Pazartesi, Ağustos 29, 2005

SİBERE GEÇİŞTE İKİ ÖRNEK


Bir yandan siber dünya kademe kademe yepyeni bir yaşamın kuruluşunu gerçekleştiriyor. Diğer yandan baktığınızda ise kurulan bu yeni dünya, (olgusal anlamda) dışarıdaki bildiğimiz eski dünyanın, yeni koşullara göre uyarlanmasından başka bir şey değil.

İşte size yeni bir örnek; yeni bir meslek: Profesyonel Bilgisayar Oyunculuğu!

Anne babalar daha yeni, çocuğumuz mühendis olsun, doktor olsun saplantısından kurtulmuşken, futbolcu da olunabileceği, reklam yazarı da olunabileceğini idrak etmişken, karşılarına hazmı çok daha zor yeni yeni meslekler türüyor.

Bir düşünsenize; bilgisayar oyunu oynayarak insan hayatını nasıl kazanabilir?

Ama oluyor. Nüfusunun onda yedisinin (ADSL türünden) hızlı internet erişimi ile siber aleme bağlı olan Güney Kore gibi ülkelerde daha şimdiden bu tür meslekler, yılda bireylere milyonlarca dolar para kazandırmaya başlamış durumda bile (geçtiğimiz günlerde, bir internet cafede zaruri molalar dışında 50 saat durmaksızın bilgisayar oyunu oynayan bir gencin ekran başında öldüğü haberini duyarsanız, konuyu bu çerçeve içinde değerlendirin lütfen)

G.Kore gibi ülkelerde bilgisayar oyunları, televizyonlarda canlı olarak gösteriliyor. Tıpkı bizim Pazar günleri televizyonun başına geçip futbol seyretmemiz gibi. Hal böyle olduktan sonra gerisini siz tamamlayabilirsiniz: Meraklı izleyiciler, reklamlar, sponsorlar ve doğal olarak oyunun başrolündeki oyuncuların bu işi meslek haline getirmeleri.

Bu örnek de tipik olarak bize şu iki aşamalı geçişi anlatıyor:

· Sokaktaki hayattan bildiğimiz olgular, siberleşerek sanal dünyada yerini alacak
· Bu süreçten, resimde hiç olmayan kişi ya da kuruluşlar kazançlı çıkacak


Sokakta futbol var, spor var, eğlence var. Sanal alemde de bunların muadili bilgisayar oyunları var. Sokakta bu işe para yatıran yatırımcılar var. Sanal alemde de. Sokakta bu işten para kazan sporcular ve yan sanayi var. Siber alemde de daha önce yüzüne dönülüp bakılmayan, en iyi bildiği şey “bilgisayar oyunu oynamak” olan bireyler var; yine yan sanayi var.

Canlı spor müsabakalarını seyretmekten hoşlanan birisi olarak, canlı bir bilgisayar oyununu seyretmenin de kendine göre zevkli bir yanı olabileceğini düşünüyorum. Oysa insanın ilk akıla gelen şey; şahsen ben oynamıyor olduğum sürece ne tür bir zevk verebilir ki oluyor. Oysa bir spor müsabakası izlerken aklımıza bu durum pek gelmiyor.

e-ÜÇ KAĞIT

Nasıl ki gençlerin hepsini spor gibi olumlu alanlara kanalize etmekte başarısız olunuyorsa, sanal dünyada da sokaktaki yaşamı siberleştirme sadece olumlu örnekleri almakla sınırlı kalmıyor.

Her ne kadar G.Kore, Nijerya’ya göre o kadar da gelişmiş olmasa bile, her ne kadar Nijerya’da eğitimli, İngilizce bilen genç nüfus sayısı çok yüksek olsa da, siber alemin Nijerya’da kendini gösterme biçimi, ne yazık ki olumsuz yönde.

Bugün siber kültüre girmiş bir kavram var : “Nijerya Kaynaklı Üç Kağıt”. Mutlaka sizin eposta kutunuza da hafta bir kaç tane Nijerya çıkışlı eposta geliyordur. Elinin altında çok yüklü miktarda para olduğu halde ülke dışından birinin (mesela sizin) yardımınız olmadan o parayı oradan çıkaramayacak mağdur sesli bir eposta. Ya da hiç haberiniz olmadığı halde güya çekilişine katılıp da en büyük ikramiyeyi kazandığınızı haber eden bir eposta.

Sakın taş attım da kolum mu yoruldu demeyin. Onun yerine şöyle düşünün: Bana neden bu kadar para vermek istesinler ki?

Çünkü aslında size o parayı verecek kimse yok. Öyle bir para da. Ama masraflar, vergiler, vb diye sizden azar azar para tırtıklayacak uyanıklar, Nijerya’daki internet kafelerde sizin zokayı yutmanızı bekliyorlar.

Türkiye sanal alemde yerini ne tür bir rol ile alacak, bu henüz belli olmadı. Gönül elbette ki Türk Kültürüyle, Türk Tarihiyle çelişmeyecek bir şekilde gerçekleşsin istiyor. Her ne kadar bugün geldiğimiz düzey olumsuz sinyaller veriyorsa da…

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (27 08 2005)

Salı, Ağustos 23, 2005

INTERNETTE BİLGİ ARAMA (SANATI)


Geçtiğimiz günlerde BusinessWeek dergisinin internet sitesinde okuduğum bir makalede son dönemde ABD’de Google, Yahoo gibi arama motoru hizmeti firmaların, teknoloji alanında çalışanların en çok rağbet ettiği firmalar olduğu belirtiliyordu.

Öncelikle bu tercihin gerisinde, arama motoru hizmeti veren bu tür firmaların finansal anlamda diğer teknoloji firmalarına göre daha güçlü durumda olmaları yatıyor olabilir. Google’ın geçen sene halka arzı ile başlayan ivmelenme devam ediyor.

Peki bu sayede son kullanıcı durumundaki bizler ne gibi şeyler bekleyebiliriz; biraz da onu irdeleyelim.

Internetin yaygın kullanıma başlamasıyla dünya üzerinde bireylerin erişimine sunulan bilgi hacminde de inanılmaz bir artış oldu. İş o noktaya geldi ki bir yanda “internet dediğin şey bilgi çöplüğüdür” yakıştırmaları yapılırken diğer yanda da değerli bilgiyi değersizinden ayırabilmek, ya da aradığın asıl bilgiye ulaşabilmek kavramları giderek daha önemli hale geldi.

Arama olgusuna yeni bir bakış açısı getiren Google’un başarısı bunun en tipik örneği. Google aradığınız kelimelerle ilgili web sitelerinin listesini, sizden önce yapılan aynı aramalarda en çok tercih edilme durumunu dikkate alarak listelemekte.

Ancak hala önemli bir eksik var. Veri, enformasyon ya da bilgi arasındaki farkı, mevcut mimari özelliği itibariyle ortadan kaldıran altyapısı nedeniyle internette gerçekten de istenen bilgiye erişebilmek ciddi bir sorun haline gelmeye başladı. Bu sorun her geçen gün geometrik olarak artmakta.

BİR SONRAKİ SAVAŞIN ADI : LEBLEBİ

O nedenle daha çok beyin kapasitesinin arama motoru firmalarına kayması, bu firmaların, bir sonraki savaşı kazanabilmek için özel yeni imkanlar üzerindeki çalışmalarını daha da yoğunlaştırmasında önemli bir etken olacaktır.

Bu tür yeni gelişmekte olan teknolojiler kademe kademe ilerleme gösterdiğinden, süreci yakından izleyen müdavimler için bir sonraki iki sonraki adıma konsantre olmak ve onların gerçekleşmesini izlemek, gerçekten de çok önemli, değerli ve zaman alıcı bir durum.

Ancak konuya dışarıdan bakan olmanın verdiği rahatlıkla bakarak, kendimize şu soruyu sormak hiç de lükse kaçmaz: Internette nasıl bir arama mekanizmasına gereksinimimiz var?

Bir kullanıcı olarak bu soruyu kendinize sordunuz mu hiç? Google, MSN ya da Yahoo’ya gittiğinizde arama çubuğuna ne yazıyorsunuz? Neye ulaşmak için? Şu anki durumda o sitelerin paradigması biz kullanıcıları yönlendiriyor. O sitenin gerisinde çalışan mekanizmaya, kendimizi onun anlayacağı biçimde ifade etmeye çalışıyoruz.

Örneğin eğer dedikodusunu duyduğumuz Van Der Graaf Generator’u uzun yıllar sonra çıkan olası yeni albümü hakkında bilgi arıyorsak, belki de anahtar kelimeler olarak “Van Der Graaf Generator” +”new album” gibi kelimeleri soruyoruz arama motoruna.

Peki bizim doğamıza, beyin yapımıza uygun olan soru bu mu? Örneğin bu sorunun cevabını bilebileceğini düşündüğümüz bir tanıdıktan ya da uzmandan aynı bilgiyi talep ettiğimizde ona “Van Der Graaf Generator” “yeni albüm” mü diyoruz?

Hayır! Daha ziyade şu kritik soruyu soruyoruz: “Van Der Graaf Generator’ün yeni albümü çıktı mı?”. Ayrıca bu soruyu sorarken beklediğimiz cevabın kuru bir “evet” ya da “hayır” olmadığını da belirtmek lazım. Çıktı ise adı ne, nereden edinebilirim, hatta belki şarkı listesi ne gibi soruların da cevabını bekliyorum. Çıkmadı ise çıkması gündemde mi, yoksa zaten uzun yıllardır albüm çıkarmayan grubun daha uzun bir süre daha çıkarmayacağı mı bekleniyor, bunları da öğrenmek isterim.

İşte bir arama motorundan beklediğim şey bu. Leb demeden leblebiyi anlaması.

Leblebiyi oluşturan bilgilerin hangi web sitelerinde olduğu ilk etapta beni ilgilendirmiyor. Önce cevabımı alayım. Sonra örneğin aradığım albümü satın almak istiyorsam, onun satıldığı web sitelerinin listesine bakabilirim.

Kim olduğu, öldü mü yaşıyor mu muamma olan Trevanian namlı yazarın Şibumi adlı başyapıtında da belirttiği gibi aranan bilgiye ulaşmak giderek daha bir sanat olmaya başladı – bilim olmaktan çıkıp.

(Bu arada meraklısına not: Van Der Graaf Generator, uzun yıllar sonra, dört kişilik orijinal kadrosuyla, bir araya gelip Present adında bir albümü bu yıl çıkardı)

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (20 08 2005)

Pazartesi, Ağustos 15, 2005

ALDATMA SANATI


Adı Aldatma Sanatı olan bir kitap okurken, başınıza ilginç kazalar gelebilir. Örneğin eşiniz ya da kız/erkek arkadaşınız doğal olarak kitabın içeriğinin teknolojik aldatmayla ilgili olduğunu pek tahmin etmeyebilir. Burada bahsedeceğim kitabı okurken, bu açıdan da dikkatli olmak lazım.

Kevin Mitnick adı geçtiğimiz yıllarda sıkça gündeme gelmişti. Tarihteki en büyük hackerlık olayının başrolü oyuncusu olarak, uzun yıllar gözetim altında tutuldu. FBI, mahkemeye çıkarma konusunda isteksizdi çünkü tam da ne ile suçlayacaklarını bilemiyordu. Gerçekten de çıkarıldığı mahkemede sadece kabahat düzeyindeki faaliyetlerinden dolayı “kulağı çekildi”. O da buna karşılık uslu çocuk oldu. Şimdi güvenlik konularında danışmanlık yapıyor. Hatta ülkemizdeki bir bilgisayar etkinliğine video konferans ile katılıp açılış konuşması yapmıştı.

Geçtiğimiz günlerde Mitnich’in 2002 yılında ABD’de piyasaya çıkmış olan Aldatma Sanatı adlı kitabu ODTÜ Yayınları tarafından dilimize kazandırıldı.

Mitnick burada, pek de bilgisayar dehalığı düzeyinde teknik bilgiye sahip olmadan ABD’de neler yapılabileceği konusunda yaşanmış güzel örnekleri anlatıyor. Buna da Toplum Mühendisliği adını veriyor.

TOPLUM MÜHENDİSİ OLMAK

Bir örnekle toplum mühendisliğini inceleyelim:

Bir video kiralama zincirine ait ofisi arıyor ve oradaki kişiye, aldığınız hizmetten çok memnun olduğunuzu, bununla ilgili ofisin müdürüne bir teşekkür mektubu yazmak istediğinizi, müdürün adını öğrenmek istediğinizi söylüyorsunuz. Bu güzel telefonu alan görevli size müdürün adını söylüyor. Bu gizli bir bilgi değil ki. Ayrıca mektubun bir kopyasını genel müdüre de göndermek istediğinizi, şubenin kod numarasını da soruyorsunuz. Bunu da öğreniyorsunuz.

Daha sonra zincirin bir başka şubesini arıyor ve kendinizi az önce öğrenmiş olduğunuz isimle tanıtıyorsunuz. Kodunu öğrenmiş olduğunuz şubenin müdürü olarak. Ve bilgisayarda teknik bir problem olduğunu, şubenizde karşı şubeden sürekli video kiralayan bir kişinin olduğunu ve bir film kiralamak istediğini ancak bilgisayar çalışmadığından müşteri olup olmadığı kontrolü yapamadığınızı belirtiyorsunuz.

Karşıdaki kişi bilgisayardan verdiğiniz ismi kontrol ediyor ve müşteri olduğunu teyit ediyor. Acaba diyorsunuz, son kullandığı kredi kart bilgilerini de verebilir mi? Müşteri kartını yanında getirmemiş. Karşı şubenin personeli o bilgiyi de veriyor. Bingo.

Burada dikkat edilirse, önce kimsenin gizli demediği bazı firma bilgilerine ulaşıldı. Örneğin şube müdür adı, şube kodu gibi.

Daha sonra da firmanın diğer şubesi aranarak ve bir güven unsuru oluşturarak, az önce edinilmiş olan bilgilerin yardımıyla asıl erişilmek istenen bilgiye ulaşıldı.

Kitap bu tür örneklerle dolu. Örneğin bir başkası, yukarıdaki kadar zararsız değil. Bir yazılım destek uzmanı, bir bankanın EFT merkezine destek verirken süreci öğreniyor ve süreçteki kritik bir bilgiyi (hergün değişen şifre) ele geçirdikten sonra bir telefon kulübesinden sanki yetkili bir personelmiş gibi EFT talimatı veriyor. Sonuç on milyon dolarlık bir kaçak.

Peki her gün değişen o şifreyi nasıl öğreniyor sanıyorsunuz? Çok kolay. Görevi gereği ofise girip çıkarken, EFT yapma yetkisi olan personelin her gün değişen şifreyi kolaylık olsun diye bir kağıda yazıp ekranlarının bir kenarına iliştirdiklerini fark ediyor. Dört haneli şifreyi ekranın yanından geçerken hafızasına kaydediyor. O kadar.

Firmanın faaliyet alanı ne olursa olsun, bu tür gizli olmayan bilgiler, her firmada ortalıkta dolaşmakta ve kimse de bunlarla ilgili bir kural koymayabilmektedir. Örneğin sizi çalıştığınız firmanın uzak bir şubesinden arıyormuş gibi yapan bir kişi size günlük işlerinizle ilgili bir soru sorsa ne yapardınız?

Paylaşmaktan zarar gelmez statüsünde olan pek çok bilgi, aslında çok değerli bilgi olabilir. Bilgi olgusunda buna veri ile bilgi arasındaki fark denir. Sizin için her gün kullandığınız bir veri (diyelim ki yerine ulaşmayan bir kurye olduğunda arayıp rapor vereceğiniz telefon numarası) şirketinizde çalışmayan birisi için çok değerli bir bilgidir. (O numarayı arayıp kuryeyi başka adrese yönlendirebilir).

Aldatma Sanatı, güvenliğin en zayıf halkasının bilgisayarlar değil insanlar olduğunu her örnekte defalarca vurgulayan, önemli bir kitap. Aynı zamanda Kevin Mitnick’in de bir korsandan ziyade “kral çıplak” diyen birisi olduğunu göstermesi açısından da önemli.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (13 08 2005)

Pazartesi, Ağustos 08, 2005

ÖĞRENİLMİŞ ACİZLİKTE BİLGİ TOPLUMU


Kişisel gelişim seminerlerinde, eğitimlerde kullanılan beylik bir öykü vardır: Bir akvaryumun içine bir büyük bir de küçük balık koymuşlar ve bunları ortadan bir cam ile birbirinden ayırmışlar. Büyük balık, küçüğü her görüşünde ona saldırmış ve görünmez bir engel nedeniyle (aradaki cam) bunu başaramamış. Bir süre sonra artık büyük balık saldırmaktan vazgeçince aradaki camı kaldırmışlar. Küçük balık büyüğün yanından geçerken bile büyük balık ona saldırmamış.

Çünkü öğrenmiş olduğu bir şey (acizlik) var: Ne kadar saldırırsa saldırsın, küçüğü yutamıyor!

Bizim eğitim sistemimiz ve toplumsal kurallarımız da tıpkı o aradaki cam gibi zihinlerimizin daha gençken yaratıcılıktan, sorgulamaktan, araştırmacı olmaktan “kaçınmamızı” sağlamış. Şimdi birer yetişkin olarak her ne kadar her sabah okula gitmiyorsak da, yaşamımızla ilgili bir karar verirken yanımızda kimse bulunmuyorsa da aradaki o görünmez cam sayesinde, yaşamlarımızı sorgulayarak, araştırarak, yaratıcı bir şekilde yaşayamıyoruz.

Acizlik hepimize öğretilmiş!

Ve bu acizliği öğrenmiş insanlar olarak karşımızda 21. yüzyılın dev olgusu: Bilgi Toplumu.

Şimdi bunun doğal sonuçlarına bakalım:

* Ülkemizde internete erişen nüfus oranı çok düşük

* Sağolsun popüler medya sayesinde internet daha hala uyuşturucu ile, marjinal kitle harekeleri ile bir tutuluyor

* Internet konusunda bir gurunun gelip bize ne yapmamız gerektiğini anlatmasını bekliyoruz

* O guru büyük bir olasılıkla kendisine gelen e-postaları sekreteri ya da yardımcısı tarafından kağıda dökülerek önüne getirilen büyüklerimizden biri olacak

Ünlü Pareto Kuralı’na göre 20 kişi 80 kişiyi yönetir. Bizim ülkemizdeki sorun ise sanırım nüfusla orantıladığımızda henüz o 20 kişiyi bulamamış olmamız. Tökezlememiz bundandır. 82 sene önce cumhuriyeti kurup, bireylere kendi kaderini kendin tayin et demişiz; bireyler bugün kalkıp kendisinin yerine karar verecek en tutucu grupların peşinden gidiyor.

Beri yanda bu modeli benimsemiş yönetim kadrosu Türkiye’yi bilgi toplumu yapacak. Bunu bekliyoruz. Daha çok bekleriz.

Yıllar önce şahit olduğum bir yeniden yapılandırma çalışmasında yaşadığım paradoksa benziyor bu: Devasa bir proje. Herşey değişecek. Personel içinde müthiş bir gerginlik. Bakalım bu yepyeni şey ne olacak merakı ile herkes ilk toplantıya gitti. İlk toplantıda altmışlı yaşlarında bir danışman kürsünün başına geçip, değişimin yol haritasını anlattı.

Bunda ne var diyorsanız, bu tür şeylerin insanları nasıl etkilediği konusunu bir kez daha düşünün. ABD Başkanı’nın boyu, bizim başbakanımızın boyundan kısa diye Sn. Erdoğan’ın son ABD ziyaretinde kameraların karşısına oturarak çıktıklarını anımsayın!

Bu kısır döngüyü ortadan delen bir olgu son dönemde toplumun tamamı ile ilgili olmasa bile marjinal gruplar içinde tohum vermeye başladı. Bugün biz daha hala özellikle fiziksel ulaşım engelleri olan doğu illerimize internet gibi bir altyapının ilaç gibi geleceğini “aklımızın ucundan bile geçirmezken”, o illerimizin bazılarında, kendi imkanları (?) ile organizasyonlar düzenleyen sivil toplum örgütleri (?) elli yaşındaki kadınları bilgisayarın başına oturtmayı başardı.

Beşbin kişilik bir organizasyonda bile organizasyonel değerleri değiştirmek, kültürel değişiklik sağlamak beş-on yıl sürerken milyonlarca vatandaşın yaşadığı bir ülkede bu türden bir değişimi sağlamak ne yazık ki akşamdan sabaha olmuyor.

O halde şunları tespit etmek gerekir: Cumhuriyet 82 sene önce kuruldu ama kurulan devletin sınırları içinde kalan insanların hemen hepsinin ondan önceki 600 senelik dönemden dolayı her boydaki yöneticileriyle bir hesabı var (bana inanmıyorsanız masallarımızı okuyun, türkülerimizi dinleyin)

Çok doğal olarak bu hesaplaşmanın ezikliğini yaşarken bir de cumhuriyet yönetimlerinin kendi ideolojik ya da kişisel çıkarlarından dolayı iki ileri bir geri hareketini de ekleyin ve insanlarımızın durumunu buna göre yorumlayın.

Aklıma gelen tek çözüm şu: Körü körüne tek bir şeye inanalım (birey olarak): Kendimizi sadece kendimiz kurtarabiliriz. Kimseye bel bağlamayalım. Bu kurtarma sürecinde de şu an bugünün dünyasındaki en güçlü silah (doğru, etik vb demiyorum) teknoloji.

Yoksa kimin hain olup olmadığını tartışmak değil!


Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (06 08 2005)

Çarşamba, Ağustos 03, 2005

AĞ TOPLUMU TESADÜF MÜ?


Dünyanın her yerinden insanların, fiziksel uzaklıktan etkilenmeden birbiri ile temas halinde olabilmesi; ancak kapı komşularının kim olduğunu dahi bilmiyor olmaları!

Yeryüzü kültürünün böyle bir toplum modeline doğru dönüşme sinyalleri vermesi bir tesadüf mü yoksa son yıllarda yaşananların doğal bir sonucu mu?

İnsanın katkısının olmadığı, doğal denilebilecek, dönüşüm modelleri, insanın da işin içinde olduğu süreçler açısından bakıldığında daha “saf” görünmekte. Örneğin kağıt üretmek için dünyanın akciğerleri denilen Amazon yağmur ormanlarının katledilmesi, ilk bakışta hiç de doğal gelmeyebilir. Üç-beş kişinin para kazanma hırsı, doğallıkla nasıl açıklanır?

Oysa dünyaya, diyelim ki, bir meteor çarpması sonucu dinazor denilen türdeki dev canlıların kısa bir sürede yok olup gitmesi, çok doğal karşılanıyor. Bunun nesi doğal? Gelin kendinizi bir dinazorun yerine koyun ve düşünün bakalım; bir meteorun dünyaya çarpma gerekliliği ile üç beş tüccarın para kazanma hırsı arasında nasıl bir fark bulacaksınız. İkisi de aynı anlamsızlıkta.

Ama şöyle bir ortak özellikleri var: Öteki diğer olasılıklara karşı daha güçlü olma imkanı bularak, gerçekleşmişler. Bir başka deyişle doğal olanın doğa ile bir ilgisi yok. Daha ziyade gerçekleşecek kadar güçlü olan olasılık olmak ile bir ilgisi var.

Ağ Kültürü de (yani birbiri ile iletişim içinde olan bireyler, gruplar, toplumlar) son dönemde en güçlü olasılık olarak sahnede yerini alıyor. 60lı yıllardan başlayarak gelişme gösteren ve (görünürde) bireyin daha ön plana çıkmasını talep eden toplumsal olayların “doğal” bir sonucu olarak.

Ancak değerlendirilmesi gereken en önemli nokta; birey derken sizin ya da benim aklıma sokaktaki insan gelirken, bu dönüşümden en çok istifade edenlerin aklına başka grupların gelmesi. Bir düşünelim:

GSM ya da internet altyapıları sayesinde sokaktaki birey olarak neler kazanmış olduk? Dünyanın öteki ucundeki insanlarla iletişim kurabiliyoruz. Bu iletişimi günün her saati kurabiliyoruz. Dünyanın bilgisine araştırma yaparak erişebiliyoruz. Bu bilgileri gereksinim duyduğumuz ortamda kullanabiliyoruz.

Peki sizce her şey gerçekten de bunun için miydi?

Pek sayılmaz. O arada tüm bu altyapıyı kuran düzinelerce firma (sahipleri), bu altyapı üstünde yapılan ticari işlemler sayesinde binlerce firma (sahipleri) bu “bireye özgürlük” ortamından istifade etmiş durumda.

Şimdi gelin de herşeyin nedenini iki dakikalık telefon görüşmesi için sunulmuş olduğunu düşünün.


Bireyin özgürlüğü ve gereksinimleri, ikinci dünya savaşı sonrası dünyada yönetimleri derinden etkileyebilecek bir olgu iken bugün bu tehdit, bir afyon operasyonu sonucunda bertaraf edilmiştir.

Ey birey! Özgürlük mü istiyordun? İşte sana özgürlük! Konuşma hakkı mı? İşte sana konuşma hakkı. Bilgiye erişim mi? İşte sana tonlarca bilgi.

Şimdi sen bunların lojistik dertleriyle uğraşırken (sağlıklı bilgi ile yalanı ayırmaya çalışırken, konuşmaktan karşındakini dinlemeyi unuturken, tüm bunlara kavuşabilmek için kazanman gereken parayı kazanmaya çalışırken) bırak da perdenin gerisinde birileri bundan farklı şekilde nemalansın.

Son yıllarda pek çok konu için olduğu gibi Internet için de benzer düzeysizlikte bir içerik; “internet ile ilgili bilgiler/sorunlar” kategorisinde dünyaya sunulmakta. Gereksiz epostalardan kurtulmak, müzik dosyalarını paylaşmak, hat kapasitelerini artırmak, daha çok kullanıcının erişebilmesini sağlamak, kötü içerikli web sitelerinden korunmak, vb.

Gerçekten de sorunumuz bu mu? Yoksa çok daha temelde yaşamlarımızı çok daha ciddi bir düzeyde etkileyen başka bir gündem, içerik, yönlendirme var da bunun farkında değil miyiz?

Toplumların örümcek ağı gibi birbirine bağlanması bir tesadüf değil. Bu, bireylerin talepleri sonucunda oluşmuş da değil. Globalizme karşı gösteri yapanlar da birey. Tıpkı Irak’ta, Afganistan’da öldürülenlerin de insan olduğu gibi. Ancak ne o bireylerin görüşleri dikkate alınıyor; ne de onların ölmesine neden olan olaylar “barbarca” diye yorumlanabiliyor.

Mevcut (yapay) gündem sayesinde bu olgunun tehdit oluşturacak şekilde kullanılabilecek bir araç haline gelmesi de engellenmiş oluyor. Dünyaya geçmiş olsun! Bakalım sırada hangi gezegen var! (ve sokaktaki birey, yaşamını sürdürebildiği sürece, aslında, “bu savaş onun savaşı değil”; dert etmesin!)

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (30 07 2005)