine ya da okuluna gitmekte olan bir kişi aklında bir şey yoksa cep telefonundan internete girecek bir sebebi yoktur. Ama aynı kişinin Facebook’a girip ne var ne yok diye bir bakması için bir nedeni olmasına da gerek yoktur!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1218) - Ooof Off Line Köşesi - 23 07 2010

AĞIN ŞEKLİ ÖNEMLİDİR

Önemli olan sosyal ağ değil, ağı oluşturan bağlantıların şeklidir. Tıpkı kömür ile elmas arasındaki fark gibi. Her ikisi de karbondan oluşur ancak mikroskop altında incelendiğinde aralarındaki farkın karbon atomlarının birbiri ile bağlantı şeklinde olduğu görülür.

Sosyal ağlar sadece dijital kültürle ilgili bir olgu değil. İnsan topluluğunun olduğu her yerde bir sosyal ağ var. Öte yandan bireylerin birbiri ile etkileşimi sonucunda ortaya çıkan sosyal ağlar, teknolojik imkanlar sayesinde farklı bir boyuta da taşınabiliyor: Artık sosyal ağlar detaylı olarak incelenebiliyor.

Facebook gibi bir sosyal ağı incelediğinizde sadece bireylerin kendileri hakkında paylaşmış olduğu özel bilgilere erişmiyorsunuz. Buna ek olarak bireylerin kurmuş olduğu ilişki ağları hakkında da bilgi sahibi olma imkanı var. Örneğin bir kişinin düzinelerce arkadaşı olup bunlar arasında bir iletişim söz konusu değilken bir başka kişinin nispeten daha az arkadaşı olmakla birlikte bu arkadaşlar da kendi aralarında arkadaşlık ilişkisi kurmuş olabiliyor.

Bu tür ilişkilerin irdelenmesi sonucunda önemli bilgiler de elde edilmiş. Bunlardan bir tanesi de sosyal ağın özelliklerinin bireyi de etkilemesi. Arkadaşlık bağı kurduğunuz bireyler çoğunlukla kilolu kişilerden oluşuyorsa bu durumda siz de zaman içinde kilo almaya başlayabilirsiniz. Benzer bir şekilde arkadaşlık bağı kurduğunuz bireylerin çoğunluğu belli bir konuda sosyal sorumluluk projelerinde aktif olarak yer alıyorsa siz de bu tür projeler için zaman ayırır hale gelebilirsiniz.

Kişisel gelişim eğitimlerinde de bu tür eğilimler hakkında katılımcılara pratik çalışmalar yaptırılmakta. Örneğin önceden bilgilendirilmiş bir kişi bir grup katılımcıyla bir konuşma seansı yapar ve sürekli olarak olumsuz şeylerden bahseder. Konudan habersiz diğer bireyler kısa bir süre sonra aynı ya da başka konularda olumsuz düşüncelerini dile getirmeye başlar. Bir süre sonra yönlendirilmiş kişi bu kez sürekli olumlu konuşmaya başlar. Kısa süre içinde grup bu kez olumlu konuları gündeme getirir.

Bunun pratik hayatımıza uygulaması çoğunlukla güne başladığımız ilk saatlerde gözlenebilir. Eğer güne haberleri izlerek, dinleyerek ya da okuyarak başlıyorsanız, haber başlıklarının (çoğunlukla olumsuz olan) içeriği sizi o (olumsuz) yöne doğru çekecektir.

Önemli olan sosyal ağ değil, ağı oluşturan bağlantıların şeklidir. Tıpkı kömür ile elmas arasındaki fark gibi. Her ikisi de karbondan oluşur ancak mikroskop altında incelendiğinde aralarındaki farkın karbon atomlarının birbiri ile bağlantı şeklinde olduğu görülür.

Bir Japon olan Masaru Emoto bu konuda uzun yıllardır eşsiz çalışmalar yapmakta. Tıpkı öteki herşey gibi suyun da diğer nesnelerinin (mesela bir kişinin düşüncelerinin, duygularının) yaydığı titreşimlerden etkilenebileceğini ispatlamış durumda. Aynı kaynaktan alınan suyun bir kısmı ile “olumlu olarak konuşup” daha sonra dondurduğunda oluşan buz kristallerinin mükemmel şekiller oluşturduğunu tespit etmiş (fotoğrafını çekmiş). Alınan su örneğinin bu tür bir etkileşime maruz kalmayan kısmı ise sıradan bir görüntü çizmekte.

Olumlu düşünmek, olumlu konuşmak ve olumlu ortamlarda bulunmak bu nedenle bireyi olumlu etkileyecektir. Gündelik yaşamında birey bulunduğu ortamları kontrol edememekte ve zorunlu olarak dahil olmak zorunda kaldığı ortamlardan (örneğin gergin bir iş toplantısından) ister istemez olumsuz olarak etkilenebilmekte.

Ancak dijital ortamda birey hangi ortama gireceğini kendisi seçebilir. Dahil olduğunuz dijital sosyal ağlar sizin bu türden olumlu ilişkiler kurmanıza imkan vermiyorsa, olumlu enerji ile dolmanızı sağlamıyorsa, o ağlarda zaman harcamamak en doğrusudur.

Tabii bireysel hedefleriniz yoksa bu yaklaşım bir kaçış olarak yorumlanabilir; çevreniz sizi duyarsızlıkla suçlayabilir. Onlara üreteceğiniz sonuçlarla cevap vereceksiniz.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1213) - Ooof Off Line Köşesi - 18 06 2010

Çarşamba, Şubat 24, 2010

SANAL İNTİHAR MAKİNESİ

Sosyal medya kavramı henüz daha “kara geçmeden” kendi kendini yok etme imkanını da kendi bünyesinden çıkarmış durumda. Bu denli güçlü bir özeleştiri sanırım web 2.0’ın postmodern bir evreye geçtiğinin de önemli bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Geçtiğimiz günlerde gazetelere yansıyan bir habere göre facebook gibi sosyal medya ortamlarının kullanılma nedenlerinden birisi de boşanmak isteyen kişilerin eşleri aleyhinde kullanmak üzere delil toplamasıymış.

Hal böyle olunca aslında hiç de bu amaca hizmet etmek üzere yola çıkmamış olan bir web sitesinin popülaritesinin de artması şaşırtıcı gelmemeli. http://suicidemachine.org/ isimli bu web sitesi, kişinin facebook, myspace, linkedin, twitter gibi popüler sosyal medya sitelerindeki tüm içeriklerini silme imkanı sağlamakta.

Kişi bu ücretsiz hizmeti kullanarak bu web sitelerinde daha önce oluşturmuş olduğu tüm mesajlaşmaların, tüm yorumların, edinmiş olduğu tüm sanal arkadaşlarıyla olan bağlantılarının, bu sitelere yüklemiş olduğu tüm resimlerin, videoların sanal dünyadan bir daha geri gelmemek kaydıyla silinmesini sağlayabilmekte. Zaten o nedenle de sitenin adı “intihar makinesi”.

Aslında bu “makine”nin yaptığı işi kişi kendi başına da yapabilir. Ancak web sitesinin girişinde yer alan bir göstergeye göre, kendi başına on saatte yapılacak bir temizleme işlemi bu web sitesi sayesinde bir saate yakın bir sürede tamamlanabilmekte. Tabii eğer o sırada makineyi kullanan sanal intiharcıların sayısında bir yoğunluk söz konusu ise biraz beklemek bu süreye dahil değil.

Bu web sitesinden haberdar olduğumda aklıma ilk gelen soru, sanal kimliği komple temizlemek yerine belli bir tarih kriterine göre kısmi temizlik yapma imkanını sunup sunmadığıydı. Gördüğüm kadarıyla böyle bir durum söz konusu değil. Yani şu tarihten sonraki sanal yaşamımı temizle ama ondan önceki dönem (temiz olduğu için) kalsın diyemiyorsunuz. Belki web sitesi gelecek günlerde bu kriteri de dikkate alır.

Şu an görülen o ki site daha fazla web sitesini de bu intihar sürecine dahil etmek üzere çalışmalarını sürdürüyor. Şimdilik yukarıda da belirtildiği üzere sadece dört tane popüler web 2.0 sitesi için hizmet verebilmekteler. Yine de özellikle facebook ya da twitter’daki içerikleri silme imkanı pek çok birey için yeterince faydalı olacaktır.

Web 2.0 imkanlarıyla birlikte ortaya çıkan sosyal medya kavramı daha bir kaç sene geçmeden, iş adamları “Bu ortamları nasıl kara çeviririz?” sorusuna cevap bulamadan, kendi kendini yok etme imkanını da kendi bünyesinden çıkarmış durumda. Bu denli güçlü bir özeleştiri sanırım web 2.0’ın postmodern bir evreye geçtiğinin de önemli bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

Matematiğin getirdiği basitlik ve cazibe nedeniyle “Web 3.0 olacak mı? Olacaksa nasıl olacak? İçi neyle dolacak?” gibi sorulara henüz uygulamada bir cevap üretilememiş olsa da web 2.0 belki de kendi sonunun nasıl olacağını bu tür sanal intihar makineleri sayesinde kendisi belirlemiş durumda.

Yarın eğer dişe dokunur bir web 3.0 çıkar da web 2.0 ve onun getirdiği rüzgarla ortaya çıkan sosyal medya siteleri birer “hayalet şehir” haline gelmeye başlarsa, bireylerin kendilerini bu nahoş ortamın bir parçası olmaktan nasıl kurtaracakları daha bugünden ellerinin altında hazır beklemekte.

Belki de şimdiden “son tweet”inize ne yazacağınızı düşünmekte fayda var!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1196) - Ooof Off Line Köşesi - 19 02 2010

Pazartesi, Haziran 29, 2009

NİDA İÇİN AĞIT!


Dijital dünyaya sansür uygulanamaz! Bunu yapabileceğini sananlar ancak kafalarını kuma sokmuş olurlar.


“Benim sarı gülüm için, gözyaşı dökmeyecek misin?”(*)

1989’da Çin’de Tiananmen Meydanı’nda yapılan gösteriler dünyaya çekilen faks mesajlarıyla duyurulmuştu. Yirmi yıl sonra faks cihazları yavaş yavaş tarihe karışırken yerini teknolojinin son harikası internet aldı. İran’da son yapılan seçimler sonucunda ortaya çıkan tablo dünyaya internet üzerinden iletiliyor.

İranlı protestocular Twitter üzerinden anlık haberleşme ve organizasyon mesajları gönderiyor. Facebook üzerinden organize oluyorlar. Çekilen fotoğraflar Flickr sitesinde videolar ise Youtube’da yayınlanıyor (hani şu birimiz dışında diğerlerimizin erişimine yasak olan web sitesi).

Özellikle Twitter üzerinden yapılan haberleşme o denli kritik bir hal aldı ki ABD Dışişleri Bakanlığı bir kaç gün önce firmadan Twitter’ı bakım için birkaç saatliğine hizmet dışı bırakma işlemini Tahran saatine göre gece yarısından sonraya gelecek şekilde organize etmesini talep etti.

Siyaset dünyası konvansiyonel dünyadan öğrenmiş oldukları deneyimi son hızla uygulanırken (örneğin yabancı medya mensubu kişiler İran’a ancak bir haftalık vize ile girebiliyor ve vizeleri sona erdiğinden ülkeden çıkmaya zorlanıyor) dijital dünyaya karşı aciz kalıyorlar.

Aslında şu gerçeği çok iyi biliyorlar; dijital dünyaya sansür uygulanamaz! Dijital dünyaya sansür uygulamak demek başını kuma sokmak anlamına gelir. Neden mi? Bakın ülkemizdeki youtube yasağına. Başbakanımız bile bu tür yasakların aslında kolaylıkla delinebildiğini kendisi beyan etti: “Ben girebiliyorum siz de girin” diye açıklama yaptı. Gerçekten de bugün çok basit bir işlemle her ne kadar fiziksel olarak Türkiye sınırları içinde bulunsanız da dijital anlamda başka bir toprak parçası üzerinden youtube’a erişiyormuş gibi yapabilir; youtube’a erişirsiniz.

Bu tıpkı herhangi bir ülkeye gitme yasağına rağmen o ülkeye gidebilme imkanına benzer. Türkiye’den çıkarken o yasaklı ülkeye değil de başka bir ülkeye gidersiniz. Böylece kapıda sizi kontrol eden görevliler sizin geçmenize izin verir. Sonra gittiğiniz o ülkeden yasaklanmış olan diğer ülkeye geçersiniz. İşiniz bitince de geri dönersiniz. Bugün de youtube’a direkt http://www.youtube.com/ adresi yazarak gidemeyen internet kullanıcıları başka bir tampon web sitesine gider, oradan http://www.youtube.com/ adresini yazarak siteye ulaşırlar.

Denilecektir ki yasalardaki tanımlar gereği bu tür yasakları koymak ne yazık ki mümkün. Pek de öyle olmadığı geçtiğimiz günlerde çıkan bir haberle doğrulandı. Mart ayında yapılan yerel seçimler öncesinde birileri Facebook sitesinde, CHP’nin İstanbul Belediye Başkan adayının terör örgütünün bir mensubu olduğunu ifade eden bir grup oluşturdu. Buna karşılık adayın avukatı dava açarak, ilgili yasa gereği o grubun ya da Facebook’un kapatılmasını talep etti. Mahkeme bu yönde karar aldı. Ancak Telekomunikasyon İletişim Başkanlığı mahkeme kararını ilgili yasaya göre uygulamayacağını beyan etti.

İlginç değil mi? Örneğin birisi Türkiye ile ilgisi dahi olmayan bir web sitesindeki bir habere okur görüşü beyan ediyor. Bu görüşte bir Türk vatandaşının kişilik haklarına saldırı olduğu gerekçesiyle açılan dava sonucu tüm web sitesi topyekun kapatılıyor. Ancak bir başka örnekte değil siteyi topyekun kapatmak, ilgili grup bile kapatılamıyor.

Demek ki bazıları daha eşit! Şimdi denilecektir ki temelde “yasaklamanın kendisi yasaklanmalıdır”. Elbette. Ancak iş politika olduğunda mesajların yorumlanması ne yazık ki farklı olabiliyor. Örneğin bir medya kuruluşu bir kişi ya da kurum hakkında bir haber yapıyor. O kişi ya da kurum haberi yalanmazsa bu durum bile kamuoyunun dikkatine sunularak şöyle dolaylı bir mesajın zihinlerde oluşması sağlanıyor: Yalanlamadı; demek ki doğru!

Oysa tam tersi olması gerekmez mi? Doğru olduğu ispat edilene dek yalandır! Farkında değiliz ama yargısız infazı hergün hepimiz birbirimize karşı yapıyoruz. Bunu medyadan öğrendik. Belki Roger Waters gibi duyarlı bir başka sanatçı çıkar da onun 1989’da Çin’de öldürülen “sarı gül” için yaktığı ağıt gibi bir ağıtı da İran’da öldürülen Nida için yakar.

(*) Roger Waters, “Watching TV” (Amused to Death albümünden)


Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 26 06 2009

Cuma, Mart 13, 2009

AMELE INTERNET


Bilmiyoruz ya her türlü kötülüğü yıkalım üstüne. Bu belki de kendimizdeki bireysel ya da toplumsal noksanlıklardan da kurtulma mazeretidir. Öyle ya alt kattaki komşumuzu tanımıyoruz ama asosyaller Facebook’ta. Oh, böylece komşumu tanımadığım için kimse bana asosyal diyemez.


Geçtiğimiz günlerde bir TV programına katılan Şahan Gökbakar (nam-ı diğer Recep İvedik) Facebook, Myspace gibi web sitelerinin ameleyle dolu olduğunu söylemiş. Gökbakar şöyle diyor: “Bu siteler niye bu kadar popüler, abazanlıktan! Ne diyeyim yani... Hepsi de antisosyal abazanlar işte.” Ve ekliyor “Bir de hakikaten bu siteler amele kaynıyor.”

Açıkçası kafam biraz karıştı. Acaba böyle diyerek Şahan Gökbakar kendi filmlerini de dolaylı yoldan eleştirmiş olmuyor mu? Şöyle ki madem internetteki facebook gibi myspace gibi sosyal iletişim ağları, bünyesine dahil olan kişilerin abazanlıklarından ya da ameleliklerinden dolayı eleştiriliyor; o halde aynı familyadan bir tipin başından geçen maceraların anlatıldığı Recep İvedik filmleri de eleştirilmeli. Hatta şöyle denmeli: “Recep İvedik-2 mi? Bırak ya abazan, amele filmi”.

Gökbakan’ın filmi Türkiye’nin en çok seyredilen filmi olabiliyorsa acaba bu Türkiye’nin de amelelerle, abazanlarla dolu olduğunun bir göstergesi mi? Eğer böyleyse tıpkı facebook’u, myspace’i terk etmek gibi Türkiye’yi de mi terk edeceğiz?

Ayrıca merak ediyorum Facebook’ta kaç üye var ve bunun kaçı amele? Bu konuda Gökbakan’ın elinde ne tür bir bilgi var ki böyle bir yorumda bulunuyor?

Belli ki bu tür açıklamaların doğruluk değeri ya da realite ile olan yakınlığı pek de önem arz eden hususlar değil. Önemli olan manşet olacak bir şey söyleyebilmek. O arada eğer birisine yargısız infaz mı yapılıyor ya da bir özdeğerin bireylerin ya da toplumun üstündeki önemi mi zaafiyete uğratılıyor, bu etkileri dikkate almak sanki başkalarının görevi. Toplum olarak “Ben kendi amacıma uyan şeyleri yapayım, bunun yan etkilerini bertaraf etmek başkasının görevi olsun” yaklaşımı o denli içimize işlemiş durumda ki artık ne böyle yaptığımızın farkındayız ne de bunun hatalı bir şey olduğunun bilincindeyiz.

Yeter ki Recep İvedik’in ikinci macerası ilkinden de daha çok kişinin dikkatini çeksin. O sırada internete çamur mu atılmış, gündelik hayatımızın içine mi edilmiş bu başkalarının sorunu sanki.

Peki ertesi gün internetten olumsuz etkilenip de bir suç işleyenle karşılaştığımızda suçu yine amele internete mi yükleyeceğiz? Çünkü zihinlerde bunun alt yapısı Gökbakar mentalitesinin yaptığı türden talihsiz açıklamalarla temin edilmiş oldu bir kere. “Nedir ne değildir diye araştırıp öğrenme konusundaki özürümüz” de bunun üstüne güçlendirici bir katman oluşturmuş. Bundan sonra atış serbest.

Yarın çıksın birisi işlediği suçun nedeni olarak facebook’taki ameleleri göstersin. Kim ne diyebilir? Hadi şimdiden oturup yarın işleyeceğimiz suçlarla ilgili sanal altyapılarımızı oluşturalım. Internette bu amaçla gezelim. Canımızı sıkan bir şey ile karşılaştığımızda bunu bir kenara not edelim. Ondan sonra da mazeret olarak gösterelim.

Internet dünyası gerçekten sokaktaki yaşamdan bu denli farklı mı? Her iki dünyada da zaman geçirenlerin bunu kendi deneyimleri çerçevesinde derinlemesine irdelemeleri gerekir. Facebook asosyallerin yurduymuş. Peki sizin yaşadığınız sokakta, apartmanda asosyal yok mu? İçimizden kaç kişi alt katta oturan komşusunu tanıyor? Bu toplumsal asosyallik değil mi?

Fark nerede? Fark onun artık kanıksanmışlığında. Bir de sanal dünyanın henüz öğrenilememiş olmasında. Bilmiyoruz ya her türlü kötülüğü yıkalım üstüne. Bu belki de kendimizdeki bireysel ya da toplumsal noksanlıklardan da kurtulma mazeretidir. Öyle ya alt kattaki komşumuzu tanımıyoruz ama asosyaller Facebook’ta. Oh, böylece komşumu tanımadığım için kimse bana asosyal diyemez.

Hırsızlar internette insanların banka hesaplarına erişim şifrelerini ele geçirip paralarını çalmakta. Oh ne güzel böylece bindiği taksiyi gasp eden adamın hırsızlığı göz ardı edilebilir.

İster gerçek ister dijital olsun yaşamın bu denli karmaşık, kompleks bir hal aldığı 21. yüzyılda herhangi birinin çıkıp edeceği iki çift lafın görünen amacından başka hiçbir olumlu ya da olumsuz etkisinin olmayacağını düşünmek ya da bu etkileri göz ardı etmek ne büyük çelişki.


Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 20 02 2009

Çarşamba, Ekim 08, 2008

KANDİLLİ SAHİLİNİN HACKER’LARI


Madem bu iş bu kadar kolay neden herkes yapmıyor? Bu soruya bilgisayar dünyasından değil de gündelik hayatımızdan bir örnek ile cevap vereyim. Bir dükkana girip hırsızlık yapmak da çok üstün yetenekler istemiyor; ama herkes de dükkanlara girip hırsızlık yapmaya kalkmıyor!


Aslında bilgisayar korsanlığı ile ilgili her haber çıktıktan sonra “hacker” kimdir “bilgisayar korsanı” kimdir diye yazıp, ikisini ayırt etmeye çalışmaktan ben sıkıldım. Ancak gördüğüm kadarıyla medya bu ikisi hatalı kullanmaktan, bilgisayar korsanlarına inatla “hacker” diye hitap etmekten sıkılmadı.

Geçtiğimiz günlerde yine bir bilgisayar korsanlığı haberi manşetlerde idi. Türk ve Rus korsanların karıştığı olay çerçevesinde binlerce Amerikalı banka müşterisinin bilgilerini ele geçirip, bu kişilerin hesaplarından milyonlarca doları boşaltmış oldukları belirtiliyordu.

Hacker bilgisayar dünyasında bilişim konularında ortalamanın çok ötesinde bilgi, deneyim ve beceriye sahip kişilere takılan bir sıfat. Yani işin kompetanı, üstadı anlamında. Ancak kompetan ya da üstad sıfatlarının bu deneyimini olumlu anlamda icra edenler için kullanılması gibi hacker sıfatı da (illa ki kullanılacaksa) bilgisayar, bilişim alanındaki üstün becerilerini olumlu anlamda değerlendirenler için kullanılması gerekir. Sanırım hırsızlık yapmak bu kategorilerin içinde yer alamaz!

Öte yandan medyaya yansıyan olaylar incelendiğinde bunların teknik anlamda üstün bilgisayar becerileri gerektiren türden korsanlıklar olmadığı da anlaşılacaktır. Kabaca incelendiğinde yapılmış olan şey, binlerce kişiye eposta gönderip, o kişileri banka bilgilerini değiştirmek amacıyla sahte bir web sitesine yönlendirmeye sevk etmek ve oltaya takılıp da o siteye gidenlerin ekrandan girecekleri kullanıcı adı ve şifre bilgilerini bir dosyada saklamak.

Bu süreçte kişinin o epostayı gerçekten de kendi bankasından geliyor olarak algılaması için yapılan hiçbir teknik girişim yok. Sadece ve sadece kişinin zokayı yutup yutmamasına bağlı bir korsanlıktır bu. Keza sahte olarak kurulmuş olan web sitesine girilecek bilgileri bir yere saklamak ve sonra onları kullanmak da üstün teknik beceri gerektirmez.

Tabii burada akla şöyle bir soru gelecektir. Madem bu iş bu kadar kolay neden herkes yapmıyor? Bu soruya bilgisayar dünyasından değil de gündelik hayatımızdan bir örnek ile cevap vereyim. Bir dükkana girip hırsızlık yapmak da çok üstün yetenekler istemiyor; ama herkes de dükkanlara girip hırsızlık yapmaya kalkmıyor!

Demek ki dikkat edilmesi gereken husus bu tür korsanlıkları yapma nedeninin bilgisayar becerilerine sahip olup olmamakla değil etik kurallara saygılı olup olmamakla ilgili olduğudur.

Bu tür korsanlıklarda belki de teknik anlamda en kritik olarak değerlendirilebilecek konu eposta adreslerinin nasıl ele geçirildiği olabilir. Bunun değişik yolları var. Yine teknik anlamda bir beceri gerektiren senaryo birilerinin bu eposta bilgilerinin saklı olduğu firma bilgisayarlarına yasadışı yollardan erişip, bilgilerin bir kopyasını almasıdır.

Belki de ekibin işbölümü bu şekilde yapılıyordu. Birileri işin bu zor kısmını gerçekleştiriyor; tetikçi düzeyindeki diğerleri de bu epostaları sağa sola gönderip birilerinin oltaya takılmasını bekliyordu.

Bugün Nijerya’nın genç nüfusunun önemli bir kısmı her gün internet kafelerde akşama dek birilerinin bu tür oltalara takılmasını bekliyor. Yılda bir kişiyi avlasalar bile kazançlı çıkabiliyorlar.

Peki gerçekte hacker olarak adlandırabileceğimiz kişiler kimlerdir? Neden medyada onların isimlerini ve yapmış oldukları olumlu işleri göremiyoruz? Son dönemden bir örnek vereyim. Youtube’u ya da Facebook’u kuran gençler; bir gecede dolar milyarderi oldukları bilgisini bize vermekten öte medyanın ne kadar ilgisini çekebiliyor? Oysa bu gençlerin gerçekleştirmiş oldukları hayalleri tüm dünyayı bir daha eskisi gibi olmayacak şekilde dönüştürmekte.

Ayrıca “erbab”, “üstad”, “hacker” olmak sadece belli bir alanla ilgili değildir. Örneğin Kandilli’ye gittiğinizde, vapur iskelesinin kapalı olduğu zamanlarda bile denize girmek isteyen çocukların iskelenin kilitli kapılarını nasıl “hack”leyerek, yüzmek üzere iskelenin ucuna dek gidebildiklerini görebilirsiniz. Kapılara hiçbir zarar vermeden!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 12 09 2008