Savaş sadece ekonomik ya da siyasal arenada cereyan etmiyor. Savaş toplumsal boyutta da son hızla devam etmekte. Dün “nolur yardım edin Mehmet Ali Bey” diye telefonun ucunda ağlayanlar bugün kendilerine verilen kömür yardımlarını alırken ya da oylarını bir altına satarken gururları hiç incinmiyor.
Daha ne olduğunu yeni öğrendiğimiz, kişilik haklarına saldırıdan dolayı ilk erişime kapatılma cezasını yeni almış olan blog dünyası ölüyor mu? Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir teknoloji dergisi dünyadaki bu eğilimden bahsediyordu.
Bir web sitesi oluşturacak imkanı, bilgisi, zamanı olmayanlar için müthiş bir açılım getiren blog dünyasının popülaritesi arttıkça bünyesinde de belirgin bir değişiklik gözlendi. Bugünün blog dünyasında en popüler blogların pek çoğu bloglardan profesyonelce istifade etmek isteyenlerden oluşmakta. Sesini duyurmak isteyen amatörler ise marijinal bir boyuta sürüklenmekte.
Ülkemizde bloglar global düzeyde gördüğü kadar ilgi göremediğinden, ulusal düzeyde herkes tarafından düzenli olarak izlenen bloglar filizlenemediğinden bu eğilim de gözümüzün önünden geçip giden trenlerden biri olarak yerini almak üzere.
Oysa bloglar yaygınlaşmaya başladığında dünyada bu trene atlayan ilk profesyoneller sokaktaki yaşamlarında düzenli yazı yazanlar idi. Yani gazete ya da dergi gibi periyodik yayınlarda boy gösteren köşe yazarları.
Önceki günün köşe yazarları bir anda blogcu, yazdıkları köşeler ise blog olmuştu. Bunu herkesin ne yaptığını merak ettiği kimi ünlü kişilerin blogları izledi. Bu popülaritenin artmasında blog altyapısına getirilen yeni teknik özelliklerin de önemli bir payı var. Önceleri sadece basit metin yazma imkanı sunan blog altyapıları giderek ses, görüntü gibi malzemelerin de metne entegre edilmesine imkan sağladı.
Blogosferin ölüp ölmemesi bir yana, dünya ile Türkiye’yi kıyasladığımda bu örnek vesilesiyle gözlediğim bir ortak özelliğin altını çizmek istiyorum. Günde ortalama bir kaç kez “balık hafızalı” bir toplum olduğumuzu çevremizden duyar olduk. Değil bir kaç yıl öncesindeki bir kaç ay ya da hafta öncesinde yaşanmış olayları bile hızla unutma konusunda üstün bir becerimiz olduğunun altı çizilmekte.
Gerçekten de öyle mi? Sorun gerçekten de bizim belleğimizde mi? Öyleyse o kadar unutturulmaya çalışıldığı halde Ata’mızı neden bir türlü unutamıyoruz? Sorun tabii ki bizim belleğimizde değil. Hatalı ya da yanlış olan biz değiliz.
Yanlışlık geçen her bir ana, her bir saate, güne yepyeni bir gündem maddesi oturtmak taktiğini izlemek zorunda bırakılan medya. Medyayı suçlamak yaygın bir şey ama dikkat edilirse medya da neye alet edildiğinin farkında değil. Çünkü hangi stratejinin masasında meze olduğunu bilmiyor; bilemez. Bilmeye kalksa yok edilir.
Yukarıda değinmeye çalıştığım ortak nokta işte burada devreye giriyor. Japonya’da, K.Amerika’da giderek Avrupa ve İskandinavya’da da izlemekte olduğumuz toplumsal kimi olguların fırtına hızında birer salgın olarak toplumun üstüne çökmesi ve aynı hızla yerini bir başka salgına bırakması döngüsü açısından baktığımızda ülkemizle bu ülkeler ya da bölgeler arasında bir fark bulunmamakta. Tek fark salgının içeriği ve geride bıraktığı.
ABD’de blogosfer salgını yerini Twitter-vari minimalist alternatiflere bırakırken biz de mesela yılbaşı akşamı Taksim’deki nahoş sahnelerden, Ergenekon’a, şeytana uymaktan neredeyse gurur duyacak tacizci köşe yazarlarından, ümmüğe, düellodan daniskaya bir salgından ötekine koşturup duruyoruz.
Fark ne yazık ki bizi kırıp geçiren salgınların geride toplumsal olarak artı hiçbir şey bırakmaması; tam tersine gerek birey gerekse de toplum olarak suçlu, nefret edilesi olduğumuz duygularını bilinçaltımıza yerleştirmesi.
Savaş sadece ekonomik ya da siyasal arenada cereyan etmiyor. Savaş toplumsal boyutta da son hızla devam etmekte. Dün “nolur yardım edin Mehmet Ali Bey” diye telefonun ucunda ağlayanlar bugün kendilerine verilen kömür yardımlarını alırken ya da oylarını bir altına satarken gururları hiç incinmiyor.
Ancak ataları seksen sene önce acaba onlar böyle yozlaşsın diye mi yaşamlarını cephelerde feda etti? Mezarlarının başına iki dua okumak için gittiklerinde doğal olarak bunu es geçmeye özen gösteriyorlar...
Daha ne olduğunu yeni öğrendiğimiz, kişilik haklarına saldırıdan dolayı ilk erişime kapatılma cezasını yeni almış olan blog dünyası ölüyor mu? Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir teknoloji dergisi dünyadaki bu eğilimden bahsediyordu.
Bir web sitesi oluşturacak imkanı, bilgisi, zamanı olmayanlar için müthiş bir açılım getiren blog dünyasının popülaritesi arttıkça bünyesinde de belirgin bir değişiklik gözlendi. Bugünün blog dünyasında en popüler blogların pek çoğu bloglardan profesyonelce istifade etmek isteyenlerden oluşmakta. Sesini duyurmak isteyen amatörler ise marijinal bir boyuta sürüklenmekte.
Ülkemizde bloglar global düzeyde gördüğü kadar ilgi göremediğinden, ulusal düzeyde herkes tarafından düzenli olarak izlenen bloglar filizlenemediğinden bu eğilim de gözümüzün önünden geçip giden trenlerden biri olarak yerini almak üzere.
Oysa bloglar yaygınlaşmaya başladığında dünyada bu trene atlayan ilk profesyoneller sokaktaki yaşamlarında düzenli yazı yazanlar idi. Yani gazete ya da dergi gibi periyodik yayınlarda boy gösteren köşe yazarları.
Önceki günün köşe yazarları bir anda blogcu, yazdıkları köşeler ise blog olmuştu. Bunu herkesin ne yaptığını merak ettiği kimi ünlü kişilerin blogları izledi. Bu popülaritenin artmasında blog altyapısına getirilen yeni teknik özelliklerin de önemli bir payı var. Önceleri sadece basit metin yazma imkanı sunan blog altyapıları giderek ses, görüntü gibi malzemelerin de metne entegre edilmesine imkan sağladı.
Blogosferin ölüp ölmemesi bir yana, dünya ile Türkiye’yi kıyasladığımda bu örnek vesilesiyle gözlediğim bir ortak özelliğin altını çizmek istiyorum. Günde ortalama bir kaç kez “balık hafızalı” bir toplum olduğumuzu çevremizden duyar olduk. Değil bir kaç yıl öncesindeki bir kaç ay ya da hafta öncesinde yaşanmış olayları bile hızla unutma konusunda üstün bir becerimiz olduğunun altı çizilmekte.
Gerçekten de öyle mi? Sorun gerçekten de bizim belleğimizde mi? Öyleyse o kadar unutturulmaya çalışıldığı halde Ata’mızı neden bir türlü unutamıyoruz? Sorun tabii ki bizim belleğimizde değil. Hatalı ya da yanlış olan biz değiliz.
Yanlışlık geçen her bir ana, her bir saate, güne yepyeni bir gündem maddesi oturtmak taktiğini izlemek zorunda bırakılan medya. Medyayı suçlamak yaygın bir şey ama dikkat edilirse medya da neye alet edildiğinin farkında değil. Çünkü hangi stratejinin masasında meze olduğunu bilmiyor; bilemez. Bilmeye kalksa yok edilir.
Yukarıda değinmeye çalıştığım ortak nokta işte burada devreye giriyor. Japonya’da, K.Amerika’da giderek Avrupa ve İskandinavya’da da izlemekte olduğumuz toplumsal kimi olguların fırtına hızında birer salgın olarak toplumun üstüne çökmesi ve aynı hızla yerini bir başka salgına bırakması döngüsü açısından baktığımızda ülkemizle bu ülkeler ya da bölgeler arasında bir fark bulunmamakta. Tek fark salgının içeriği ve geride bıraktığı.
ABD’de blogosfer salgını yerini Twitter-vari minimalist alternatiflere bırakırken biz de mesela yılbaşı akşamı Taksim’deki nahoş sahnelerden, Ergenekon’a, şeytana uymaktan neredeyse gurur duyacak tacizci köşe yazarlarından, ümmüğe, düellodan daniskaya bir salgından ötekine koşturup duruyoruz.
Fark ne yazık ki bizi kırıp geçiren salgınların geride toplumsal olarak artı hiçbir şey bırakmaması; tam tersine gerek birey gerekse de toplum olarak suçlu, nefret edilesi olduğumuz duygularını bilinçaltımıza yerleştirmesi.
Savaş sadece ekonomik ya da siyasal arenada cereyan etmiyor. Savaş toplumsal boyutta da son hızla devam etmekte. Dün “nolur yardım edin Mehmet Ali Bey” diye telefonun ucunda ağlayanlar bugün kendilerine verilen kömür yardımlarını alırken ya da oylarını bir altına satarken gururları hiç incinmiyor.
Ancak ataları seksen sene önce acaba onlar böyle yozlaşsın diye mi yaşamlarını cephelerde feda etti? Mezarlarının başına iki dua okumak için gittiklerinde doğal olarak bunu es geçmeye özen gösteriyorlar...
Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 21 11 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder