Pazartesi, Kasım 28, 2005

SELÜLOZUN ELEKTRONİK TADI


Internet ile gelen dijital kültür yaşamımızın her alanını değiştiriyor. Elbette kitap da bundan nasibini alacak. Kasım ayı içinde dünya internet devleri (Google, Microsoft) arka arkaya kütüphanelerdeki kitapları elektronik ortama aktarıp, sanal dünya müdavimlerine sunma konusundaki projelerini, girişimlerini açıkladılar. Hatta bazıları kitabevleri ile telif hakkı yüzünden mahkemelik olmayı bile göze alarak.

Peki gerçekten de kitabın geleceğinde ne var? Konuyu irdelemeye aslında iki kavramı birbirinden ayırarak başlamakta fayda var: Kitap; içeriği ve maddesel malzemesi açısından iki ayrı parçanın birleşmesinden oluşmuştur. Kitap dediğimizde her ikisini de kastederiz. Yani yazılmış olan metin ve bu metnin yazılmış (basılmış) olduğu kağıt malzeme.

İnternet, dijitalleşen altyapı, kitabın içeriği ile ilgili değil. Daha ziyade onun maddesel malzemesi olan kağıt ile ilgili. Şimdilik!

O halde akla gelen ilk soru, aynı paradigma ile, dijital yaşamda kağıdın yerini ne alacak olabilir. Oysa biraz daha dramatik bir bakış açısı, öncelikle şunu sorgulamalıdır: Bir kitap içeriğinin, bir maddesel malzeme ile birlikte sunulmak zorunda mıdır? Kitabın kitap olması için bu kaçınılmaz bir ilişki midir? Cevaplaması zor bir soru.

Kağıt şimdiye de icat edilmiş en pratik maddesel malzeme; biraz da öyle olduğu için yeryüzü kültüründe bu kadar uzun süre yazılı ve basılı malzemeye altyapı oluşturdu.

Bugün dijital kültür içinde bu alanda yönlendirici konumunda olanlar ya da buluşu ile yönlendirici konumuna yükselmek isteyenler işte bu temel olguya cevap bulmak zorunda.

Bugüne dek bu alanda neler yapıldı?

Süreç tahmin edileceği üzere çok yavaş ilerledi. Önce kağıda basılı kitaplar internetten satışa sunuldu. Daha sonra elektronik kitap kavramı öne sürüldü. Kağıt değil de kitabın bütünü ele alındı ve elektronik kitap okuyucusu cihazlar icat edildi.

Doğal olarak insanların verdiği tepki olumsuzdu : Çünkü insanlar kitabın ruhunun yok olmasını istemiyor. Kitabı kitap yapan şey sadece onun içinde yazanlar, çizilenler değil. Kitabın cildi de, kapağının rengi de, selülozun kokusu da kitabı kitap yapan unsurlar içinde geliyor. Kitap “tüketicisi” sadece içeriğin değil bu unsurların da “tüketicisi”. Hal böyle olunca bu unsurların yer almadığı bir “kitap” kitap olmaktan çıkıyor.

Bugün hala dünya devlerinin yeniden içeriğe odaklı bir strateji ile kütüphaneleri elektronikleştirmeye, kütüphanelerde bulunan kitapları internet kullanıcılarına sunma yoluna meylettikleri görülmekte. Bu strateji ne yazık ki kitapçoksevelerine hitap edecek sonuçlar üretmeyecek. Daha ziyade içindeki bilgilere gereksinim duyan, o bilgileri başka bilgilerle birleştirerek, amacına ulaşmaya çalışan “bilgi arayıcıları” bu stratejinin sonucunda sunulacak hizmetlerden yararlanabiliyor olacak.

Peki kitapçoksevelerinin derdi nasıl çözülebilir? Daha önce burada da bahsedilmiş olan elektronik-kağıt bir çözüm oluşturabilir mi? Ya da başka bir çözüm?

Elektronik kağıt şimdiye dek gündeme gelen kavramlar içinde çözüme en yakın buluş gibi görünüyor. Ancak sadece e-kağıdın kullanılması kitapçokseverinin selülozdan feragat etmesi anlamına gelmez diye düşünüyorum. E-kağıt olsa olsa gazete, dergi gibi yayınlara malzeme olabilir.

Aradaki farkı kapatmak üzere başka imkanlara da başvurulmalı. Kitap ne yazık ki görsel algılama temeline oturmuş durumda. Onu işitsel hale çevirmek büyük bir felaket olur (örneğin kitap metinlerini kasede okumak gibi). Öte yandan e-kağıt kalıcı bir çözüm olmaktan ziyade bana geçiş dönemi aracı olacak gibi geliyor. Peki nihayetinde ne olacak?

Holografik çözümlerin kitabın maddesel yanının yerini alması e-kağıt gibi bir çözüme göre hem daha ucuz hem de kullanımı daha kolay olacaktır. Böylece çok basit araçlarla (bir gözlük, parmağınıza takacağınız bir dikiş yüksüğü benzeri araç) kitap okuma keyfi 21. yüzyıla taşınabilir. Bir kitapla yapabileceğiniz tüm fiziksel şeyleri holografik kitapla da yapabilirsiniz. Ona dokunabilir; sayfalarını çevirebilirsiniz.

Geriye selülozun tadı kalıyor. Elbette şöyle düşünmek içimize su serpebilir: Bu kadar şey icat edecek olanlar, selülozun tadını da resmin içine dahil edecek bir mekanizma bulabilir.

Dileyelim ki öyle olsun!

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (26 11 2005)

Pazartesi, Kasım 21, 2005

YENİ ADSL TARİFESİ


ADSL altyapısının devreye girmesiyle ülkemizde internet erişimine kavuşan kişi sayısında dramatik artış oldu diyebiliriz. Bence bunun temelinde erişim hızı yatmaktaydı. Yoksa gerek ücretlendirme gerekse de gerekli donanım açısından değerlendirdiğinizde ADSL’in diğer alternatiflerinden pek bir farkı yoktu.

1 Kasım’dan itibaren Telekom’un tarife değişikliğine girmesi ve limitsiz seçeneklerde fiyatların ikiye katlaması anlamına gelecek yeni bir model getirmesi (ertesi gün gelen tepkiler üzerine bakanın da devreye girmesiyle bundan geri adım atıldı) ilk etapta altın yumurtlayan tavuğu kesmeye çalışmak anlamına geliyor:

Madem milyonlarca kişi bir yıl gibi kısa bir süre içinde bu yola geldi, o zaman hemen fiyatları artıralım.

Internet çağımızın rönesansıdır derken, internet yaşamdır derken acaba bu tümcelerin ifade ettiği anlamı ne kadar idrak edebiliyoruz – böyle yaparak? Internet yaşamdır – oksijen pompalarını kapatın ! Internet çağımızın rönesansıdır – kimseye koklatmayın!

İş bir kuruluşu özel bir şirket gibi yönetmeye geliyorsa, o zaman orada durup, biraz pazarlama stratejisi üzerine konuşalım. Biraz bu tür kampanyaları yönetme modeli üzerine konuşalım. Biraz bu işleri gerçek anlamda profesyonelce yürütebilmek için ne tür maddi ve yönetsel imkanlara sahip olmak gerekir, bunları konuşalım.

Gelelim, bu yeni fiyat tarifesi uygulamasındaki basit probleme. Telekom’a giden ve yeni tarifeden şikayet eden epostalarının pek çoğu limitsiz erişim kullanıcısı ama aylık 1 Gb trafik bile yaratmıyormuş.

Bir başka deyişle aslında pek çok kişi tarifeyi dikkatli değerlendirse ve fikir üretmek yerine bilgiye başvursa (yani aylık kullanım istatistiklerine baksa – Telekom bunu sağlıyor) pratikte yeni tarifenin kendisine daha pahalıya patlamayacağını, tam tersine eski tarifenin aslında pahalı olduğunu tespit edebilir.

Şu limitli, limitsiz tarifesini açarak biraz detaya inelim.

Diyelim ki siz eski tarifede 256 bağlantı hızı ve limitsiz erişimdeydiniz. Aylık 49 YTL ödüyordunuz. Bu demektir ki bir ay boyunca internetten ne kadar bilgi indirirseniz indirin fiyat sabittir ve 49 YTL’dir. Peki acaba bu sınırsız erişim imkanını kullanırken, ayda realitede ne kadar bilgi indiriyormuşsunuz; hiç merak ettiniz mi? Diyelim ki indirdiğiniz miktar 2,5 Gb olsun.

Bugünkü tarifeye baktığınızda siz aslında aylık 3 Gb limitli bir tarifeyi kullanabilirsiniz ve bunu kullanırken de hiçbir eksiklik duymazsınız – çünkü ayda zaten 2,5 kullanıyorsunuz. Peki bakın bakalım yeni tarifenin 3 Gb limitli ama hızı 512 olmuş (yani şu anki hızınızın iki katına çıkmış) tarifesinin fiyatı nedir? Cevap : 29 YTL.

Bu demektir ki siz eskiden 20 YTL fazladan para ödüyormuşsunuz. Bunu ne için ödüyordunuz? 2,5 Gb limitli olmak yerine limitsiz hakkına sahip olmak için.

Bu duruma, paracıklarım boşu boşuna uçup gitti demeyin. Çünkü elinizde şu istatistik (yani bilgi) yoktu : Acaba ayda ne kadarlık bir trafik yaratıyorsunuz?

Oysa şimdi var. Ayda 2,5 Gb trafik yaratıyorsunuz. O zaman yapacağınız şey, limitsiz yerine uygun limitli tarifeye geçmek olmalı.

Öte yandan bu her abone için aynı olmayabilir. Eğer örneğin eski limitsiz zamanda ayda 3 Gb üstünde trafik yaratıyorduysanız durum farklı bir hal alır. Eğer mesela 4,5 Gb trafiğiniz varsa sizin için uygun olan yeni tarifede limitsiz yerine 6 Gb tarifesine geçmek olmalı. 6 Gb 512 hızın yeni tarifesi ise 49 YTL. Yani fiyat aynı – hız ise iki misli.

Yeni tarife ancak ayda 6 Gb çok trafik yaratanları olumsuz etkileyebilir. Yeni tarifeye göre 6 Gb üstüne çıktığınızda aylık maliyet 49 YTL’nin üstüne çıkacak. Eğer 6 Gb altındaysanız, limitsizde kalmanıza gerek yok.

Yapılacak şey; kullanıcı bilgilerinizi inceleyerek size en uygun limitli tarifeyi seçmek olmalı.

Telekom ve Ulaştırma Bakanlığı da iki ileri bir geri yapmak yerine, yukarıda basitçe açıklanan yapıyı müşterilerin anlamasını sağlamada daha pratik ve sonuç alıcı çözümler üretselerdi bu karmaşa doğmayacaktı.

İşte şirketlerin profesyonellerce ve belli bir pazarlama, reklam, promosyon strateji ve bütçesiyle yönetilmesinin temelinde de bu tür basit sorunların çıkmasını engellemek yatıyor biraz da.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (19 11 2005)

Pazartesi, Kasım 14, 2005

MEDYANIN MEDYASI


Konu yeni değil – olsa olsa şahsen bana yeni olabilir. Üzerinde zaman zaman durduğum kimi konular (en son örnek 100 dolara laptop konusu) ülkemiz medyasında genel anlamda yer edindiğinde gözüme ilişen bir çarpıklık bu.

Nedir? Papağan gibi medya kuruluşlarının aynı haberi kopyala/yapıştır usulü ile ajanstan alıp yayınlaması.

Belki yakın zamana dek bu aracılık durumu çok büyük bir fayda sağlıyordu. Çünkü habere, bilgiye ulaşmanın başka yolları yoktu.

Ancak durum şimdi öyle değil. Bir haber okuyorsunuz (diyelim ki şu 100 dolarlık laptopla ilgili). Haberde deniyor ki ABD’li bir profesör çıkıp şöyle bir laptop tanıttı; şunu dedi; bunun sözünü verdi, şu ülkelerin konuyla ilgilendiğini duyurdu vb.

Haber sanki ülkemizle hiç ilgili olmayan, sadece tercüme edilerek yayınlanması düzeyinde değere sahip olan bir olgu.

Sanki o profesör dört sene önce ülkemize gelmemiş; bir konferans vermemiş gibi. Sanki haberde sözü edilen öğrencileri 100 dolara laptop edindirme kavramı bizim ülkemiz için de uygulanabilecek bir şey değilmiş gibi. Sanki profesörün yaptığı açıklamaya konu olan etkinliğinin internette bir web sitesi yokmuş; o sitede konuyla ilgili detaylı bilgi ve görsel malzeme yer almıyormuş gibi.

Hal böyle olunca ülkemizin medyası özellikle de kendi muhabirleri haricinde edindiği bilgileri basın ya da yayın organına taze olarak aktarma konusunda ne kadar başarılı olabilir ki?

Hal böyle olunca, gazete sayfalarında okuduğumuz haberler gündelik hayatımızla ilişkilendirilebilen, bizi düşünmeye sevk eden, yetki ve sorumluluk sahipleri üzerinde de tatlı bir baskı oluşturabilen olgular haline nasıl gelebilir ki?

Medya organlarına konu olan haberleri, bilgileri yönlendirme görevinde olanların, önlerine bir haber geldiğinde, bunu sadece gönderen ajansı bilgi kaynağı olarak değerlendirerek yayınlamak yerine, yeni ve alternatif bilgi kaynaklarını da sorgulayarak daha geniş bir açıdan değerlendirmelerinin vakti geldi de geçiyor bile.

Eğer böyle yapmazlarsa, nasıl güncelliklerini koruyabilecekler?

Yukarıdaki habere içerik olan 100 dolara laptop konusunda ülkemiz medyasında gördüğüm tüm gazetelerde aynı görsel malzeme kullanılmıştı. Büyük bir olasılıkla haberi geçen ajansın ilettiği malzeme idi bu. Oysa ki habere konu olan konferansın web sitesine baktığınızda konuyla ilgili birden çok görsel malzemenin sergilendiğini bulabilirdiniz.

Konunun içeriğinin bizim ülkemiz için de ne kadar faydalı olacağını haberle irtibatlandırmak bir yana, görsel malzeme için bile lütfedip biraz araştırma yapma gereği duymayan bir tembellik söz konusu yani.

Medyanın da beslendiği medyası, medya kaynakları var. Ajanslar gibi. Ama artık ajanslar bu konuda tekel değil. Bilginin oluşmasına neden olan olgu, kendi bilgisini bilgiye erişmek isteyenlere direkt ulaştırma imkanlarına da sahip artık. Hem de eskisinden daha hızlı ve ucuza.

Peki bu durumda medya ne yapacak? Internet gazeteyi, dergiyi öldürecek deniyor. Internetin bence öyle bir misyonu söz konusu bile olamaz. Ancak gelişen imkanları gündelik hayatına dahil edemeyecek her birey ya da kuruluş için olduğu gibi medya da eğer kendisini bu yeni koşullara göre dönüştüremezse, kendi kendisinin ipini çekmiş olacaktır.

Bugün ajanstan gelen bir haberi, internet gibi imkanlar kullanarak çarpraz kontrol etmeden, kontrolün ötesinde, daha derinlemesine bilgi sahibi olabilir miyim diye araştırmayan bir medya kuruluşu; birincisi rakiplerinden farklı olduğunu nasıl ispatlayabilecek; ikincisi okunmasını, izlenmesini nasıl sağlayacak?

Lider olanlar, bu detayları kendilerine dert edinip, çözüm üretmek üzere yatırım yapacak; kendisini dönüştürmeyi hedefleyecektir. Lideri izleyenler ise liderin attığı adımlara bakarak, kendisinin de hangi adımları atması gerektiğini belirlemiş olacak; onun izinden gitmeye çalışacak.

Bu kez şöyle bir risk var ama : Lider yanlış yoldan gidip, uçuruma yuvarlanabilir. Tabii onu izleyenler de.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (12 11 2005)

Pazartesi, Kasım 07, 2005

ZORUNLU GAMZE ÖZÇELİK YAZISI


Konunun magazinselliği bir yana, iş Microsoft firmasına ait MSN gibi konuşma ortamları (chat) ve bununların güvenliği gibi konularına kayınca, ben de Gamze Özçelik olayı ile ilgili olarak bu zorunlu yazıyı kaleme alma gereği duydum.

Geçtiğimiz günlerde anladığım kadarıyla birkaç kişi bu görüntüleri internet üzerinde sağa sola gönderdiklerinden dolayı gözaltına alınmışlar, sonra da biri dışında diğerleri serbest bırakılmış.

Akabinde bu tür konuların internette hızla yayılmasına neden olan muhabbet ortamları gündeme geldi. Bunların içinden en popüler olanı da MSN. MSN kişilerin bir kullanıcı adı ile sisteme erişip, dilediği bir kişiyle muhabbet etmesine imkan veren bir ortam. Bu muhabbet etme kavramı da klavye ile birbirine mesaj gönderme şeklinde oluyor. Epostadan farkı, kişilerin o anda bilgisayar başında hazır bulunmaları ve birinin yazdığı mesajı (enter’a basar basmaz) diğerinin ekranında görebilmesi.

MSN ile ilgili olarak da gündeme gelen konu, bu mesajların kayıtlarının MSN’in sahibi olan Microsoft firması tarafından tutulup tutulmadığı yönünde idi.

Microsoft firması da gerekli açıklamayı yaptı ve kayıtları tutmadığını açıkladı.

Ancak tabii bilgi yerine fikir tabanlı düşünenler için bu yeterli olmadı. Çünkü böyle bir altyapıya sahip olup da kimin ne konuştuğu bilgisini bir kenara yazmamak nasıl olabilirdi ki? (Sanırım şöyle bir düşünce var; “ben bile bunun olabileceğini düşünüyorsam, milyar dolarlık bir şirket elbette ki bunu düşünmüş ve uygulamıştır”). Tabii bu kadarını düşünenler acaba şu kadarını da düşünüyorlar mı?

Bu iş lojistik olarak yapılabilecek bir şey mi?

Dünya üzerinde kaç tane MSN kullanıcısı var? Ben bilmiyorum ama sanırım milyonlarca diyebiliriz. Bu sistem günde kaç saat çalışıyor? 24 saat. 24 saat boyunca bu milyonlarca kullanıcıdan sisteme girip, birileriyle muhabbet edenlerin ürettiği mesaj hacmi acaba hangi saklama ünitesinde saklanabilir? Bunun için ne kadarlık bir saklama kapasitesine gereksinim vardır?

Dürüst olalım. MSN gibi ortamlarda yapılan muhabbetlerin içeriği, satır satır, cümle cümle kimsenin umurunda değildir. Ne Microsoft’un ne de ABD’nin ya da dünyanın başka bir şirket, ülke ya da organizasyonunun.

Ancak güvenlik açısından umurunda olan birileri var; umurda olunan bir şeyler de var. Daha önce burada da belirttiğim gibi varlığı ne resmen kanıtlanmış ne de inkar edilmiş bir altyapı var. Echelon. Bu sistem dünya üzerindeki dijital trafiğin büyük bir kısmını “dinleme” yeteneğine sahip. Dijital trafik derken kastettiğim sadece internet muhabbetleri, epostaları değil. Örneğin dijital bir altyapıdan yapılmış telefon görüşmeleri, ya da yollanmış fax metinleri de buna dahil.

Bir daha altını çizmek istiyorum. Echelon’un yaptığı (en azından anlaşılabildiği kadarıyla) trafiği dinlemek ve gerekli gördüğünde içeriğin bir kopyasını edinmek. Yani Echelon dünya üzerinde gönderilen tüm epostları, faksları vb bir yere alıp saklamıyor. Zaten böyle yapsa kendileri dahil kimsenin işine yaramazdı.

Daha ziyade yapılan şey, kritik görülen kelimelerden oluşan bir hazine oluşturmak ve o sırada geçmekte olan trafiğin içinde o kelime hazinesinden bir tanesi var mı yok mu onu kontrol etmek. Eğer varsa onun bir kopyasını detaylı inceleme bölümünün önüne aktarmak.

Örneğin eğer Gamze Özçelik kelimeleri bu sistem açısından önemli kelimeler hazinesine girmişse, bu metin de mutlaka Echelon’un ağına takılmıştır. (Çünkü yazılarımı Dergi’ye eposta ile gönderiyorum). Ağa takıldıysam hangi eposta adresinden, hangi IP’den erişilerek gönderildiği bilgisi de kayıt edilmiştir.

Ama eğer bu metinde kritik kelime hazinesinde bulunan herhangi bir kelime geçmiyorsa, bu metin “dinlenirken” ağa takılmadan yoluna devam edecektir. Ne hangi epostadan gönderdiğim, ne de hangi IP’den eposta gönderdiğim bilgileri de bir yerlere kayıt edilmeyecektir.

Sözün özü gerçek ne yazık ki bir iki renklidir. Rengarenk olan gerçeğin “olasılıklarını” teşkil eden fantastik dünya ögeleridir. Bilgi o olasılıkları yok eder; bilgi-temelsiz fikirler ise onları (belki de) gereğinden fazla renklendirir.

Renkli şeyler de gözlerimizi daha çok kamaştırır. İlgimizi daha çok çeker.

Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (05 11 2005)