Cuma, Aralık 31, 2010

2011’DEN BEŞ TEMEL DİLEK

Türkiye bugüne dek dijital kültürden kendine düşen pay olarak “eğlence”yi seçmiş görünüyor. Dün bilgisayarların evlere girmesi, oyun oynamak içindi. Bugün de internetin evlere girmesini benzer amaçlar sağlıyor. Bunu değiştirmek ve bilinçli birer dijital vatandaş olmak ise tahmin edilenden çok daha kolay!

Yeni bir yıla giriyoruz. Teknolojinin yayılma hızı sürat kaybetmeden devam ediyor. Altı çizilmesi gereken şey teknolojik yenilikler olmamalı (çünkü bu tür yenilikler her devirde vardı; var olmaya da devam edecek). Daha ziyade iki farklı hususa dikkat çekmeli: Teknolojik yeniliklerin ulaştığı kitlelerin büyüklüğü ve ulaşma hızı!

Her ülke, kültür ya da birey bu dönüşümden kendine düşeni alıyor. Kendine düşen payın boyutlarını ve içeriğini ise (genel kanının aksine) kendisi belirliyor.

Türkiye bugüne dek dijital kültürden kendine düşen pay olarak “eğlence”yi seçmiş görünüyor. Dün bilgisayarların evlere girmesi, oyun oynamak içindi. Bugün de internetin evlere girmesini benzer amaçlar sağlıyor.

Neden? Çünkü bilgi iletişim teknolojilerini kullanarak neler yapabileceğimiz konusunda araştırmacı bir kimliğe sahip değiliz. Neden? Çünkü eğitim sürecinden geçerken “araştırmacı” olmaması için öğrencilere her türlü “kolaylığı” sağlıyoruz. Yaş iken eğilen ağaçların ilerleyen yaşlarında “düzelmesi” kolay olmuyor.

O halde 2011’den neler bekleyebiliriz? Öyle bulutların üstünde dolaşmak yerine en temel konuların altını çizmenin yararlı olacağını düşünüyorum. 2011’de ülkemizdeki internet kullanıcıları arasında yaygın bir şekilde aşağıdaki şeyleri yapabiliyor hale gelmek muhteşem bir işi başarmak olacaktır :

E-Postayı, arkadaşlardan gelen fıkra ya da karikatürleri arkadaşlara yönlendirmek yerine gündelik yaşamımıza katkı sağlayacak amaçlar için kullanabilmek (ör. seçim bölgesindeki milletvekilleri ya da yerel yöneticiler ile iletişim kurup, bölgesel sorunları dile getirmek)

Dijital medyayı daha yakından takip etmek! Kalitesiz içeriği eleştiren, kaliteli içeriği taktir eden, yazar ile direkt iletişim kuran, web sitelerindeki okur yorumları kısmına aktif katılan ancak “nefret söylemini” terk eden bilinçli medya okuru olabilmek.

• İlgi alanlarına, hobilere, yerel konulara duyarlılık gösteren ve bunlarla ilgili devamlı yazışma gruplarına üye olan, yoksa bu tür grupları kurmada başı çeken, bu gruplarda aktif katılımcı olan birer dijital vatandaş olmak.

Ebeveyn ya da öğretmen olarak evdeki çocuklarla ya da sınıftaki öğrencilerle, onların dijital diliyle iletişim kurabilecek kadar bilgisayar ve interner okur yazarı olmak; bu konudaki bilgi açığını kapatmak üzere eğitim almak; buna şahsen gereksinimimiz yoksa, en yakınımızda bu tür eksiği olan bir ebeveyn ya da öğretmen dostumuzun açığını kapatması için onu motive etmek.

Facebook, Twitter gibi sosyal ağların sadece birer eğlence ya da yozlaşma merkezi olmadığını görecek seviyede deneyimlemek; bu ortamların gündelik hayata ne tür olumlu katkılar sağladığını şahsen tecrübe etmek ve deneyimleri yakın çevre ile paylaşmak.

Bu beş temel madde birey olarak dijital okur yazarlığımızı artırdığı ölçüde toplumsal anlamda da “olumlu” bir dijital dönüşümü yaşamamızı mümkün kılacaktır. Dijital teknolojileri aktif ve olumlu anlamda kullandıkça “kötü” olanın bunlar değil, bunları kullanan niyeti kötü kişiler olduğunu daha iyi idrak edebileceğiz.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1241) - Ooof Off Line Köşesi - 31 12 2010

SANAL SANSÜRÜN BOYUTLARI

Dijital dünyaya, internete sansür deyince aklımıza hemen ülkemizdeki talihsiz ya da haksız uygulamalar geliyor. Bu veri verimsiz bir tartışma döngüsünün başlamasına neden oluyor. Oysa benzer durum her yerde var. Tek fark yasaklarla mücadele metodunda olsa gerek.

Finans medyası bir kaç yıldır rating kuruluşlarının Türkiye’ye yönelik değerlendirmelerinin gerçekleri yansıtmadığını dile getirmekte. Türkiye’nin ülke notu, (makro) ekonomisi birkaç yıldır Türkiye’den çok daha kötü durumda olan ülkelerden (hala) daha düşük düzeyde tutuluyor. Bu önemli çünkü pek çok global yatırımcı, yatırım kararı verirken bu notları dikkate alıyor.

Birkaç yıldır yayınlanan uluslararası değerlendirmelerde Türkiye’yi sanal dünyaya, internete yoğun sansür uygulayan ülkeler listesinde görüyoruz. Youtube’a erişimi yıllarca talihsiz bir süreç ve değerlendirme sonucunda engel olmuş, halen de youtube olmasa da binlerce siteye ihtiyaten erişim engeli getirmiş Türkiye’yi başka türlü değerlendirmek mümkün olabilir mi? Doğrusu bu sorunun cevabını verirken başka ülkelerdeki durumun ne olduğu konusunda ne kadar detay bilgiye sahibiz, onu da değerlendirmek gerekiyor.

Örneğin Wikileaks bir turnusol kağıdı gibi haftalardır tüm dünyayı kasıp kavuruyor. Paulo Coelho’nun geçtiğimiz günlerde Twitter’da yayınladığı bir mesaj konuyu net olarak özetliyordu: “Kötü bir haber geldiğinde, önce onu getiren haberci öldürülür!”. Dünya haberciyi öldürmeye çalışsın, perde arkasındaki durum ne; bir kaç örnekle inceleyelim.

Örneğin Wikileaks’in batıdaki ülkelere erişmek üzere telekomünikasyon hizmeti aldığı Amazon.com firması, acilen hizmeti kesti; Wikileaks başka ülkeler üzerinden hizmet vermek zorunda kaldı.

Internet üzerinden mikro ödeme hizmeti veren PayPal firması, ABD’den gelen baskılar sonucunda Wikileaks’in bilinen tek gelir kaynağı olan bağış sürecindeki aktif hizmetini durdurdu. O yetmezmiş gibi kredi kartı firmaları da Wikileaks ile ilgili işlemleri otomatik olarak iptal etmeye başladı. Yani kredi kartı kullanarak da Wikileaks’e bağışta bulunmanın önüne geçilmiş oldu. (Wikiperverlerin bunun üzerine kredi kartı şirketlerinin web sitelerine sanal korsan saldırılarda bulunduğu ve birinin sitesinin birkaç saatliğine kapanmak zorunda kaldığı biliniyor).

Kanada’da yaşayan bir arkadaşım, medyanın Wikileaks’i yok saydığını belirtirken, Columbia Üniversitesi’nde görevli bir Amerikalı, kendisine gelen bir epostanın spam sayılarak silindiğini ve epostanın Wikileaks ile ilgili olduğunu yazdı ortak bir yazışma listesinde. ABD’de pek çok devlet kurumunun, Wikileaks erişimlerine sınırlama getirdiği, Wikileaks’e erişimin suç sayıldığını duyurduğu haberleri her yerde.

Konu sadece Wikileaks ile sınırlı da değil. Yine üyesi olduğum bir başka yazışma listesine gelen bir eposta başka konularda da ABD’de ilginç sansür uygulamalarının olduğunu gösteriyor. Epostayı gönderen yazar, bir gün Amazon.com’dan bazı kitaplarının e-kitap olarak satışıyla ilgili kendisiyle yapılmış olan anlaşmanın iptal edildiğini bildiren bir mesaj aldığını belirtiyor. Sebep olarak anlaşmanın bir maddesine işaret ediliyor. O maddede Amazon.com’un dilediği zaman uygun görmediği taktirde kitabı yayından kaldırabileceği şeklinde bir açıklama var. Dahası araştırınca benzer durumda olan başka yazarların da olduğu ortaya çıkıyor. Ortak nokta; kitaplarda erotik içerik olması; ama bu kesinlikle belirtilmiyor.

İşin ilginci bu kitapları almış olanlar, Amazon.com’un e-kitap okuma cihazı olan Kindle’larından dijital kütüphanelerini incelediklerinde bu kitapların oradan da silinmiş olduğunu görüyorlar. Hem de herhangi bir para iadesi olmadan.

Ülkemizde de kitap yasaklamaları her devirde oldu; ama sıkıyönetim zamanları dahil hiçbirinde yasaklanan bir kitabın satılmış nüshaları, evlerden tek tek toplanarak imha edilmedi. Madem çuvaldızı kendimize batırmada bu kadar kararlıyız, başkalarının da “iğnelik” olduğunu unutmayalım bari.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1240) - Ooof Off Line Köşesi - 24 12 2010

Pazartesi, Aralık 20, 2010

SOSYOLOJİ BÖLÜMLERİ NE YAPIYOR?

Bilgi üretim merkezlerimiz dijital kültürün, sanal dünyanın birey ve toplum üzerindeki etkilerini araştırmada teklerse boşluğu fikir üretim merkezlerinin zırvalarının doldurması kaçınılmaz olacaktır.

Ne zaman dijital kültürün bireyin ve toplumun yaşamını nasıl dönüştürmekte olduğuna dair yazmak zorunda kalsam aklıma hep aynı soru geliyor: Bilgi üretmekle mükellef üniversitelerimizin konuyla ilgili olan Sosyoloji Bölümleri bu konuda ne yapıyor?

Internet kullanım eğilimleri bugüne dek bağımsız araştırma kuruluşlarının yapmış oldukları anketlere dayanıyor. Toplumsal dönüşüm motivasyonuyla bakıldığında dijitalleşmenin, sanallaşmanın, bilgi iletişim teknolojilerinin süreci nasıl etkilemekte olduğunu ise sürekli ıskalıyoruz.

Türkiye “en çok chat yapıyor”, “Facebook kullanımında dünya dördüncüsü” diyorlar; biz de bu verilerden yola çıkarak toplumumuz hakkında bilgi üretmeye çalışıyoruz. Bu konuda asıl söz sahibi olan sosyoloji bölümlerimiz ne diyor; duyamıyoruz!

Peşinen “Hiçbir şey yapmıyorlar, yapıyor olsalardı duyardık, bilirdik” demek yerine oturup internetten biraz araştırdım. Ülkemizdeki belli başlı üniversitelerimizin sosyoloji bölümlerinin web sitelerine baktım. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki bu siteler, sundukları içerik açısından içler acısı bir durumdalar.

Sadece bir üniversitemizin sosyoloji bölümü, örneğin, yapılmış olan yüksek lisans tezlerinin isimlerini web sayfalarına koymayı akıl etmiş (o da 2004 yılına dek geliyor). Pek çoğunda ise ne verilen derslerin ismi ne de içeriği konusunda bilgi var. Bazı sitelerde ise üniversitenin genel şablonu gereği olacak, sayfalarda başlıklar var ancak başlıkların altında bir cümlelik bir açıklama bile yok.

Örneğin Anadolu Üniversitesi Sosyoloji Bölümü şu alanlara odaklandığını açıkça belirtmiş (pek çoğunda bu bilgi bile yok): Kadın çalışmaları, Günlük Yaşam Sosyolojisi, Din, Yöntem, Toplumsal Tabakalaşma, Endüstri İlişkileri, Göç, Toplumsal Cinsiyet, İnsan Ekolojisi, Kent Çalışmaları, Köy Sosyolojisi, Toplumsal Teori, Toplumsal Değişim, Kültür, Kitle İletişimi, Bilgi Kuramı, Popüler Kültür, Yoksulluk. Ne yazık ki internet ya da dijitalleşme konusunda bir odaklanma yok!

Ya da Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan yüksek lisans tezleri içinde Dansın Sultanları, Fadime Şahin, Kalan Müzik, Metin Kaçan gibi ilginç konular var ama dijital kültür yok!

Hacettepe Üniversitesi de içeriği zengin olanlardan. Sosyoloji Bölümü’nün ilgi alanları burada da var – ama sanal dünya Hacettepe’de de ıskalanmış gibi : Aile, çevre, etnik ve azınlık gruplar, fiziksel ve zihinsel özürlülük ve özürlüler, gençlik, göç, iletişim ve medya, kadın, ev ve çalışma hayatı, kırsal-tarımsal değişme ve köylülük, kültür, kültürel gruplar ve kimlik, sosyal bilimlerde yöntem sorunları, sağlık ve hastalık, sanat, sosyo-kültürel değişme, toplumsal kontrol, suç ve sapma, toplumsal tabakalaşma ve hareketlilik, toplumsal yapı ve toplumsal dönüşümler, trafik sosyolojisi, toplam kalite yönetimi ve yaşam kalitesi, yaşlılık ve yaşlılar.

Olumlu olabilecek iki örnek buldum. Birincisi Ege Üniversitesi’nden. Sosyoloji ikinci sınıf müfredatında seçmeli olarak “Siber Uzayda Sosyal İlişkiler” isimli bir ders var. Web sitesinde dersle ilgili detaylı bilgiler mevcut. Oldukça zengin bir içeriğe sahip görünüyor bu ders. İkinci örnek ise Bilgi Üniversitesi’nden. Doğrudan sosyoloji bölümü ile ilgili değil ancak tüm üniversite geneline açık olan seçmeli ders listesinde şu iki dersi tespit ettim: “Network Kültürü, Ekonomisi ve Bilgi”, “Sosyal Medya”. Derslere ilgi var mı, her dönem açılıyor mu bilmiyorum.

Bilgi üretim merkezlerimiz bu konuda teklerse boşluğu fikir üretim merkezlerinin zırvaları doldurur. Hazır YÖK Başkanı da sosyoloji formasyonundan geldiğine göre umalım da üniversitelerimiz yakın gelecekte bu konuya karşı daha duyarlı yaklaşsın; bilgi üretsin!


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1239) - Ooof Off Line Köşesi - 17 12 2010

Cuma, Aralık 10, 2010

WIKILEAKS PİYON MU?

Sızdırma olayının mimarları bir komplonun başrol oyuncuları olabilir mi? Daha da ilginci olsalar bile böyle bir şeyin farkına varabilirler mi? Eldeki verilere göre herşeyi kendi özgür iradeleriyle yapmış görünürken, aksi nasıl ispatlanabilir?


Kasım ayı, Wikileaks’in bombardımanıyla geçti. Daha önce Afganistan ve Irak savaşlarına yönelik gizli belgeleri açıklamasıyla adını duyuran bu bağımsız web sitesi bu kez dünya üzerindeki değişik Amerikan elçiliklerinden Washington’a gönderilen “kripto”ları açıklamaya başladı.

Açıklanan bu belgelerin içeriğini medya tartışadursun, gelin Wikileaks’i yakından tanıyalım ve bu belgelerin sızdırılmasının nasıl olabileceğini ve bu sürecin yakın gelecekte dijital kültürü nasıl etkileyebileceğini irdeleyelim.

Wikileaks, Julian Assange tarafından kurulmuş bir site. Temel hedefleri “önemli bilgi ve haberleri kamuoyunun önüne getirmek”. Bu sayede devletlerin, devlet yönetimlerinin daha şeffaflaşacağına inanıyorlar. Avustralya doğumlu olan Assange ilginç bir profil çiziyor. Sıradışı bir çocukluk (ailesi gezgin tiyatrocu), bilgisayar korsanlığından hüküm giyme, Wikileaks’i kurduktan sonra uluslararası pek çok ödül alma ve şimdi de başta ABD olmak üzere bir çok ülkede şimşekleri üstüne çekme. Öyle ki güvenlik sebebiyle Assange sürekli seyahat halinde; mobil yaşıyor. Nerede olduğu büyük bir sır. Yakın bir zamana dek ABD’de yaşarken, can güvenliği nedeniyle önce İsveç’e geçmiş; geçtiğimiz günlerde hakkında tecavüz suçlamasıyla yakalama emri çıkarılınca da sırra kadem basmış (İngiltere ya da İsviçre’de gizlendiği sanılıyor).

Ortalığı ayağa kaldıran belgelerin Wikileaks’e sızdırılmasının başrol oyuncusu Bağdat’ta istihbarat analisti olarak görev yapan Bradley Manning adlı bir er. Er olduğuna bakmayın, dünyada sadece 3 milyon görevli Amerikalının erişebildiği dahili bir güvenlik ağı olan SiprNet’e erişim yetkisi olan birisi. Her nasılsa ABD’deki bir istihbarat eri yüzbinlerce kriptoya erişebiliyor, bunların bir kopyasını alabiliyor, ofisten dışarıya çıkarabiliyor ve kamuoyunun bu bilgilerden istifade etmesini sağlamak üzere herhangi bir maddi paye peşinde koşmadan, bu belgeleri Wikileaks’e ulaştırabiliyor (sonra da bu yaptıklarını internette hiç tanımadığı birisine söylüyor; onun FBI’a ihbarı sonucunda da yakalanıyor!).

Sizce bu tablo ne kadar sahici ne kadar “pis kokuyor” ? İki hususa odaklanalım: Birincisi, profili itibariyle bu tür bilgileri alıp dışarı çıkaracak bir “kurban” bulmak. İkincisi de yayınlandığında göz ardı edilmeyecek kadar uluslararası düzeyde belli bir itibara, “bağımsız bir kimliğe” sahip imajı olan bir araç yaratmak.

Manning ya da Assange bir komplonun başrol oyuncuları olabilir mi? Daha da ilginci olsalar bile böyle bir şeyin farkına varabilirler mi? Eldeki verilere göre herşeyi kendi özgür iradeleriyle yapmış görünürken, aksi nasıl ispatlanabilir?

Wikileaks kendisini nasıl finanse ediyor? Sadece aldığı bağışlarla hem İsveç’te hangi firmaya ait olduğu belli (ama gizli?) bir veri merkezinde bilgisayar hizmeti alacak ve internete bağlanabilecekler, hem Assange’in oradan oraya seyahat etmesini finanse edecekler, hem de Manning’in avukatlarının ücretlerini ödeyebilecekler.

Eylül tarihli kimi haberlere göre Wikileaks İsveç’te Korsan Partisi’nin himayesinde faaliyet göstermekte. Yani resmi anlamda Wikileaks’e kafa tutmaya kalkan karşısında bir İsveç siyasi partisini bulacaktır. Acaba ABD’nin eli kolu bağlıymış gibi davranmasının sebebi bu mu?

Ve en önemlisi: Yarın öbür gün bu tür nahoş durumlarla karşı karşıya kalmamak üzere yeni bir global siber güvenlik standardının getirilmesi empoze edilirse buna kim hayır diyebilecek? Öteki tüm kitle iletişim araçları kontrol altına alınmışken son bağımsız kanal olan internetin de kolu kanadı bu vesileyle kırılırsa buna şaşırmamak gerekir.

O halde iki alternatif söylem söz konusu: Ya “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” ya da “Krizi (önleyemedin bari) fırsata dönüştür”!


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1238) - Ooof Off Line Köşesi - 10 12 2010

TÜRKİYE’DE INTERNET KONFERANSI 15 YAŞINDA

Türkiye’de Internet Konferansı bu yıl 2-4 Aralıkta İTÜ Ayazağa Kampüsü’nde gerçekleştiriliyor. Katılımın ücretsiz olduğu konferansın ana temaları Internet Yasakları ile Sosyal Medya.

1995 yılında başlayan Türkiye’de Internet Konferansı bu yıl 15. Kez toplanıyor. 2-3-4 Aralık günlerinde gerçekleştirilmekte olan konferans bu yıl İstanbul Teknik Üniversitesi’nin evsahipliğinde Ayazağa kampüsünde. Internet Teknolojileri Derneği’nin organize ettiği konferansa katılım ücretsiz!

Bu yıl 41 oturum, 12 panel, 4 çalıştay ve 10 seminerin yanısıra 15 de bildirinin sunulacağı konferansta ağırlıklı olarak işlenecek konular Internet Yasakları ve Sosyal Medya!

Programdan bazı seçmeler şöyle:

3 Aralık 2010 – Cuma

Nefret Söylemi (Bildirili Panel).
Nefret Söylemi ve Yeni Medya, Işık Barış Fidaner
Nefret Söyleminin Yeni Medya Ortamında Dolaşıma Girmesi ve Türetilmesi, Mutlu Binark
Okur Yorumlarında Üretilen Nefret Söylemi, İlden Dirini
Facebook'ta Nefret Söyleminin Üretilmesi ve Dolaşıma Sokulması, Eser Aygül
Video Paylaşım Ağlarında Üretilen Nefret Söylemi, Tuğrul Çomu
Dijital Oyunlarda Cinsiyetçilik, Günseli Bayraktutan Sütçü
Çevrimiçi Spor Ortamlarında Nefret Söylemi, Altuğ Akın
İnternet'te Nefret Söylemi ve Karşı Örgütlenmeler, Burak Doğu
Yeni Medyada Nefret Söyleminin Hukuki Boyutu, Ayşe Kaymak

Aynı gün buna ek olarak e-kitap yayıncılığı, yeni medyada alternatif emek ve örgütlenme dinamikleri, kripto yönetmeliği ve yeni DNS yönetmeliği konularında oturumlar var.

4 Aralık 2010 – Cumartesi

Yeni Medya; Yeni Fırsatlar, Yeni Meslekler
Sosyal Medya ve Internet Reklamcılığı
Online İtibar Yönetimi ve Sosyal Medya

Gerek internet üzerinde uygulanmakta olan haklı, haksız yasaklar gerekse de sosyal medyanın, sosyal ağın gündelik yaşamımıza derinlemesine nüfuz etmeye devam etmesi toplumsal dönüşüm açısından kayda değer olgular.

Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanımız Sn. Abdullah Gül, kamu atamaları arefesinde Google’dan da araştırma yaptıklarını ve bireyler ile ilgili olarak asılsız dahi olsa kimi haberlerin internet üzerinde ortaya çıkmasının süreçleri zorladığını belirtti.

Öncelikle bu hassas davranışın altını çizmek gerek. Demek ki internet öyle ya da böyle gündelik hayatımızda önemli bir açıdan kendisine yer ediniyor! Öte yandan doğaldır ki internet ya da herhangi bir bilgi kaynağındaki her türlü bilginin doğru olacağını varsaymamak gerekir. Zengin ve çeşitli bilgi kaynaklarından istifade etmek çok yerinde bir adım. Ancak şunu unutmamak gerekir ki internet bir bilgi kaynağı değil, bilgi üretmede istifade edilecek bir veri havuzudur.

Her veri havuzunda olduğu gibi burada da belli bir ayıklama yapmak ve doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edebilmek gerekir. Bu sürecin sağlıklı işleyebilmesi için önkoşullar ise veri – enformasyon ve bilgi arasındaki farkın idrak edilmesi, veri ve enformasyondan bilgi üretme sürecinin oturtulması ve herşeyden önemlisi objektif bilginin toplumsal yaşamda bir temel ya da özdeğer olarak benimsenmesidir.


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1237) - Ooof Off Line Köşesi - 03 12 2010

ÇOCUKSUZ BİR DÜNYA

İnsan klonlaması (zaruri ya da keyfi) eğer gerçekleşir de çocuklara da çocukluğa da gerek kalmayabilir. Çocukların etrafında dönen tüm kültürel ögelere de; okul, çizgi filmler, oyuncaklar, o güzel şekerlemeler...

Gelecekte neler olacak diye fütürist şapkamızı taktığımızda neler öngörebiliriz? Çoğunlukla gerçekleşmesi çok akla yatkın hale gelmiş şeyleri. Örneğin gelecekte gazetelerin kağıda değil de yeniden doldurulabilir farklı bir malzemeye “basılacağını” tahmin edebiliriz. Ya da bugünün bilişim teknolojilerini sağlayan donanımların gelecekte holografik kardeşlerine yerlerini bırakacağını...

Sağlıklı bir değişim süreci de aslında adım adım değişikliklerin gerçekleşmesiyle açıklanabiliyor. Evet paradigmasal değişim sıçramaları da oluyor ancak bunların genel değişim sürecine bakıldığında marjinal kaldığı tespit edilmiştir. Değişimin yavaş yavaş, idrak ede ede gerçekleşmesi toplum tarafından kabülünü de kolaylaştırıyor.

Bu çerçevede elektronik kağıdı öngörmek, örneğin insanın klonlanmasını öngörmekten daha kolaydır. Klonlama bugüne dek hayvanlar üzerinde gerçekleştirildi. İnsanlar üzerinde gerçekleştirilmiş olduğu hakkında komplo teorileri var. Öte yandan teknolojik açıdan bir engel bulunmadığı da söylemek gerek.

Peki insan klonlandığında dünyanın hali ne olacak? İşin etik ya da inançla ilgili kısımlarını bu tartışmanın dışında bırakalım. Gündelik hayattaki lojistik etkilerine bakalım. Diyelim ki kişinin temel bir eğitim donanımına sahip olduğu bir yaştan itibaren klonu yapılmış olsun. Bu durumda o kişinin bir çocukluk süreci yaşamasına da okula gidip eğitim almasına da gerek kalmayacaktır.

Bir başka deyişle eğer en erken klonlama yaşı 20 olacaksa bir süre sonra dünyada 20 yaşının altında insan kalmayacaktır (insanların üremek yerine kendisini klonlattığını varsayarsak). Bu durumda eğitim sistemi en azından temel eğitim için gereksiz hale gelecektir. Öyle ya en küçük birey 20 yaşındaysa ve bir üniversite mezununun sahip olduğu bilgilere sahip olacaksa ilkokula gitmesine ne gerek var?

Öte yandan dünyada “çocuk” da kalmayacağı için çocukların etrafında dönen tüm herşey ortadan kalkacaktır; oyuncaklar, çocuk filmleri, çocukların tüketimine yönelik besinler vb.

Klonlanmış birey “orijinal” bireyden bağımsız ayrı bir birey olacağından, arkadan gelecek klonun orijinale bir “faydası” olmayacaktır. Yani orijinal, kendisini klonlatarak daha yaşlı bir vücuda geldiğinde sağlıklı bir vücuda geri dönme imkanını elde etmiş olmayacaktır. Sadece kendisinin 20 yaşındaki halinin bir kopyasının yeniden dünyaya geldiğini/geleceğini bilecektir.

Büyük bir olasılıkla klonlama işi orijinal bireyin yaşamının sona geldiği bir sırada olacaktır. Belki de ölümünün hemen ardından. Ama yaşarken değil! Kişi çocuk sahibi olmak varken neden kendisini klonlatsın ki? 20 yaşındaki bir benin aynısını yaratmak için!

Tabii bir de işin zaruriyet durumu var. Bilindiği üzere yeni doğan çocukların erkek olmasını sağlayan Y kromozomunun belli bir süre sonra ortadan kalkacağı yönünde bilimsel iddialar var. Bu durum gerçekleştiğinde insan ırkının devam etmesini sağlayacak olan erkek insan sayısı giderek azalacak belki de ortadan kalkacaktır. Oysa klonlama sayesinde bu risk bertaraf edilebilir.

Elbette ki insan klonlamasının üzerinde düşünülmesi, tartışılması gereken pek çok hususu var. Ancak sadece çocukların ve çocuklarla ilgili herşeyin dünyadan silinmesinin yeryüzü kültürü üzerinde ne tür bir sosyal yıkım getireceğini düşünmek bile klonlamanın ne demek olabileceği hakkında bir fikir veriyor.


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1236) - Ooof Off Line Köşesi - 26 11 2010

Çarşamba, Kasım 24, 2010

ASOSYALLERİN KURDUĞU SOSYAL AĞ

Görülen o ki Facebook dijital dünyanın yerlileri olan Y-kuşağının yaşama bakış açılarına en uygun sosyalleşme ortamı. Evet yüzyüze gelseler iki kelime edemeyecek olanların karşı cinsle iletişim kurabilme fırsatı.

500 milyon nüfusu var. Piyasa değeri ise 25 milyar dolar düzeyinde. Facebook’tan bahsediyorum. Açıkçası böyle bir başarının kuruluş süreciyle ilgili film yapıldığını duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Facebook fikrinin nasıl doğduğunu, nasıl gelişip bugünkü haline geldiğini herkes öğrenmiş olacaktı. Hem de birinci elden kaynaklara dayanarak.

Ancak ortaya bambaşka bir tablo çıktı. Çalınan fikirler, kurucu ortaklar arasındaki kavgalar, ipiyle kuyuya inilmeyecek kişiler vb. Tüm bunlar bir yana Facebook fikrinin ötesinde yatan motivasyonun amiyane tabirle “kız tavlamak” olması.

Bir yanda Facebook’un kurumsal olarak, filmi ve filmin baz aldığı kitabı “kurgu” olarak nitelemesi ve gerçeği yansıtmadığını açıklaması. Öte yanda ise filmin takip edebildiğim kadarıyla ne ABD’de ne de Türkiye’de kamuoyunun ilgisini fazla çekmemesi.

500 milyon kişinin her gün internete girme nedeni olan, milyarlarca dolarlık müthiş bir fenomen ve filmin kamuoyunda ilgi görmemesi. Düşündürücü değil mi sizce de?

Filmin senaryosunun dayandırıldığı kitap, Facebook’un iki kurucu ortağından birisinin bilgilerini baz alıyor. O kişi ki yolun daha başındayken diğer ortak ve stratejik yatırımcılarla görüş ayrılığına düşüyor, hukuki bir süreç başlatıyor ve (filmin sonunda öğrendiğimiz kadarıyla) miktarı açıklanmayan bir parayı kabul ederek mahkemeye gitmekten vazgeçiyor.

Keza fikrin kendilerine ait olduğunu savunan, iyi aile çocuğu ikiz kardeşler de benzer şekilde yasal bir süreci başlatıyor ve 90 milyon doları kabul ederek dava açmaktan vazgeçiyor.

Tüm bu karmaşanın içinde ışıl ışıl parlayan bir figür var ortada. Sıradışı olan ve zaman zaman bunun cezasını da çeken Mark Zuckerberg. Tüm bu yasal süreçte davalı durumunda olan Facebook’un diğer kurucusu (halen de şirketin tepe yöneticisi). Zuckerberg gece gündüz Facebook’u geliştirmek üzere yaşıyor. Sonradan yolları ayrılan diğer ortak site biraz palazlandığında reklam bulma sevdasına kapılmışken, o buna şiddetle karşı çıkıyor ve siteyi daha da genişletmek, milyonlarca kişinin uğrak yeri olmasını sağlamak üzere harıl harıl çalışıyor.

İlk milyonuncu üye siteye dahil olduğunda yeni kurulmuş şirket çılgın ev partilerinde eğlenirken Zuckerberg ofiste bilgisayarının başında çalışmaya devam ediyor.

Görülen o ki Facebook dijital dünyanın yerlileri olan Y-kuşağının yaşama bakış açılarına en uygun sosyalleşme ortamı. Evet yüzyüze gelseler iki kelime edemeyecek olanların karşı cinsle iletişim kurabilme fırsatı. Evet birbirlerini “dürterek”, çıktıkları bir sevgileri olduğunu kendi Facebook sayfalarında yer alan statü bilgisinde açıklayarak sosyalleşiyorlar. Evet hayatlarında bir çiftliğe adım atmamış olmakla birlikte Facebook’taki oyun imkanlarını kullanarak sanal ortamda tarla ekmekten, sebze yetiştirmekten, hayvan beslemekten hoşlanıyorlar.

Burada ilginç bir ikilem var. Facebook bir sosyal ağ ama onu meydana getirenler sosyal insanlar değil. Bu husus bile bugün yaşı yirmibeşin üstünde olan dijital göçmenler ile yirmibeşin altında olan dijital yerliler arasındaki yorum farkını göstermesi açısından düşündürücü.

Onca dijital göçmen yatırımcının Facebook resminin içine girmesine rağmen, şirket yönetimindeki varlığını hala sürdüren dijital yerli Zuckerberg’in bu “inadı” ise ilginç sonuçlara gebe gibi görünüyor.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1235) - Ooof Off Line Köşesi - 19 11 2010


YOUTUBE BAROMETRESİ NEYİ ÖLÇER?

Youtube açılsa da kapatılsa da işin can alıcı asıl kaynağına erişim yine engellenmiş olacak! Nedir o temel olgu? Dünyada idrak edilmekte olan dijital devrime karşılık ülkemizin acizce yerine mıhlanmış olması.

“Youtube yasağı kalktı, derin bir oh çekebiliriz” diyemeyeceğim. Hem yasağın kalkma sürecindeki şark kurnazlığı, hem de silahın geri tepmesi hevesimizi kursağımızda bıraktı. Youtube aynı (anlamsız) sebeplerden dolayı her an yeniden kapatılabilir (belki de şu an kapatılmıştır).

Öte yandan geçtiğimiz günlerde BTK (Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulu) Başkanı Sn Tayfun Acarer bu sıkıntılara neden olan ilgili yasanın yeniden düzenlenmesine yönelik bir çalışmanın yapılmakta olduğunu ve Kasım ayı sonuna dek çalışmanın tamamlanabileceğini söyledi.

Temelde değiştirilecek olan şey şu: Kaldırılmasına hükmedilen bir içerik söz konusu olduğunda bunun için o içeriğin olduğu web sitesinin tamamına değil sadece ilgili web sayfasına erişim engellenecek.

Evet belki Sn Acarer’in belirttiği yönde yapılacak çalışma tamamlandıktan ve yasal süreç icra edilerek gerekli kanun ya da yönetmeliklerde düzenlemeler yapıldıktan sonra konu daha sağlıklı bir seviyeye taşınmış olacak ama acaba temelde mentalite seviyesinde bir şeyler değişmiş olacak mı? Böylece gelecekte buna benzer durumlar söz konusu olduğunda daha sağlıklı değerlendirme mekanizmalarımız kurulmuş olacak mı? Dijital kültürün özü idrak edilmiş olacak mı? Dijital kültür ögelerinin bir tehdit değil toplumumuzun yaşam kalitesinin artırılması için birer fırsat olduğunu anlaşılacak mı? Sanmıyorum!

Neden mi? İki yıldır youtube başta olmak üzere benzer türdeki binlerce site için böyle bir çalışma yapılması konusunda Türkiye’deki konunun uzmanlarının dilinde tüy bittiği halde kılını kıpırtmayan kamu yönetimi ne oldu da bir anda harekete geçti? (Youtube yasağının AİHM’ye bile yansımış olduğunu anımsayalım). Önce bu soruya bir cevap arayalım.


Geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanı Sn Abdullah Gül’ün ABD’ye yapmış olduğu ziyarette kendisine bu konuda yöneltilen sorulara (belki de yanlış bilgilendirilmesi nedeniyle) gerçeği tam yansıtmadığı yorumları yapılan cevaplar vermek zorunda kalması ve konunun kıyısından köşesinden siyasi zemine doğru kaymaya başlaması, bu mekanizmayı devreye sokmuş görünüyor. Sn. Cumhurbaşkanı ülkemizde internete uygulanan yasaklamacı tavrın basit bir vergilendirme ve vergi yasalarının güncel olmama haline bağlamıştı. Oysa uluslararası değerlendirmelerde Türkiye şu an internete en ciddi sansürü uygulayan ülkeler listesinin üst sıralarında yer alıyor. Engellenen site sadece youtube değil; bu sayının beş bin civarında olduğu biliniyor.

Şimdi kültürümüze onyıllardır enjekte edilmiş olan “aman yabancıya karşı zor duruma düşmeyelim, ayıp olmasın” yaklaşımı ile alelacele bir şeyler yapıyoruz. Doğal olarak bugünün sorununu çözmüş olacağız belki ama dijital kültürün, bilgi ve iletişim teknolojilerinin bugün gelmiş olduğu seviyeyi özümseyemedikten, bunları bireyin ve toplumun hayatına hava ya da su gibi zaruri bir gereksinim bakış açısıyla değerlendirip entegre edemedikten sonra bu tür çözümlerin günü kurtarmaktan öteye geçemeyeceği gerçeği değişmiş olmayacak.

İşin can alıcı asıl kaynağına erişim yine engellenmiş olacak! Nedir o temel olgu? Dünyada idrak edilmekte olan dijital devrime karşılık ülkemizin acizce yerine mıhlanmış olması. Ondan nasıl istifade edebileceğini hala göremiyor olması. (Ha bu arada Facebook’ta lak lak yapmada dünya dördüncüsüyüz!)

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1234) - Ooof Off Line Köşesi - 12 11 2010


Cuma, Kasım 05, 2010

REMİKS KÜLTÜRÜ

Dijital dünyada bir esere erişirken, onun bir kopyası bizim için oluşmak zorunda. Bu dinamiklik kültürün sadece-oku modelinden oku-yaz modeline dönüşmesine neden olmakta. Bugünün dijital yerlileri bir malzemeyi alıp, onu değiştirip, kendisine ait yepyeni bir malzeme haline getirmekte ve bunu yasadışı olarak algılamamakta.

ROM ya da RAM gibi kısaltmaları bilgisayar eğitimimizin ilk yıllarında öğrenmiştik. Bellek bir bilgisayarı oluşturan önemli parçalardan biridir. ROM ve RAM de bu parçanın iki farklı türüdür. Her bilgisayarda ikisi de yer alır. İlki sadece okuma yapılabilen bellektir. Sınırlı ama önemli bir işlevi vardır. İkincisi ise bilgisayar alırken “Bunun hafızası ne kadar?” diye sorduğumuzda kastettiğimiz bellektir. Tüm programlar bu bellekte çalıştırılır. O nedenle bu bellek hem okunabilen hem de yazılabilen bellektir. (ROM=Read Only Memory, RAM=Read Access Memory).

Remiks Kültürü
olgusunu araştırırken bu bellek türlerine özgülenen bir metaforun da kullanıldığını görünce önce duraksadım; sonra hak verdim. Remiks Kültürü’nü ilk öne süren Harvard Üniversitesi’nde hukuk profesörü olan Lawrence Lessig’dir. Bunu, internetten ücretsiz olarak indirebileceğiniz, Remix isimli kitabında ele almıştır.

Internetten ücretsiz indirebileceğiniz ifadesi pek çok okurun aklına bunun yasal olup olmayacağı sorusunu getirmiştir. Hemen belirteyim ki yasal!

Remiks kültürü, en basit anlatımıyla, yeni bir şey üretirken, halihazırda üretilmiş malzemelerden de istifade etmeyi doğal karşılayan kültürü işaret etmektedir. Örneğin bir süre önce ülkemizdeki televizyonlarda da sık sık yayınlanan bir video-klip vardı. George W. Bush ve Tony Blair’in konuşmaları ile Lionell Richie’nin Endless Love şarkısının remikslenmesi sonucunda oluşturulan.

Lessig, Remix kitabında, kültürü Read-Only ve Read-Write olarak ikiye ayırıyor. Sadece okunabilen kültür, biz dijital göçmenlerin yüzyıllardır bildiği kültür modeli. Bir eserle olan dialogumuz sadece onu “okuma” şeklindedir. Bir tabloyu izleriz, bir romanı okuruz, bir müzik eserini dinleriz. Bu kültür modelinde zaten bu eylemlerin ötesine geçmek yasadışı sulara girmek anlamına gelmektedir.

Oysa dijital altyapının getirdiği imkanlar sayesinde kültürde kökten bir dönüşüme neden olacak imkan da hayatımıza girmiş durumda. O da aslında dijital dünyada herhangi bir eser ya da malzemeye erişirken, onun bir kopyasının bizim için oluşmasıdır. Örneğin bir web sitesine gidip de bir sanatçının çektiği bir fotoğrafı görmek isterseniz, o fotoğrafın saklandığı sunucu bilgisayardaki dosyanın bir kopyasının sizin bilgisayarınıza indirilirmesi gerekir.

Bu basit ama dramatik değişiklik kültürel düzeyde Oku/Yaz (Read-Write) modelinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. İşte bu nedenden ötürü bugünün dijital yerlileri (Y Kuşağı) herhangi bir malzeme üzerinde oynayarak ondan yeni bir şey üretmeyi yaşamın, kültürün çok doğal bir parçası olarak algılamaktadır. Her ne kadar Sadece-Oku kültürünün mensubu olan dijital göçmenler açısından bu durum telif hakklarına aykırı, o nedenle de yasadışı olarak değerlendirilmesi gereken bir olgu olsa da.
Oku-Yaz Kültürü giderek daha da baskın hale gelmekte; çünkü dijital teknolojiler inanılmaz bir hızda değişmekte. Örneğin blogosfer gibi bir imkanın ortaya çıkması medyayı dramatik bir şekilde etkiledi. Bugün eli klavye tutan herkes bir köşe yazarı olabilir (kendisine bir blog açıp, fikirlerini tüm dünya ile paylaşabilir – hem de bedavaya). Ya da profesyonelce bu işi yapan bir kişinin dijital köşesindeki makalelerle ilgili görüşlerini yazara ve tüm okurlara iletebilir.

Oku-Yaz kültürü biz istesek de istemesek de burada ve büyük bir fanatik kitlesine sahip. Öyle ki eski köye yeni adet getirmekten, telif olgusunu günümüz dijital kültürüne göre yeniden ele almaktan başka bir seçenek kalmadı!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1233) - Ooof Off Line Köşesi - 05 11 2010

DİJİTAL TEKNOLOJİ ve KİTAP

Dijital teknolojideki gelişmelerin kitap üzerindeki etkisi sadece e-kitap dönüşümü ile sınırlı değil. Son 40 yıl içindeki gelişmelerin bu alanda ne tür değişimlere neden olduğunu daha detaylı irdelemek gerek. 2040 yılında belki de dijital kağıt üzerinde yayınlanan e-kitaplarda da selüloz tadı olabilecek. Peki selüloz bağımlılarının bu görmeye ömrü yetecek mi?

Geçtiğimiz günlerde yaptığım yurtdışı seyahati sırasında okuduğum bir kitap vesilesiyle öğrendim. Eski kitapları onaranların bir türevi olarak ortaya çıkan yeni bir meslek varmış: Eski kitapları mevcut halleriyle korumak.

Kurgu türündeki kitabın bir bölümünde neden kitabı “onarmak” yerine “mevcut halini koruma”nın tercih edilmesi gerektiğini şöyle izah ediyordu “esas kadın” : Eski bir kitabı bugünün mevcut teknolojileriyle incelediğimizde, bazı önemli izleri tespit edemeyebiliriz. Bu izler kitabın hayatı hakkında çok önemli bilgileri içeriyor olabilir. Eğer kitabı onarırsak, belki de gelecek onyıllarda ortaya çıkacak yeni teknoloji sayesinde çözüme kavuşturulacak o izleri silmiş oluruz. Böylece kitabın hayatıyla ilgili o bilgilere hiçbir zaman ulaşamayız.

Görüldüğü üzere teknolojinin kitap üzerindeki etkisi sadece kağıda basılması yerine elektronik cihazlar marifetiyle okunur hale getirilmesi ile sınırlı değil. Özellikle eski kitaplarla ilgili yapılan çalışmalarda teknolojiden ileri düzeyde istifade edilmekte.

Bu vesile ile araştırma yaparken kitapla ilgili olabilecek teknolojik gelişmeler konusunda bir “e-kitap” çıktı karşıma. Kitapları ücretsiz olarak dijital dünyaya aktarma misyonu olan Gutenberg Projesi kapsamında yer alan “Herkes için Teknoloji ve Kitaplar” adını taşıyor. Kitabın girizgahındaki kilometretaşlarından bazılarını sizlerle paylaşmak ve son 40 yılda teknolojinin bu açıdan da bakıldığında ne kadar geliştiğini göstermek istedim:

1971 : Gutenberg Projesi. İlk dijital kütüphane fikri.
1974 : Internet kalkışa geçiyor.
1977 : İlk yaygın bibliyografi formatı UNIMARC
1984 : Yazılım için yeni bir telif anlayışı : COPYLEFT
1990 : Webin yaygınlaşmaya başlaması.
1993 : Online Books Page ücretsiz e-kitap listesi.
1993 : PDF formatının piyasaya çıkması.
1994 : İlk kütüphane web sitesinin açılışı.
1994 : Yayıncıların bazı kitaplarını ücretsiz olarak internetten sunmaya başlaması
1995 : Amazon.com – ilk büyük e-kitapçı.
1995 : Medyanın internette yayın yapmaya başlaması.
1996 : Palm Pilot’un çıkışı – ilk avuçiçi bilgisayar.
1996 : Webin arşivlenmesi için Internet Archieve’in kurulması.
1997 : Internetten yayıncılığın yaygınlaşması.
1999 : Kütüphanecilerin webmaster haline gelmeye başlaması.
1999 : Open eBook formatının e-kitap standardı olması.
1999 : Yazarların internetten erişilir hale gelmesi.
2001 : Wikipedia’nın açılışı.
2001 : Telif konusunda yeni oluşum : CreativeCommons.
2003 : MIT Üniversitesinin ders içeriklerini internetten yayınlaması – OpenCourseWare.
2004 : Google Print (daha sonraki adıyla Google Books) yayında.
2005 : Open Content Alliance’ın (OCA) global dijital halk kütüphanesini açması.
2006 : Microsoft’un dijital arşivden araştırma hizmeti: Live Search Books
2007 : “Güvenilir” bir kooperatif-ansiklopedi : Citizendium.

Japonyalı fütüristler 2020 yılında kağıdın yerini katlanabilir bir malzemenin alacağını ve gazetelerin bu malzeme üzerinde yayınlanacağını öngörüyor. Keza 2040lı yıllarda da TV yayınlarının tad ve koku duyularına yönelik yayın yapabileceğini belirtiyor. Demek ki sadece yirmi yıl boyunca (2020-2040) selülozun tadından mahrum kalacağız. Sonra dijital ortamda da o tadı alabiliyor olacağız! O halde soru şu: Ömrümüz bunları görmeye yetecek mi; ya da ömrü yetecek olanlarda hala geçerli bir selüloz saplantısı kalacak mı?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1232) - Ooof Off Line Köşesi - 29 10 2010

DİKKAT ! Y KUŞAĞI GELİYOR...

Gelecek yirmi yıl içinde tüm dünyayı yönetecek olan bu kuşak mensupları, sahip oldukları özellikleriyle daha iyi sonuçlar elde edebilecekler mi? Yoksa sonuçlar daha kötü mü olacak?


Hanzade Doğan Boyner geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen İnteraktif Pazarlama Zirvesi’nde yeni kuşağı “Dot Com Nesli” olarak adlandırdı. X Kuşağı adı verilen bir önceki nesilden farklı olarak ondan sonra gelen bu yeni nesil maşallah istemediğin kadar isme sahip.

Benim karşıma çıkan bazı isimleri paylaşayım. Sizin de karşılaştığınız ve bunlara ekleyeceğiniz isimler varsa lütfen benimle paylaşın:

Y Kuşağı
Dijital Yerliler
Simular
Milenyum Kuşağı
Net Nesli
Gelecek Nesil
Echo Boomer (II. Dünya Savaşı sonrası doğan baby-boomer kuşağının çocukları)
Dot Com Nesli

Teknik ya da matematiksel görülen Y Kuşağı ifadesi bir öncekine X Kuşağı denmesinden kaynaklanıyor olsa gerek. Benzer şekilde Y Kuşağı’ndan sonra gelecek olan nesile verilecek isim de bu çerçevede hazır : Z Kuşağı. Tabii Z harfinin alfabenin son harfi olması, Z Kuşağı’nın bir tür “son kuşak” olacağı imajı yaratmıyor değil.

Bu kuşağa dijital yerli denmesinin nedeni temelde bu neslin çocuklarının dijital dünyanın içine doğmuş olmalarından geliyor. Onlar bilgisayarın, cep telefonunun, internetin olmadığı bir dünyayı bilmiyorlar. O nedenle de dijital dünyanın ilk doğal evlatları. Tabii bunun etkisi sadece sözde kalmıyor. Bu kuşakta doğanlar dijital dünyanın bu nimetlerinden de azami ölçüde istifade ediyor ve bununla da kalmayarak onlarsız yaşayamıyorlar. Öyle ki geçtiğimiz yıllarda İngiltere’de cep telefonsuz kalma korkusu diye nitelendirilebilecek bir “dijital fobi” bile tespit edildi.

Simu kelimesi simulasyondan geliyor. Fransız düşünür Jean Baudrillard’a atfedilen simülasyon ve simülakr dünyası, aslında belki de bugün içinde yaşadığımız dijital dünya. Gerçek olmayan, gerçeğin bir tür simülasyonu yani. O dünyada yaşayanlar da doğal olarak “simu” oluyor.

Bu kuşağa ne ismi verilirse verilsin, doğal olarak, önceki kuşaklardan farklı özelliklere sahipler ve bu özelliklerin temelinde dijitalleşmiş bir dünyanın varlığı var. Örneğin Y kuşağı mensupları aynı anda birden çok şey yapmakla ünlüler. Bu özellikleri, onların bir nesil büyüğü olan X Kuşağı ya da daha eski nesiller için “konsantrasyon bozukluğu” olarak nitelendirilebilecek bir özellik. Neden ? Çünkü eski nesiller aynı anda sadece tek bir şey yapmaya odaklanmışlardır. Onların paradigması bunu öğretmiş, bunu uygulatmaktadır.

Ya da uzman bir eğitimci arkadaşımın tespit ettiği üzere Y Kuşağı mensupları birbirleri ile göz teması kurmaktan kaçınırlar. Daha eski kuşaklar için bu büyük bir kayıp ya da özgüven eksikliği olarak yorumlanır. Oysa sanırım hiçbir Y Kuşağı mensubu, birisinin kendisiyle göz teması kurmaktan kaçınmasını bu şekilde algılamamakta, aksine bunu doğal karşılamaktadır.

Belki de temelde sorulması gereken soru şu : Gelecek yirmi yıl içinde tüm dünyayı yönetecek olan bu kuşak mensupları, bu özellikleriyle daha iyi sonuçlar elde edebilecekler mi? Yoksa sonuçlar daha kötü mü olacak?

Onları eleştirdiğimize göre beklentilerimiz pek de olumlu değil. Ancak dünyanın son 30 yılına baktığımızda bizim de pek matah sonuçlar üretmiş olmadığımız ortada...


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1231) - Ooof Off Line Köşesi - 22 10 2010

Perşembe, Kasım 04, 2010

OLDUKÇA SOSYAL BİR ÜLKE OLMALIYIZ

Facebook’ta dünya dördüncüsüyüz. Dünya bizi sosyal bir toplum olarak yorumlarken, biz kendimizi nasıl yorumluyoruz? Bu yorumların yanısıra bilimsel araştırmalar yapıp da ortaya bilimsel tezler atabilmiş miyiz? Yoksa meydan başkalarına mı kalmış?

New York’taki bir konferansta Türk gazetecilerle de görüşen Facebook’un teknoloji başkanı Bret Taylor, Türkiye’nin ABD, İngiltere ve Endonezya’dan sonra dünyada en çok Facebook kullanıcısı olan dördüncü ülke olmasıyla ilgili yaptığı yorum bu : “Oldukça sosyal bir ülke olmalısınız!”

Taylor’un verilerine göre toplam 500 milyonun üstünde üyesi olan Facebook’ta 22 milyon 600 bin Türk üye var. Bir başka deyişle ülkemiz nüfusunun neredeyse %30’u Facebook’a üye.

Taylor Endonezya’nın durumunu, Endonezyalı gazetecilerle görüşüp onlara da “oldukça sosyal bir ülke” olup olmadıklarını sormuş mu bilmiyorum. Ancak benim dikkatimi bu haberi internette yayınlayan sitelere bizim Türklerden gelen yorumlar çekti. Bazı örnekler:

“Sokakta bir arkadaşı yokken face’de bin sözde arkadaşı olan bir çöpçatan sitesi”

“Sokakta arkadaşını tanımamazlıktan gelen, ikili cinsiyet ilişkilerinden çekinenlerin, söyleyecek sözü olmayan insanların üye olduğu bir site işte”

“Sahte ve geçici dostluklara bile muhtaç olduğumuzun göstergesi”

“Facebook kullanım oranı bir milletin aczini, boşluğunu, antisosyalliğini, baskı altında olduğunu, kaytarmacı olduğunu ve sevgisizliği gösterir, övünülecek bir şey değil”

“Türkiye ve Endonezya... Bastırılmış toplumlar”

“Bir ülkenin neden gelişmediğinin en büyük göstergesi”

“Ne sosyalliği millet işsizlikten bu sitede vakit harcıyor. İşsizlikte ülke kaçıncı sırada bi bakın anlarsınız”

“Sosyal olma özelliğimizden değil arkadaş, paramız yok maalesef beleş eğlence işte bir de kapalı toplumuz bir kıza söyleyemeyeceğimiz şeyleri facebooktan söylüyoruz”

Görünen o ki Taylor’ın verileri ve yorumu facebook kullanıcıları açısından bambaşka bir anlam ifade ediyor. Hatta işi iyice ilerletip, bir kişinin özellikle “kız tavlamak” için birden çok hesap açtığı da belirtilerek aslında 22 milyon 600 binlik üye sayısının 22 milyon 600 bin Türk’e karşılık gelemeyeceğini iddia eden de var.

Facebook gibi sosyal ağların belli bir açığı kapatmaya hizmet ettiği tartışılmaz bir gerçek. Bundan dolayı bu tür siteleri eleştirmek sorunu ıska geçmek anlamına gelecektir. Daha ziyade bir toplumun üyelerinin bu tür bir siteyi (Facebook ya da benzeri başka siteleri) ne amaçla kullandığını, ne kadar süre ile kullandığını, hayatlarında ne tür bir açığı kapattığını tespit etme gibi içinde yaşadığımız toplumu daha iyi anlamamızı sağlayacak hususlara odaklanılması gerekir. Bu açıdan irdelendiğinde bu siteler üniversitelerimizin sosyoloji dallarının üzerine profesyonelce eğilmesi gereken doğal birer araştırma alanıdır.

Toplumumuzu daha iyi anlamak için sosyoloji bölümleri bu bol ve bedava veriden istifade ediyor mu bilemiyorum ama ortada toplum hakkında ahkam kesme konusunda uzmanlaşmış pek çok sözde sosyologun olduğu kesin. Kendilerini her gün medyada izliyor, toplumu nasıl tanımladıklarını, onu nasıl manipüle ettiklerini ve kendi tezlerini doğrulamak için toplum üzerinde nasıl kalıcı hasar oluşturduklarını görüyoruz. Açık (ya da özgür) bir toplumda kabahatin sadece suistimal edicilere ya da beceriksizlere tahvil edilmesi ne kadar sağlıklı?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1230) - Ooof Off Line Köşesi - 15 10 2010

e-DEVLET ve BÜROKRATİK OLİGARŞİ

Bürokratik oligarşiyi eleştirirken samimi olan bir yönetim anlayışının sağlamasıdır e-devlet sürecine verilen önem. Dolayısıyla e-devlet, e-dönüşüm sürecinin performansı ilginç anlamlar da içerir!


TÜSİAD, ODTÜ’ye hazırlatmış olduğu e-Devlet Raporu’nu Eylül ayı sonunda kamuoyuna açıkladı ve kısaca e-Devlet sürecinde sınıfta kaldığımızı ilan etti.

Mevcut durumun vehametini izafi bir değerlendirme yaparak çok daha iyi anlayabiliriz. Birleşmiş Milletler’in konu hakkında her yıl düzenli olarak yayınladığı indekse göre 2010 yılında 192 ülke içinde Türkiye 69. sırada yer almıştır. Bu veriyi tek başına yorumladığımızda pek de fena sayılmaz diyebiliriz. Ancak 2003 yılında aynı araştırma indeksinde Türkiye’nin 191 ülke içinde 49. sırada olduğunu da belirtirsek tablo daha net olarak sergilenmiş olur. Son yedi yılda ilerlemek ne demek; geriye gitmişiz.

Raporun sonunda yer alan şu paragraf aslında ne yapılması gerektiği konusunu olası en yumuşak bir üslupla sunuyor: “e-Dönüşüm Türkiye projesinin dönüşüm için gerekli olan bir çok eylemin gerçekleştirilmesinin yanı sıra, yeni bir yönetim modelini zorunlu olarak gerektireceği düşünülmektedir. Söz konusu yönetim modelinin nasıl olması gerektiği ve gelişmiş ülkelerin bu bağlamda nasıl bir davranış sergiledikleri Türkiye için e-devlet yönetim modelinin oluşturulması ya da mevcut modelin iyileştirilmesi konusunda önemli girdiler sağlayacaktır”.

Bu paragraftan şu mesajlar çıkarılabilir: Bir; stratejik düzeyde bu işi beceremedik. Önce bu işi anlayan birilerinin en üst düzeyde bu işi yönetmesi ve bunu ülkemizin günlük yaşamının bir parçası haline getirmesi gerekir. İki; bunun altını doldurmak için de bizden önce yola çıkmış olanlar neler yapmış, onlardan da feyz alınabilir.

Bu işi gündelik yaşamımızın bir parçası haline getirmek demek, türbana, ergenekon gibi isimlerle adlandırılan süreçlere, et üretim ve ithalatına, dış ticaretle ilgili yapılan aktivitelere vb siyasi düzeyde ne derece önem veriyorsak, bilgi iletişim teknolojilerine de aynı düzeyde önem vermemiz demektir.

Uluslararası danışmanlık şirketleri milyon dolarlık danışmanlık projelerini sunarken müşterisi konumunda olan ve o hizmeti talep eden kurumlardan istedikleri ilk şey “üst düzey yönetici desteği”dir. Kurumsallaşmamış bir organizasyonda patronun, kurumsallaşmış bir organizasyonda ise yönetim kurulu ve genel müdürün işi sonuna dek alıp götürmesi demektir bu.

Kağıt üzerinde baktığınızda destek vermeyen bir kurum bulamazsınız. Ama bu tür projeler her zaman beklenen sonuçları üretmez. Bunun nedeni, destek olgusunun farklı algılanmasıyla ilgilidir. Köstek olmamak destek olmak anlamına gelir şeklinde algılanmaktadır. Oysa destek olmak, köstek olmamakla bitmez. Aynı zamanda sürecin istenen sonuca götürmesi için gerekli olan her şeyi yapma konusunda elini taşın altına koymayı da gerektirir. Bunun yapılmamasının temel bir nedeni vardır. Patron ya da yönetici işin ucunda mevcut imtiyazlı konumundan ödün vermesi gerektiğinin kokusunu almıştır. Oysa onun arzusu kendi konumuında bir değişiklik olmadan o sorunun halledilmesidir. Stratejik düzeyde bu ne yazık ki olası değildir.

e-Devlet sürecinde de benzer bir durum var. Mevcut siyasi vizyon, anlayış, iş yapış biçimi, yetki ve sorumluluklar vb hiçbiri değişmesin, ama öte yandan elektronikleşme süreci beklendiği şekilde sonuç versin. Bu imkansız! Bürokratik oligarşiyi eleştirirken samimi olan bir yönetim anlayışının sağlamasıdır e-devlet sürecine verilen önem. e-Devlet sınıfta kaldıysa o oligarşinin kalkmasını isteyen yok demektir. Olsa olsa el değiştirmesi arzu edilmektedir.


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1229) - Ooof Off Line Köşesi - 08 10 2010

Çarşamba, Ekim 06, 2010

EZBER ve MUHAKEME YETENEĞİ

Türkiye’de web sitelerine erişimin yasaklanmasının gerisinde yatan temel sorun bütünüyle vergi kanunlarımızla mı ilgili? Öne çıkarılan bu sorun gerçekten de tüm resmin baş sorumlusu mu? Yoksa farkında olmadan kafamızı kuma mı sokuyoruz?

Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün Eylül ayında New York Columbia Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada “Türkiye’de internet sansürü olmadığını, bazı sitelere erişememenin vergi kanunlarımızdaki yetersizlikten kaynaklandığını” açıkladı.

Medya bu açıklamayı şaşırtıcı olarak yorumladı. Internet medyasında ise konu “Cumhurbaşkanına bu tür yanıltıcı bilgilendirmeyi kim yapıyor?” temasıyla işlendi.

En basit bir konu bile zihinlerde oluşmuş paradigmalar nedeniyle bir açmaza sürükleniyor. Hal böyle olunca da herhangi bir çözüm üretmek söz konusu değil?

“Kim”in bilgilendirdiğini bir kenara bırakarak şu iki soruya cevap arayalım: Birinci soru: Cumhurbaşkanının bu açıklaması doğru mu değil mi? Evet doğru. Geçtiğimiz aylarda Ulaştırma Bakanlığı ile Google arasında yaşanan ve medyaya da yansıyan Google’un bazı hizmetlerine erişim kısıtlaması getirilmesi konusu bakanlığın bakış açısından incelendiğinde vergisel bir özelliğe sahip. Bakanlık Google’un Türkiye kullanıcılarına sunduğu reklamlardan kazandığı parayı bir Türk firması üzerinden tahsil etmesini ve bunun da vergisini ödemesini bekliyor. Google ise bu tahsilatı dünya üzerinde bir kaç ülkede konsolide etmiş olduğu firmalar üzerinden yapıyor.

Şimdi ikinci soruyu da sorarak, işin sağlamasını yapalım: Türkiye’de şu an, Youtube da dahil olmak üzere, yüzlerce siteye erişimin aylardır, yıllardır yasal olarak engellenmiş olmasının gerisinde yatan sebep yukarıdaki Google sebebiyle aynı mıdır?

Eğer bu sorunun cevabı yasaklı web sitelerinin tamamı için olmasa bile çoğu için aynı olsaydı Cumhurbaşkanımızın New York’taki açıklaması bir devlet adamının samimi bir özeleştirisi olarak değerlendirilebilirdi. Oysa biliyoruz ki yasaklı olan tüm o web sitelerine erişimin engellenmesinin gerisinde başka sebepler yatmakta. Örneğin youtube erişimini engelleyen mahkeme kararında vergisel bir şey yok. Daha ziyade Atatürk ile ilgili bir video klibin tüm dünyadan erişimine kapatılmamasından dolayı ihtiyaten alınmış bir karar var.

Yeniden anımsamak gerekirse Youtube Atatürk ile ilgili o videonun Türkiye’den erişimini kaldırmayı taahhüt ediyor, ama tüm dünyadan erişimini kaldırmaya yanaşmıyor. Türkiye ise bunu yeterli bulmuyor.

Youtube eğer başka örneklerde de maruz kaldığı bu baskı karşısında aynı tavrı gösteriyor olsa söylenecek bir şey yok. Ancak burada Youtube’a kafa tutan tarafın gücüyle orantılı bir tepki var. Demek ki Türkiye’nin gücü Youtube’un o videoya erişimi dünya genelinde engellemesine yetmiyor. Eğer bu analiz doğruysa resmi makamlarımız kendi başarısızlıklarının faturasını kendi ülkesindeki internet kullanıcılarına çıkarmış oluyor. Youtube’a erişimi engelleyerek.

Bu tablo karşısında Cumhurbaşkanımızın açıklaması genel resmin çok küçük bir kısmı için doğrudur; ama tüm resmi yansıtmakta yetersizdir.

Bu denli basit konuları çözmek için bile aylarca, yıllarca zaman ve emek harcıyorsak (örneğin Youtube yasağı şu an AİHM’ye taşındı) en azından dürüstçe şu iki tespitten birini kabul edelim: Ya bu işten anlamıyoruz ya da bu işe yeterince önem vermiyoruz. Bu son tümcedeki “iş” kelimesi “internet, dijital kültür, bilgi çağı, konuşma özgürlüğü” gibi kavramlara işaret etmektedir.

İlginçtir bu kavramları kendi başına ele almamız gerektiğinde onun hakkında methiyeler düzmek konusunda oldukça başarılıyız. Demek ki içinde yaşadığımız bu çağın global özelliklerini, yapıtaşlarını idrak edebilmiş değiliz. Ezberimiz güçlü ama muhakeme yeteneğimiz yok!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1228) - Ooof Off Line Köşesi - 01 10 2010

İÇERİK KRALSA TEKNİK ÖZELLİKLER KRALİÇEDİR!

Bir siteyi vezir de rezil de yapan daha ziyade içerik olduğundan, herkesin erişebileceği uzaklıkta olan teknik özellik ya da yapı malzemelerinin sitenin popülerliği üzerindeki rolü haksız yere ihmal edilmektedir.


Web siteleriyle ilgili ilk günden beri popüler slogan haline gelmiş bir tespit vardır: “İçerik Kraldır!”. Yani bir web sitesi için en kritik husus içeriğinin zengin ve orijinal olmasıdır. Eğer bir web sitesinde başka yerlerde de kolayca bulunan içerik varsa, sörf yapanlar neden o başka sitelere değil de sizin sitenize gelsin ki?

İçerik olgusuna odaklanma o denli yüksek düzeyde ki bir web sitesi ya da blog sayfası yapmaya kalktığınızda sadece ve sadece içeriğe odaklanma gibi bir tekboyutlu bakış açısı genel görünümü karartabiliyor. Oysa resmin tamamı içerikten oluşmuyor.

İçerik ile birlikte ele alınması gereken diğer husus da web sitesinin yapı taşlarını oluşturan diğer teknik özelliklerdir. Örneğin tasarımı, renk seçimi, sunulan kolay kullanıma yönelik araçlar (mesela site içinde arama yapma imkanı, kolay dolaşma imkanı, anahtar kelimelerin sıralanması, siteye kolayca abone olabilme imkanı vb).

Tüm bu özellikler “içerik kraldır” sloganının altında ezilmekte, değersiz birer detay haline gelmektedir. Oysa bu yapı malzemeleri olmadan bir web sitesi tam olamaz. Ayrıca araştırmalar göstermiştir ki bir web sitesine ilk defa giden bir kullanıcının o sitede kalması ya da alternatif bir web site arayışına girmesi sadece 109 saniye içinde verdiği bir karardır. 109 saniye içinde içerik kadar görsel malzeme ve kolay kullanım imkanları da kararı etkileyici ana unsurlardandır.

Peki uzmanların içeriği öne çıkarıp da yapı malzemelerini geri plana itmelerinin sebebi nedir? Burada çok basit bir akıl yürütme var. Teknik özellikler ya da yapı malzemeleri herkesin öğrenebileceği ya da para ile sahip olabileceği şeylerdir. Dolayısıyla bunlar bir web sitesi oluşturma sürecinde herkes için eş değerde olgulardır. O halde ayırt edici özellik olamaz. Ayırt edici özellik olarak geriye içerik kalmaktadır. Bir siteyi vezir de rezil de yapan şey içeriktir. İçerin zenginliği, tazeliği, özgünlüğüdür.

Bu değerlendirme yanlış değil ancak gerçeği çarpıtacak derecede bir ihmalkarlık da içermekte. Bu ihmalkarlık nedeniyle binlerce kişi internette bir web sitesi açar açmaz zengin (ya da popüler) olacaklarını sandı. Çünkü cahil medyanın da körüklemesiyle mesaj kitlelere bu şekilde eksik ulaştırıldı. Web sitenizden başka yerde bulunamayacak bir içerik sunduğunuzda herkes gelecekti! Oysa öyle olmadı.

Web sitesi olgusunu ve teknolojilerini öğrendikçe bazı site sahipleri herşeyin içerikte başlayıp içerikte bitmediğini kavradılar. Sitelerine daha çok trafik çekmek için içeriğin yanısıra başka şeyler de yapmak zorunda olduklarını tespit ettiler. Kimisi bu teknik imkanları kendi kişisel gayretiyle sitesine dahil etti, kimisi ise bedelini ödeyip profesyonel hizmet alarak bu imkanlara sahip oldu.

İşte bu basit husus aslında internetin ya da webin eşitlikçi yanının sadece başlangıç anında çok kısa bir süre için geçerli olduğunun temel göstergesidir. Tıpkı 100 metre yarışı gibi. Atletler sadece başlama işareti verildiği anda hizada ve eşittir. Bir sonraki saniyeden itibaren herkes kendi performansına göre ilerler.

Evet satrançta oyunu bitirmek için en stratejik taş olan şahı (İngilizce’de “kral”ı) altetmek gerekir ancak şahın gücünü korumak için en güçlü hamle imkanına sahip olan, en çok çalışıp didinen taş ise vezirdir (İngilizce’de kraliçe).


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1227) - Ooof Off Line Köşesi - 24 09 2010

Perşembe, Eylül 23, 2010

“HAKİKATİN ÇÖLÜ”

Kişinin bir fikir sahibi olması iyi birşey. Ancak bu aşırıya kaçtığında her türlü hayal mahsülü fikir, objektif bilgiden daha itibarlı hale gelebilir. Hakikatin çölünü reddetme eğiliminde olan birey için bu renkli hayal dünyası ne büyük bir nimettir! Dilediğin sebebi hayal et; olayların ardındaki gerçek o olsun!


Birkaç gün önce yazar Paulo Coelho Twitter üzerinden kendisini izleyenlere bir soru sordu : Matrix filminde “Hakikatin çölüne hoşgeldiniz” diyen karakter hangisiydi?

Hakikat neden çöle benzer? Çevremizde meydana gelen olayları ya da birilerinin söylediği bir sözü ya da aldığını bir kararı (doğrudan ya da dolaylı bizi ilgilendirdiği için) irdelememiz gerektiğini varsayalım. O olay neden oldu? O kişi neden öyle dedi? Ya da neden öyle bir karar almış?

Perdenin arkasında yatan gerçekleri ararken çok kritik bir noktadan geçeriz. Bu arama, tarama, irdeleme işini yaparken baz alacağımız temel paradigma nedir?

Bu noktayı o kadar hızlı geçeriz ki bunun bir değeri olduğunu bilmemekle kalmaz, bunun aslında tüm resmi değiştirecek güce sahip olduğunu da algılayamayız. Birisi bir vesile ile (mesela bu yazı) konunun altını çizmeye kalktığında da büyük bir olasılıkla onunla hem fikir olmamız olanaksıza yakın bir köşeye atılacaktır...

Nedir o paradigma? Basitçe, sadece kendine kapalı bir çevrede oluşmuş kişisel fikirlerimizi mi baz alacağız? Yoksa kendimizin, kendi fikirlerimizin de dışına çıkarak, başka bireylerin fikirlerini ya da daha objektif olduğu konusunda mutabakat sağlanmış fikir/bilgi kaynaklarını da resmin içine dahil edecek miyiz?

Bu kritik nokta bizim birey olarak, toplum olarak bilgi çağının neresinde olduğumuzu net bir şekilde gözler önüne serme gibi “kötü” bir özelliğe sahip!

Eğer sadece kendimiz ile sınırlı kalma yolunu seçersek; o olay, söz ya da kararla ilgili olarak fantezi dünyası önümüzde sonsuza dek açılmış olur. Hayal kurma kapasitemiz burada kendisini azami ölçüde gösterir ve inanılmaz sebepler icat ederiz. İcat edilen bu rengarenk sebeplerin ortak özellikleri de olacaktır. Mesela duruma göre bize en büyük kötülüğü yapacak olanlar gibi.

Böylece birisi bizi hiç dikkate almadan bir laf etmiş olsa bile bizim sınırsız hayal kurma dünyamız sonuçta aslında o kişinin oturup bize en büyük zararı dokunacak lafın ne olduğunu arayıp tarayıp bulmuş ve söylemiş olduğu fantezisini geliştirir.

Oysa kendi dışındaki kaynakları da resme dahil etme yolunu tercih eden birisi, o kişinin neden öyle demiş olabileceği konusunda daha objektif kaynaklara da başvurarak veri ve enformasyonu bir araya getirir ve bunlar ışığında bir bilgi üretir.

Fantezi dünyasındaki birey bunun etkisinde o derece kalabilir ki tesadüfen gerçek ile karşılaşsa bile gerçeğin çölünün renksizliği, hayalgücünden uzaklığı ona itici gelecektir. Bu çerçevede kişi gerçeğin çölünü acilen terk etmek ve kendi renkli hayal dünyasına geri dönmek ister. Böyle bir kişiye gerçeğin ne olduğunu bulmasını sağlamanın ya da anlatmanın ne anlamı olabilir ki? (Yine Matrix filminde Cypher karakterinin tüm ekibi ajan Smith’e sattığı yemek sahnesini anımsayın)

Bilgi toplumu bu açıdan bakıldığında hakikatın çölünde yaşar. Bilgiden istifade etmesini bellemiş birey de hakikatin çölünde yaşamaktan rahatsızlık duymaz. Bilgi tarih boyunca insanın gözlerine musallat olmuş aldatıcı gözlükleri çıkarıp atma eğilimindedir. Adem ile Havva’nın, cennetten kovulmalarına neden olan bilgi ağacının meyvesini yemelerinden beri. Belki de asıl husus cennet olgusuyla ilgilidir! Belki de o meyve cennete giriş anahtarıydı!


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1226) - Ooof Off Line Köşesi - 17 09 2010

Salı, Eylül 14, 2010

MOLESKINE 2.0

Teknoloji hayal gücümüzü geliştiriyor. Ben de bir Moleskine kullanıcısı olarak gelecekte Moleskine defterlerinin nasıl olabileceğinin hayalini kurdum ve dijital Moleskine 2.0 defterini oluşturdum. Hatta 2.1 versiyonunda ne gibi gelişmeler olması gerektiğini de belirttim.


Salı öğleden sonra! İşlerim erken bittiğinden beklenmedik bir boş zaman kaldı bana. Yabancı bir şehir, gri bir hava... Cep telefonumdan internete erişip bulunduğum noktaya yakın mesafelerde ne gibi imkanlar var diye araştırdım. Birkaç yüz metre ötemde bir sanat müzesi olduğunu tespit edince önce müzeyi gezmeye karar verdim.

Wireless ortam sayesinde cep telefonumla müzenin sistemine erişip, müzeyi gezerken önemli eserlerle ilgili tanıtıcı açıklamaları dinledim; fotoğraflarını çektim. Eskiden bu işler için ayrı ayrı cihazlar gerekirdi. Müze girişinde kiralanan telefon görünüşlü özel aletlerle tanıtımları dinler, fotoğraf makinesi denilen aletlerle de fotoğraf çekerdik. Şimdi hepsi için tek bir cihaz var. Nedense buna hala “telefon” demeyi tercih ediyoruz.

Gezmekten yorulunca kendimi görkemli binanın geniş girişine bakan cafenin üst katına attım. Sıcak kahvemi yudumlarken canım biraz dergi karıştırmak istedi. Sırt çantamdan dijital kağıdımı çıkardım ve kısa bir süre önce Birleşmiş Milletler’in almış olduğu karar vesilesiyle dünyanın her yerinde ücretsiz hale gelen wireless ortamdan internete eriştim. Wired, Cigar Aficionado, Economist ve Leman dergilerini (e-)satın alarak (e-)kağıda indirdim.

Dergileri karıştırmak bir kaç saatimi aldı. Neredeyse müzede gezmeye ayırdığımdan daha çok zamanı cafede okumakla ve “yazmakla” geçirdim. Dergileri okurken, ister istemez önemli bulduğum yazıları, görsel malzemeyi ayırmak, kenarlarına not almak gereğini duyarım. Teknolojinin yeni harikası olan Moleskine 2.0 defterleri tam bu iş için geliştirilmiş sanki.

Okuduğunuz bir dijital derginin ilginizi çeken kısmını (yazı, resim, reklam) e-kağıdınız üzerinde işaretledikten sonra wireless imkanıyla direkt e-defterinize gönderebiliyorsunuz. Moleskine 2.0’ın bu ilk versiyonunda defter dijital ortamdan kendisine gönderilen malzemeleri geliş sırasıyla son kaldığınız sayfadan itibaren boş sayfalara yerleştiriyor. Defterinizi açtığınızda herşey hazır. Gönderdiğiniz kliplerin kenarına aklınızdaki notları kaleminizle yazar, çalışmanızı tamamlayabilirsiniz.

Moleskine 2.0 e-defterlerinin bu özelliği çok önemli. E-Kağıt hem dijital hem de konvansiyonel özelliklere sahip. Böylece bir yandan gelen dijital malzemeleri defterin boş sayfalarına eklerken, diğer yandan da herhangi bir kalemle üstüne yazıp çizebiliyorsunuz. Tıpkı eskiden selülozdan yapılan kağıtlara yaptığınız gibi.

Sonra aklıma geldi. Müzeyi gezerken çektiğim bazı fotoğrafları da cep telefonumdan e-defterime aktardım.

Firma yetkilileri bu ilk versiyonda geliş sırasıyla yapılan yerleştirme işinin gelecek versiyonda iki seçenekli hale getirileceğini belirtiyorlar. İkinci seçenek şöyle olacakmış: Deftere gelen dijital malzemeler önce defterin en arka sayfasında yer alan “gelen kutusu”nda birikecekmiş. Tıpkı e-posta programlarının gelen kutusu gibi. Defter sahibi gelen kutusunu açıp, oradan sıra gözetmeksizin herhangi bir dijital malzemeyi seçtiğinde o seçilen klip ilk boş sayfaya yerleşecek ve gelen kutusundan silinecekmiş.

Bu bana daha özgürce geldi. Deftere göndereceğim malzemelerin gönderme sırasına dikkat etmem gerekmiyor böylece. Ancak bence bir özellik daha olmalı. Seçilen klip illa ki ilk boş sayfaya yerleştirilmemeli. Hangi sayfaya istersem o sayfaya yerleştirebilmeliyim.

Firmanın bir konudaki tutuculuğunu ben de destekliyorum. Bir klip bir sayfaya (e-) yapıştırıldıktan sonra artık yerinden hareket ettirilmemeli bence de. Keza yeni gelen bir klip sadece boş sayfalardan birisine yapıştırılabilmeli. Daha önce yazılmış ya da çizilmiş bir sayfanın üstüne yapıştırılmamalı. Sonuçta söz uçar, ama yazı kalmaya devam etmeli !

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1225) - Ooof Off Line Köşesi - 10 09 2010

Pazartesi, Eylül 06, 2010

“DİNGİN BİR ŞİMDİKİ ZAMAN” HAYALİ!

Eğer bir ülke veri ve enformasyon içinde boğuluyor ancak bilgi üretemiyorsa gelişmemiş demektir


- Herşeyi, baştan sona herşeyi bildiğimiz zaman, daha ne öğrenmemiz gerekecek?
- Sentez sanatını !

J.C. Carriere’nin bu sorusuna verdiği cevapla Umberto Eco yaşadığımız bilgi çağında “bilgi” demekle ne kastedilmesi gerektiğini net bir şekilde ortaya koymuş durumda.

Bu model Michel Serres’ten bir alıntıyla da güçlendiriliyor: “Hafızamıza [malumat] yerleştirme çabasını artık göstermemiz gerekmiyorsa o zaman geriye sırf zekamız kalıyor”.

Bugün fazlalığından dolayı yakındığımız veri ve enformasyona ulaşmak dünün insanı için oldukça zor ve o nedenle de değerliydi. Sorun aslında bir veri ya da enformasyona ulaşıldığında bununla hayatın kalitesini nasıl artıracağını bilen insan sayısının az olmasıydı. Pek çok insan bu bilinçten yoksun olarak yaşadı.

Bugün ortalama bir insan o bilince sahip. Ancak sorunu ise veri ya da enformasyonu yalın olarak kullandığında hayatına bir değer katma imkanının olmaması. Onları kullanarak, işleyerek illa ki bir bilgi üretmesinin gerekliliği. Umberto Eco “sentez sanatı” cevabıyla bu realiteye işaret ediyor.

Bugün gelişmiş ile gelişmekte olan (yani gelişmemiş) bir ülkeyi ayırt etmede bu nokta da bir değerlendirme kriteri olabilir. Eğer bir ülke veri ve enformasyon içinde boğuluyor ancak bilgi üretemiyorsa gelişmemiş demektir (Ya da genelde gelişmiş sınıfına giren bir ülkede yaşayan herhangi bir birey ya da topluluk için de bu değerlendirme kısmi olarak yapılabilir).

Dijital kültürde bunun hoş bir adı da var : Dijital uçurum! Bu uçurumu kapatma eforu da ülkenin gelişmişliğinin bir göstergesi olabiliyor. Bazı ülkeler her haneye yüksek hızlı internet erişimi sağlamayı anayasal bir hak olarak değerlendirirken başka bazı ülkeler anayasayı değiştirmek için bambaşka motivasyona sahip olabiliyor (mesela yargının yürütme ile aynı söyleme sahip olmasını sağlamak gibi)

Eco ile Carriere’nin söyleşi formatındaki “Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın” isimli kitapta kitabın geleceği de sorgulanıyor. Ancak basitçe mektup ile zarfın aynı şeyler olmadığı gibi belki de kağıdın yenileceğini ama kitabın teknolojiye yenilmeyeceğini saptıyorlar. Hatta bazı açılardan incelendiğinde kitabın format olarak bile teknolojiye üstün geldiğini tespit ediyorlar. Örneğin beş yüz sene önce yazılmış bir kitabı, dilini bildiğiniz sürece, bugün hala kolayca açıp okuyabilirsiniz. Ancak daha on yıl önce popüler olan bir saklama ünitesinde (diyelim ki diskette) yer alan bir dosyayı okumak bugün için neredeyse imkansız. Neden? Çünkü standard bir bilgisayarda artık disket okuyucusu yok!

Benzer şekilde belki CD/DVD okuyucular da yarının mükemmel bilgisayarlararının standard bir parçası olmayacaklar ve o nedenle bugün CD’lerde DVD’lerde saklanan bilgilere erişim imkanı ortadan kalkmış olacak.

Elbette ki bu ölümcül bir durum değil. Her seferinde yeni bir teknoloji çıktığında o geçiş döneminde bilgi hazinenizi yeni teknolojiye dönüştürürseniz herhangi bir kaybınız olmaz.

Ancak yine de bu durum, adı “kalıcı veri depolama ortamı” olarak anılan teknolojilerin aslında kendileriyle çelişkiye düşer gibi “geçici” oldukları gerçeğini saklayamıyor. Geçici çünkü sürekli değişiyor.

Bu değişim öyle bir hızda ki Eco’nun tespitiyle “Dingin bir şimdiki zamanı yaşayamıyoruz artık! Daima geleceğe hazırlanma gayreti içindeyiz!”

O gelecek hiçbir zaman gelmiyor ve daha da kötüsü şimdiki zamanı elimizden çalıp kaçırıyor!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1224) - Ooof Off Line Köşesi - 03 09 2010

BİR BORGES ANSİKLOPEDİSİ : WikiTlon

Ertuğrul Özkök’ün “Arta Kalan Zamanda” adlı arya seçkisinde bahsettiği o Borges öyküsünün sonunda yazar gelecek yüz yıl içinde yüz ciltlik efsanevi ansiklopedinin ikinci baskısının birisi tarafından ortaya çıkarılabileceğini umuyor. Bugün aradan 70 yıl geçmiştir ve Tlön Ansiklopedisi’nin 2. Baskısı’nın dijital kültürün sunduğu imkanlar dikkate alındığında, kısa süre içinde “bulunup” ortaya çıkarılmaması için bir neden kalmamıştır.


Ertuğrul Özkük’ün sevdiği aryalardan derlemiş olduğu Arta Kalan Zamanda isimli müzik seçkisiyle (iki yıl gecikmeyle) yeni tanıştım. Her ne kadar zürafalı bir öyküyle taçlandırılan arya favori listeme girdiyse de başka bir aryanın arasına sıkışmış olan o Borges öyküsü dikkatimi çekti.

Belki de öncelikle seçkinin formatından bahsetmek gerek. Aynı iki CD’den oluşan seçkinin ilk CD’sinde Özkök seçtiği her aryayla ilgili birer anı-öykü de eklemiş. Kenan Işık da bunları seslendirmiş. Özellikle Tuhaf isimli son kitabını okuduktan sonra bunlara anı-öykü demenin daha doğru olacağını düşündüm. Yani gerçek ile fantezinin birbirine karıştı(rıldı)ğı metinler.

Borges öyküsüne ismini belirtmeden atıfta bulunuyor Özkök. Öyküdeki bazı detayları anımsadığı kadarıyla alıntılıyor. Öykü Erzurum dolaylarında (kurulduğu sanılan) bir medeniyetten bahsediyor. İşin ilginci bu uygarlık yazarın evinde yer alan bir Britannica Ansiklopedisi’nin bir cildinin son maddesi olarak geçiyor ama o ansiklopedinin başka hiçbir nüshasında o madde yok! Bunu da daha sonra kapısına gelen bir okurla olan dialogundan anlıyoruz. Okur böyle bir ansiklopedi maddesinin olmadığını belirttiğinde, Özkök’e göre, Borges şöyle yanıtlıyor: “Hayret! Bendeki Britannica’da var”.

1986’nın bir Haziran Cumartesi günü, kısa süre önce ölmüş olması nedeniyle, Cumhuriyet’te tam sayfa kendisinden bahsedilen bir makale vesilesiyle tanışmıştım Borges ile. O gün öğleden sonra Ankara Zafer Çarşısı’ndaki bir kitapçıdan aldığım (o zamana dek Türkçe’ye çevrilmiş olan) iki Borges kitabından birisi olan Yolları Çatallanan Bahçe’de geçer Özkök’ün anımsadığı öykü.

Geçtiğimiz günlerde Thasos Adası’nda bir hafta sonu geçirmek üzere yola çıkarken sırt çantama sayfaları artık sararmış o kitabı da koydum. Adanın güney batı tarafındaki Potos kıyı kasabasında güneşin altında tembellik yaparken önce bu öyküyü okumayı tercih ettim.

Beklediğim üzere öykü Özkök’ün “anı” kısmına giriyordu; gerçekti (hatta Borges’in yazdığı ilk öykülerdendir). Ancak ansiklopedi maddesiyle ilgili detaylar gerçeğin yorgun bellek tarafından zorunlu modifiyeye tabi tutulmuş hali gibiydi; fanteziydi. Borges’in kapısına dayanan bir okuru yoktu ama başka nüshalarda bulunmayan, ancak tek bir nüshada yer alan, ansiklopedi maddesi vardı. Söz konusu ansikopledi Britannica değildi ama onun 1902 tarihli baskısının korsanı olan Anglo Amerikan Ansiklopedisi idi. “Korsan madde” Borges’in (kiraladığı) mobilyalı evdeki ansiklopedide değil, yakın arkadaşı Bioy Casares’teki nüshada yer alıyordu vs.

Öykü geliştikçe, bu uygarlığın belli bir yörede kurulmuş bir ülke (Uqbar) değil, tüm dünyaya yayılmış bir uygarlık (Tlön) olduğunu öğreniriz. Bu uygarlığı anlatan (her biri bin sayfa olan) yüz ciltlik bir başka ansiklopedinin tesadüfen bulunan XI. Cildi ise üzerinde derin araştırmalar yapmalarına vesile olur Borges ve arkadaşlarının. Böylece pek çok filozof, bilim adamı, entellektüelin bir araya gelerek, (idealize edilmiş) bir uygarlığı ve tarihini (hiç değilse kağıt üzerinde) kurduklarını öğreniriz.

Bu öyküyü okurken, dijital kültürün bugün sunduğu imkanları kullanarak Borges’in bu fantazisinin kolayca hayata geçirilebileceği düşünü kurdum. Basitçe bir wiki ortamıdır bu. Wikipedia ya da Wikileaks gibi. Belki adı da WikiTlon olacaktır. Borges’in anısına, Borges-sever aydınlar, okurlar oturup kendi meslek alanlarınınn idealize edilmiş modellerini Tlön Uygarlığı’nın o konudaki realitesiymiş gibi bu sanal ansiklopediye ekleyebilirler.

Belki de Borges’in öykünün sonunda bahsettiği ve gelecek yüz yıl içinde bulunacağına inandığı yüz ciltlik o “Tlön Ansiklopedisi’nin 2. Baskısı” internet üzerindeki bu WikiTlon olacaktır.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1223) - Ooof Off Line Köşesi - 27 08 2010

HER EVE BİR GOOGLE

Bir eposta gönderimi ile Google’da yapılan bir arama ya da bir video clip izleme trafiklerinin birinin diğerine göre öncelikle ele alınmaması, her birinin geliş sırasına göre gerçekleştirilmesi gerekir. Google daha hızlı hizmet sunmak için bu kuralı delmeden arkasından dolaşmaya mı çalışıyor?


Geçtiğimiz günlerde Google ile ABD’nin önde gelen internet servis sağlayıcısı ve mobil operatörü olan Verizon internetin nasıl düzenlenebileceği konusunda ortak bir taslak hazırlayarak kamuoyuna sundular. Her ne kadar sunulan taslak internetin eşitlikçi çalışma modeline halel getirmiyor gibi görünse de taslak karşısında farklı görüşleri olanlar da yok değil.

Tanım gereği altyapı hizmeti sunan (Verizon, TTNET, Superonline gibi) servis sağlayıcı firmalar kendi altyapılarından geçen internet trafiğini eşit şekilde taşımak zorundadır. Yani bir eposta gönderimi ile Google’da yapılan bir arama ya da bir video clip izleme trafiklerinin birinin diğerine göre öncelikle ele alınmaması, her birinin geliş sırasına göre gerçekleştirilmesi gerekir.

Günümüzde gelinen noktaya bakıldığında bazı kurum ya da kişiler bu eşitlikçi yaklaşım modelinin değiştirilmesi gerektiğini de savunmuyor değil. Buna göre örneğin birisinin izlemekte olduğu bir video clipte anlık donmalar olmaması için bir başkasının o sırada gönderdiği bir eposta varacağı yere bir kaç saniye (ya da dakika) gecikmeli gidebilir.

Olayı örneklere indirgediğinizde mantıksız görünmüyor. Ancak internet trafiğini eşitlikçi olarak yönetmediğiniz taktirde açılan o deliğin öyle bir büyüme potansiyeli var ki bugün ücretsiz alınan hizmetleri bugünkü kalitesinde alabilmek için bireylerin ek ücret ödemesi bile söz konusu olabilir.

Yukarıdaki örneği sürdürmek gerekirse, bugün gönderdiğiniz bir epostanın yerine ulaşması ücretsiz bir standard hizmet iken yarın gönderilen epostanın anında yerine ulaşması “katma değerli bir hizmet” olarak kategorilendirilebilir ve ek ücrete tabii tutulabilir. Ücretsiz eposta gönderimlerinde ise en hızlı ulaşım süresi 24 saate çıkarılabilir.

Gerek ABD’de bu konulardan sorumlu devlet kurumu olan FCC (Federal İletişim Komisyonu) gerekse de Google gibi firmalar internetin eşitlikçi çalışma modelinin değişmesini talep ediyor değil! Ancak yine de yukarıda belirtilen açıklama Google ile Verizon’un perde arkasında “bir dolaplar çevirdiği” konusunda kafalarda kuşkular oluşturdu.

Kendi blogunun yanısıra New York Times’a da yazan Robert Cringely konuya farklı bir açıdan yaklaşıyor. Ona göre Google ile Verizon’un üzerinde mutabık kaldıkları model, tamam internetin eşitlikçi yapısının bozulması anlamına gelmiyor ama, Google hizmetlerinin internet üzerinden çok daha hızlı sunulmasını sağlayabilecek nitelikte.

Nasıl mı? Bunun için Google’un arama sonuçlarını hızlı bir şekilde sunmak için ne tür bir veri ağı kullandığını bilmek gerekiyor. Mobil araçlar içine yerleştirilmiş ve Google’un veritabanının içeren merkezler Amerika’nın çeşitli yerlerine dağıtılmış durumda bir tür bölgesel konsantrasyon noktası görevi görüyor. O bölgeden birisi internette arama yaptığında talep Google’un en yakın mobil altyapısına ulaşıyor ve internette fazla dolaşmadan cevap kullanıcı ekranında beliriyor.

Cringely’e göre Google bu altyapısını Verizon’un merkezinin bulunduğu yerlere doğru genişlettiği taktirde Verizon üzerinden internete erişen kullanıcılar Google’da bir arama yaptıklarında cevap fiziksel olarak en yakın Google noktasından verilecek. Bu sayede hem Google hizmetleri daha hızlı çalışmış olacak, hem de daha az internet trafiği yaratılmış olacak.

Bir başka deyişle yola çıkardığınız sorular yolda eşit hızda hareket edip, cevaplarını alıp evinize dönmeye devam edecek. Ama soruyu Google’a sorarsanız Google’un cevap merkezi evinizin dibinde olduğundan yola çıkma gereği kalmadan cevap anında karşınıza gelecek. Yani herkes eşittir ama bazıları daha eşittir!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1222) - Ooof Off Line Köşesi - 20 08 2010

Cuma, Ağustos 13, 2010

TEKNOLOJİ KANUNLARI

Bu kanunların bir kısmı teknolojinin gelişmesine yön vermekte; diğerleri ise teknolojinin onu kullananlar tarafından nasıl algılandığına güzel birer örnek oluşturmakta!


Teknoloji tanımı gereği deterministik olduğunu kullanıcılarına net bir şekilde ispat edebilseydi, belki de aşağıdaki (kimi esprili) “kanunların” pek çoğu üretilmemiş olacaktı. Her ne kadar teknolojinin zaman zaman deterministik çalışmadığı gibi bir görüntü oluşturmasına neden olan durumların gerisinde yine deterministik bir bakış açısıyla incelendiğinde tatminkar açıklamalar yer alsa da hiçbirimiz bu detayları bilecek kadar uzman ya da mühendis değiliz.

Bu sıcak günlerde gelin bu iğneleyici kanunların bazılarını yeniden anımsayalım.
  • Mantık hatalı sonuca güvenle ulaşmanın sistematik bir yoludur.

  • Eğer inşaat mühendisleri binaları yazılımcıların programları yazdığı şekilde inşa etmiş olsaydı ilk ağaçkakan tüm uygarlığın yıkılmasına neden olurdu.

  • Hiçbir yazılım projesi öngörülen zamanda ve bütçede tamamlanmaz.

  • Yeni sistemler yeni sorunlar yaratır.

  • Hiçbir ileri teknoloji sihirden ayırt edilemez (Arthur C. Clark)

  • Bir bilgisayarın iki saniyede üreteceği hataları 20 insan 20 yılda anca üretir.
  • Bir projenin bitiş süresi yaklaştıkça kalan iş sayısı artar.
  • Bir teknoloji yeterince eskimeden ona güvenme.

  • Teknoloji o kadar hızlı değişiyor ki yeni bir şey öğrenmeden önce ondan daha çoğunu unutmak gerekir.

  • Karmaşık bir şey yapmak basit, basit bir şey yapmak karmaşıktır.

  • Bir insan yılı maliyeti olan teknoloji projesi 730 kişinin işi öğle yemeğinden önce bitirme çabasıdır.

  • Bir sistemin çalışmama olasılığı onu görmeye gelecek ziyaretçilerin önemine göre artar.

  • Teorik olarak çalışan şey pratikte çalışmaz; pratikte çalışan şey teorik olarak çalışmaz.

  • Eklemek isteyeceğiniz kablo parçası daima kısa gelir.

  • Teknolojiden anladığınızı sanıyorsanız, uzman değilsiniz demektir.

  • Çağırdığınız tamirci, sizin kullandığınız modeli bilmeyen birisi çıkacaktır.

Aşağıdaki üç kanun ise ciddi olarak kabul görmüştür:

  • Bir mikroçipin kapasitesi her 18 ayda iki katına çıkar (Moore Kanunu)

    İletişim sistemlerinin toplam kapasitesi her 12 ayda iki katına çıkar (Gilder Kanunu)

  • Bir şebekenin değeri onu oluşturan noktaların (node) sayısının karesiyle doğru orantılıdır (Metcalfe Kanunu)


Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1221) - Ooof Off Line Köşesi - 13 08 2010

Çarşamba, Ağustos 11, 2010

(KISIR) TWITTER DÜNYAMIZ

Kişisel çabalarımızla Twitter imkanını da kısır çekişme ve polemiklere araç ediyoruz. Zeki Kayahan Coşkun’un kanser hastası bir öğretmenimiz için yırtınması, arabesk müzikten daha az değerli. Zaten Fazıl Say da müzikten anlayan biri değilmiş. O sırada dünyada ne mi oluyor? Kimin umurunda.


Polemik cenneti olan ülkemiz için Twitter bulunmaz bir nimet gibi. Çünkü her bir mesajın (tweet deniyor) en çok 140 harften oluştuğu twitter ortamı, bu sınırlamayla içeriğe önem vermeyen, bağırıp çağırmayı sevenler için tam da arzu ettikleri imkanı sağlıyor.

Yayınlanan tweet sayısının ne kadar hızlı artığını Twitturk sitesinden izleyebilirsiniz. Saniyede yazılan tweet sayısı 1 ile 3 arasında değişiyor. Bu yoğunlukta seyreden bir trafikte derinlik aranır mı? (İpucu: Hemen cevap vermeyin).

Twitturk sitesi popüler Türk twittercılarını da listelemekte. Bu yazı kaleme alındığında listenin ilk on sırası şu şekildeydi : Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Gülben Ergen, Zeki Kayahan Coşkun (Alem FM DJ’lerinden, Matrax’ın sunucusu), Ahmet Hakan, Sertab Erener, Cüney Özdemir, Türkçe (haberler), Ayşe Özyılmazer, Alex de Souza (FB’li futbolcu), Erdil Yaşaroğlu (karikatürist).

Abdullah Gül’ün Twitter hesabı olması önemli. Hatta geçtiğimiz günlerde Zeki Kayahan Coşkun’un kanser hastası bir öğretmenle ilgili twitter üzerinden başlatmış olduğu kampanya kapsamında kendisine gönderilen mesajlara cevap vererek duyarlılık gösterdi. Yetkilileri harekete geçireceği mesajını verdi.

Twitter dünyamız genelde incir çekirdeğini doldurmayan tartışma ve polemiklerle devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde medyaya kadar yansıyan bir süreç yaşandı. Fazıl Say’ın arabesk müzik ile ilgili yorumları çeşitli kesimlerde farklı türden tepkilerin oluşmasına neden oldu.

Fazıl Say’ın görüşüne katılmayanlar, arabesk müzik türünü desteklemek yerine daha ziyade Fazıl Say’ın üslubu ve seçtiği kelimeleri eleştirdi. Hatta konu Say’ın müzikten anlamayan biri olduğunu ima eden açıklamalara kadar gitti.

İkinci raundda Cüneyt Özdemir ile Fazıl Say arasında bir gerginlik yaşandı. Bunu twitter’dan canlı olarak izledim. Yumuşak tonda başlayan tartışma önce atışma seviyesine ulaştı finalde ise Cüneyt Özdemir, Fazıl Say’ı twitter deyimi ile bloke etti. Yani ondan gelecek tüm mesajların kendisine ulaşmasını engelledi.

O arada bir kaç gün boyunca Fazıl Say, Twitter’in başka bir özelliğini kullandı ve kendisine gelen mesajlar içinde seçtiği pek çoğunu izleyicilerine yönlendirdi (re-tweet ya da RT) ve bir ayna vazifesi gördü. Bu mesajlar daha ziyade arabesk konusundan dolayı kendisini eleştiren, okkalı olmayan küfürler içeren mesajlardı (Say, okkalı küfür içerenleri göndermediğini özellikle belirtti).

Bu yaklaşımı da ilginç bir tartışma başlattı. Amacını ıskalayan pek çok izleyicisi Fazıl Say’ı susmaya davet ederek üstünde bir mahalle baskısı kurmaya kalktı. Sanırım mantık şu : Ya hoşlandığım mesajlar gönder ya da sus!

Tabii ben boşu boşuna şöyle düşündüm: Sen aldığın mesajlardan hoşlanmıyorsan, mesajı gönderen üstünde baskı oluşturmak yerine mesajı gönderen kişiyi izlemekten neden vazgeçmiyorsun?

Bu didişmenin en ilginç mesajlaşmalarından birisi ise Say’ın Yol ile Recep İvedik filmlerini kıyaslaması üstüne bir izleyicisinin Yol filminde bir atın öldürülmüş olduğunu diğerinde ise bir keçinin beslendiğini belirterek Say’a ters gitmesiydi. Say gibi ben de bu mesaj karşısında abondone oldum.

O sırada Alain de Button şöyle yazıyordu Twitter’da : “Yeni kuşakları daha bencil olduğu için suçlamak problemin kuşakla değil gençlikle ilgili olduğunu unutmaktır – zamanla tedavi edilen o problemin”.

Paulo Coelho ise yeni kitabının O Aleph adıyla Brezilya’da piyasaya çıktığını duyuruyor ve şöyle yazıyordu : “Ne yapıyorsak o oluruz!”

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1220) - Ooof Off Line Köşesi - 06 08 2010

Cuma, Temmuz 30, 2010

(DİJİTAL) 19 MUCİZESİ

Herhangi bir web sitesindeki herhangi bir belgeden yola çıkarak ve o web sitesinde yer alan linkleri kullanarak, herhangi başka bir web sitesindeki herhangi bir dökümana kaç katmandan (linkten) geçerek ulaşabiliriz?


Dünyadaki herhangi bir insanı ve bu insanın şahsen tanıdığı kişileri ele alalım. Bu kişiden yola çıkarak ve her seferinde kişinin tanıdık çevresindeki kişilerden birisi aracılığıyla bir sonraki kişiye ulaşmak kaydıyla dünya üzerindeki bir başka insana ulaşırken aradaki zincirde kaç tane “tanıdık” kişi yer alır? Mesela Arjantin’de yaşayan herhangi bir insan ile Artvin’de yaşayan herhangi bir insan arasındaki zincirde kaç tane “tanıdık”, “tanıdığın tanıdığı” vb yer alır?

İlk etapta akla “pek çok” gibi bir cevap vermek geliyor değil mi? Oysa 60lı yıllarda Harvard Üniversitesi’nden Stanley Milgram konu üzerinde bilimsel bir araştırma yapmış ve pratikte bu sayının (ortalama) 6 olduğunu tespit etmiş. Kısacası sizinle Amerikan Başkanı arasındaki tanıdık zincirinde beş kişi yer alıyor. Sizin tanıdığınız bir kişi, onun tanıdığı bir kişi, vb derken altıncı seferde Obama’ya ulaşıyorsunuz.

İki insan arasındaki “mesafe” ve bunun beklenilenden çok daha yakın olduğu fikirlerinin ortaya çıkışı ise daha da eskiye 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar gidiyor. Burada karşımıza Macar yazar Frigyes Karinthy çıkıyor. Karinthy’nin Zincirler isimli öyküsünde bu konu ele alınıyor. Macar yazarın iddiasındaki tek fark; altıncıda değil beşincide herhangi bir kişiye ulaşıyor olmanız (Milgram’ın deneyinin sonucunda bulduğu ortalama aslında 5,5 kişi – yuvarlanarak 6 denilmiş).

Grafik ya da ağ araştırmaları bu tür ilk tohumlarla geçen yüzyılın başında matematik dünyasına girmiş. Bugün ise geldiği yer bir hayli ileri. Örneğin Albert Laszlo Barabasi’nin ülkemizde de “Bağlantılar” adıyla yayınlanan kitabında bu süreci detaylı olarak öğrenme imkanı var.

Barabasi akademik araştırmaları çerçevesinde hemen elinin altında olan world wide web dünyasıyla da ilgilenmiş. Soru şu : Herhangi bir web sitesindeki herhangi bir belgeden yola çıkarak ve o web sitesinde yer alan linkleri kullanarak, herhangi başka bir web sitesindeki herhangi bir dökümana kaç katmandan (linkten) geçerek ulaşabiliriz?

Çeşitli miktarda içeriği olan ortamları kullanarak (örneğin çalıştıkları üniversitenin web sitesini baz alarak vb) yapmış oldukları araştırmalar sonucunda Barabasi ve öğrencileri bu sorunun cevabı olarak matematiksel bir formül geliştirdiler. Bu formüle göre aradaki bağlantı sayısı toplam belgenin logaritmasının iki katından biraz fazla. (d = 0,35 + 2Log N). Diyelim ki o web ortamında toplam on bin adet belge olsun (N=10,000). Bu formüle göre on bin döküman olan bir web ortamında bir belgeden bir başka belgeye ulaşmak için ortalama 6,35 yani 7 belgeden geçmek gerekiyor. Yedinci adımda aranılan belge bulunabiliyor.

Tabii hemen akla web dünyasındaki tüm belgeleri baz aldığımızda formül ne söylüyor diye bir soru çıkıyor. Bunun için tüm dünyada internet üzerinde bulunan toplam belge sayısının kaç olduğunu bilmek gerekiyor. 1998 yılında yapılmış olan bir çalışmayı baz alan Barabasi bu sayının 800 milyon olduğunu kabul etmiş. Buna göre çıkan sonuç ise 18,59’dan 19.

Önceki yıllarda 19 sayısının mucizeleri ile ilgili olarak (özellikle de İslami açıdan) pek çok değerlendirme yapılmıştı (Müdessir Suresi’nin 30. ayeti şöyledir: “Üzerinde 19 var”). 19 sayısı bu kez de dijital dünyada karşımıza çıkmış oldu.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1219) - Ooof Off Line Köşesi - 30 07 2010

Salı, Temmuz 27, 2010

ERKEK GOOGLE, DİŞİ FACEBOOK

Google ne aradığını bilen bireylerin bu arayışlarına bir çözüm üretmek üzere orada. Adeta erkek müşterilerin alış veriş yapma modeline benziyor. Al ve çık. Facebook gibi sosyal ağ siteleri ise daha ziyade kadın müşterilerin modeline.

Son on beş yılda arama motorları dünyası iki önemli aşamadan geçti. Internetin tüm dünyaya açılmasından sonra arama motoru rekabetinde rakiplerini geride bırakarak ilk büyük savaşı kazanan Yahoo olmuştu. Ta ki Google gelene dek.

Google ikinci aşamanın (sürpriz) büyük galibidir. Zaman içinde ilgi alanını arama motoru dünyasından ötelere çevirmiş olup bugün pek çok alanda hizmet vermektedir (Youtube’dan Google Earth’e, Gmail’den Blogspot’a dek).

Ancak Mayıs ayında yayınlanan İngiltere kaynaklı bir istatistik savaşın üçüncü aşamasının sinyallerini mi veriyor diye merak uyandırdı. Bu istatistiğe göre İngiltere’de Mayıs 2010’da ilk defa sosyal ağ sitelerine erişenlerin oranı (% 11, 88) arama motorlarına erişenlerin oranını (%11,33) geçmiş durumda (Kaynak: Web analiz şirketi Hitwise).

Sosyal ağlar deyince İngiltere’de de ilk akla gelen site Facebook. Facebook’un popülerlik oranı %55 düzeyinde. En yakın takipçisi olan Youtube’a fark atmış durumda (% 16,47).

Her ne kadar Youtube, Google’un bir şirketi olsa da popülerlik açısından Facebook gibi sitelerin Google’u geride bırakmasının çok ciddi finansal sonuçları da söz konusu olacaktır. Farklı kategorilerde olmakla birlikte her ikisi de pek çok internet gezgini için çeşitli web sitelerine erişmede sıçrama tahtası olarak görev yapmakta. Hal böyle olunca da çok ciddi anlamda reklam imkanı bu tür sitelerde toplanmış durumda.

Facebook ya da Google gibi bir site ana durak ise buradan erişilen diğer siteler tali durak durumunda kalmaktalar. Ana durağın çektiği trafiğin tali durakların neredeyse toplamı kadar olacağından reklam gibi imkanların ana durak statüsündeki bu sitelerde yoğunlaşması tesadüf olmasa gerek.

Böyle bir savaş olacaksa Google gibi bir sitenin bundan kazançlı çıkıp çıkamayacağı ciddi bir soru olarak gündeme gelecektir. Sonuç olarak Google ne aradığını bilen bireylerin bu arayışlarına bir çözüm üretmek üzere orada. Daha ziyade bir erkek müşterinin alış veriş yapma modeline benzetilebilir. (Mağazaya girer, alacağı kategorideki mallara bakar, gözüyle seçer, çok nadir olarak deneme kabinini kullanır, alır ya da almaz ve mağazadan ayrılır).

Facebook türü sosyal ağ ortamları ise belli bir şey aramaktan ziyade zaman geçirme odaklı bireylerin gelip “takıldığı” bir ortamdır. Bu ruh halindeki bir kişinin zihninde belli bir amaca ulaşma, belli bir şey yapma zorunluluğu yoktur. Daha ziyade zamanını kaliteli geçirme arzusu söz konusudur ve “tekliflere açıktır”.

Dolayısıyla duvarına eklenmiş bir video, bir arkadaşının bir fotoğrafa yaptığı kısa bir yorum, o an için kullanıcıyı hiç aklında olmayan yerlere götürebilir. Bu da nispeten kadın müşterilerin alış veriş yapma modeline benzetilebilir. (Bir şeyler almak kadar, arama sürecinin kendisi de bir amaçtır ve herhangi bir şeyle sınırlandırılmak istemez).

Belki de bu bakış açıları zaman içinde dijital ortama ciddi anlamda yön verecektir. ABD merkezli bir başka istatistiğe göre Amerika’da genç kadınların sabah kalktıklarında ilk yaptıkları şeyler listesinde Facebook’a girmek de yer alıyor.

Şöyle bir düşünelim: Sabah otobüse/metroya binmiş işine ya da okuluna gitmekte olan bir kişi aklında bir şey yoksa cep telefonundan internete girecek bir sebebi yoktur. Ama aynı kişinin Facebook’a girip ne var ne yok diye bir bakması için bir nedeni olmasına da gerek yoktur!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji (1218) - Ooof Off Line Köşesi - 23 07 2010