Cuma, Ekim 17, 2008

YENİ DÜNYA DÜZENİ KRİZİ


Bugün canı yanan, batan, yok olan firmalar 2001’den beri dünyanın canını acıtarak para kazananlar değil mi? Cumhuriyetçiler, son dört yıldır varlığı bilinen krizi, W’nun başkanlık döneminin sonuna dek taşımayı başardı. Şu anki planları da olsa olsa, Demokratların kesin zaferi ile sonuçlanacak gibi görünen başkanlık seçimi sonucunda iktidara gelecek Demokrat başkanı, başkanlık yapacağı dört yıl boyunca bu krizin pisliklerini temizlemekle meşgul edip yıpratmak. İkinci kez seçilmesini engellemek ve dört yıl sonraki başkanlık seçimini almak.


Dünya ABD merkezli ekonomik krizle sarsılıyor. Daha önceki Asya, Rusya merkezli krizleri fırsata dönüştüren çokuluslu finans şirketleri birer ikişer dökülüyor. Ya devletleştiriliyorlar ya da ayakta kalmayı beceren sağlamcı kurt eski-dostları tarafından yutuluyorlar.

Tüm bunların teknolojiyle ne ilgisi var? Aslında bu krizin nedenini ve ardından gelecek yeni dünyayı düşündüğümüzde soru biraz daha anlamlı gelecektir. Malum ABD’de başkanlığının parti değiştirdiği her dönemde global anlamda dramatik değişiklikler de beraberinde geliyor.

Benim anımsadığım “Yeni Dünya Düzeni” kavramından ilk bahseden “Baba Bush” idi. Birinci Irak Savaşı’nı TV’den izledik. Ardından iki dönemlik Demokrat Clinton başkanlığında dünya ekonomisi yepyeni bir olgu ile tanıştı : Internet.

Bildik, klasik ticaret ve ekonomi dünyası aşağılandı. Onun yerine başına e- getirilen yeni kavramlar sükse yaptı: e-ticaret, e-ekonomi, e-eğitim vb. Aslında bu dönüşüm de Demokratların vizyonundaki “Yeni Dünya Düzeni” idi. Ancak ne yazık ki Demokratlar, biraz da Clinton’ın sansasyonel gönül ilişkileri nedeniyle üçüncü dönemi kazanamadılar. Al Gore, valiliğini şu anki başkanın kardeşinin yaptığı Florida eyaletinde seçimleri bir kaç yüz oyla kaybetti. Seçim o denli atbaşı gidiyordu ki Florida’yı kazanan, tüm ülkeyi kazanmış oldu. Böylece “W” Bush dönemi başladı.

Seçildikten altı ay sonra desteği dibe vuran Bush’un daha birinci yılı dolmadan Cumhuriyetçilerin Yeni Dünya Düzeni’nin ikinci versiyonu devreye girdi. Bu kez çok daha ciddi bir oyun sahneleniyordu. Terör ABD’den içeri girdi. Dünya TV’den bu kez 11 Eylül saldırılarını izledi.

Ardından gelen Afganistan, Irak savaşları ve dünyanın o bildik, konvansiyonel, “yık-yeniden yap-o arada sömür-para kazan” modeline yeniden zorlanması.

Bugün canı yanan, batan, yok olan firmalar 2001’den beri dünyanın canını acıtarak para kazananlar değil mi? Cumhuriyetçiler, son dört yıldır varlığı bilinen krizi, W’nun başkanlık döneminin sonuna dek taşımayı başardı. Şu anki planları da olsa olsa, Demokratların kesin zaferi ile sonuçlanacak gibi görünen başkanlık seçimi sonucunda iktidara gelecek Demokrat başkanı, başkanlık yapacağı dört yıl boyunca bu krizin pisliklerini temizlemekle meşgul edip yıpratmak. İkinci kez seçilmesini engellemek ve dört yıl sonraki başkanlık seçimini almak.

Petrol sanayii bunu güzelce gerçekleştirdi. 30 dolarlık petrolun fiyatını neredeyse 200 dolara çıkardı. O fiyattan yapılan işlemlerin yarısından fazlası gelecek yıllardaki “petrol rekoltesi” ile ilgili kağıt üzerinde yapılan alım-satımlardı. Bugün elinde örneğin 2011 yılının Nijerya petrolünü 170 dolardan almış olanlar, 2011’de petrolün reel fiyatı 50 dolar olursa, 120 dolar zarar etmiş olacak yani.

Sonuçta kıyasıya bir mücadele söz konusu. Dünyanın refahı neye dayandırılacak? 20. yüzyıl vahşi kapitalizmin silinmez izleri ile geçti. 31 sene içinde (1914-1945) toplam on sene süren iki tane dünya savaşı, kritik doğal kaynakların ya da stratejik konumların dibinde çıkarılan sayısız bölgesel savaşlar.

Birileri 21. yüzyılın da böyle geçmemesi için savaşırken, başka birileri eski tas eski hamam devam etmesi için elinden geleni yapıyor. Değişim isteyenler teknolojiye, bilime, bilişime, genetik bilimine, yenilenebilen alternatif enerji kaynaklarına yönelmek istiyor. Başka birileri ise elinin zayıflaması anlamına gelecek bu sıçramayı reddiyor.

Bugün global ekonomi sahnesinden çekilenleri, elinin zayıflamaması için direnenlerin, bu sıçramayı reddedenlerin ekonomik kanadı olarak yorumluyorum. Onların yerini yenileri alacak. Fatura çoktan çok, azdan az olacak şekilde herkese kesilecek (kimse “ama ben bir şey yapmadım” demesin, demokrasinin güzelliği burada, bu pisliği yaratanlar yetkiyi halkların oylarıyla aldılar).

Evin sımarık çocuğu evin kaynakları tüketti ve geriye evin sorumlu çocuğunun herkesin gözünden ırak biriktirdiği kaynaklar kaldı. Mecburen o kaynaklar da eritilecek. Ancak bu kez şımarık çocuk evden kovulacak gibi görünüyor. En azından dünyada böyle oluyor.

Biz ne yapmalıyız? Ne vurup yıkanların yanında olup bundan istifade edebiliyoruz, ne de taş üstüne taş koyup yeni bir şey icat edebiliyoruz.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 17 10 2008

Pazartesi, Ekim 13, 2008

GOOGLE : 10 YILDA 1 TRİLYON SAYFA


Bugün Google da dahil hiç bir arama motoru indeksledikleri web sayfalarının içindeki kelimelerin semantik düzeyden ne anlama geldiklerini bilmemektedir. Bu tıpkı bilmediğiniz bir lisanda yazılmış metinlere bakmaya benzer. Metnin ne anlama geldiğini bilmezsiniz ama aynı işaretlerin aynı şeyi ifade ettiğini kolaylıkla anlayabilirsiniz.


Google 10. yaşını kutluyor. Bu aralar google.com sayfasına giderseniz Google’ın geçen bu on yıllık tarihçesinin kilometre-taşlarını yıl yıl görebilirsiniz. Onuncu yılında Google’ın internet üzerinde yaptığı tarama sonucunda indekslemiş olduğu toplam web sayfa sayısının 1 trilyona ulaştığı da yine bu tarihçenin sonlarına doğru yer alıyor.

Uzmanların tam “arama motoru savaşları bitti; kazanan yahoo” diye açıkladıkları bir sırada (90ların ikinci yarısı) sislerin arasından çıkıp gelen iki genç tüm resmi alt üst etti. Mücadele yeniden başladı ancak bu hiç de birinci dönemdeki kanlı savaşlara benzemiyordu. Google en güçlü rakibi olan Yahoo’ya bile daha ilk günden itibaren öyle bir fark attı ki ikinci arama motoru savaşları neredeyse kansız bir şekilde sona erdi.

Bugün pek çok kişi bilgisayarını açıp da internete bir şey aramak ya da araştırmak için giriyorsa ilk gittiği sayfa Google.com.

Şüphesiz Google’un bu başarısının ardında yatan temel öge arama modelinin liberalliği. Arama sürecinin en kritik iki ögesi doğru sayfaların bulunması ile listede ilk çıkacak sayfaların hangi sırada yer alacağıdır. Google’dan önce bu ikinci ögeyi oluşturan listede üst sıralarda yer almak daha ziyade arama motoru dünyasının en değerli ürünü olarak pazarlanıyordu. Parayı veren adını üste yazdırabiliyordu.

Google ile birlikte bu listenin oluşumu belli bir mantığa göre sistematiğe bağlandı. Bu mantık ise bugün yaygın bir şekilde Web 2.0 diye adlandırılan akımın temelinde yer alan mentalite ile aynı aslında: Yani listeyi kullanıcıların yapmasını sağlamak!

Google arama metodolojisinde bu durum, bir arama yapıldığında listelenecek web sayfalarının sırasının, aynı aramanın daha önce yapıldığı durumlarda en çok hangi web sayfalarına gidildiğine bakılarak oluşturulması. “ODTÜ” diye yapılan aramalar sonucunda kullanıcılar en çok http://www.odtu.edu.tr/ (ve Ingilizcesi olan http://www.metu.edu.tr/) sitesine gitmiş olduklarından dolayıdır ki bugün siz de google’a gidip odtü diye arama yaparsanız ilk sırada ODTÜ’nün bu web siteleri gelecektir.

Web 2.0 diye adlandırılan içinde bulunduğumuz dönemde bu mentalite web sitelerinin içeriğine taşındı. Öyle ki web sitelerinin içeriği artık o sitenin yöneticileri tarafından değil, doğrudan kullanıcı tarafından doldurulmakta. Örnek olarak bugün Türkiye hariç dünyanın diğer ülkelerinden erişilen youtube.com sitesinin devasa video klip içeriği, o sitenin sahipleri ya da personeli tarafından değil kayıtlı kullanıcıları tarafından siteye yüklenmekte.

Arama motoru dünyasında yukarıda altını çizdiğim iki ögeden ilki bugün hala sorunlu durumunu koruyor. Yani yapılan bir aramada arzu edilen doğru web sitelerinin listelenebilmesinin sağlanması. Doğruluk yanlışlık olgusu belki iki düzeyde incelenebilir. Birinci seviyedeki temel hatalı durum bugün aşılmış durumdadır. Yani ne google ne yahoo ne de başka bir arama motoru siz “bugün tv’de ne var” diye aradığınızda Paraguay’daki seçimlerle ilgili bir web sayfasını listelemez.

Öte yandan yaptığınız arama ya da araştırma çok spesifik değilse, bu durumda ekranda listelenecek sayfalar içinde sizin asıl aradıklarınızı ayıklamak sorun yaratmaya bugün de devam etmekte. Sevdiğim müzisyenlerden Fish’i örnek olarak ele alalım. Marillion topluluğunun eski solisti olan şov dünyasında kendisine Fish adını takmış olan Derek William Dick ile ilgili Google’da bir arama yaptığınızda karşınıza müzisyen Fish ile ilgili web sayfalarından çok (fish kelimesi İngilizce’de balık anlamına geldiğinden) balıklarla ilgili web siteleri listelenecektir.

Bugün Google da dahil hiç bir arama motoru indeksledikleri web sayfalarının içindeki kelimelerin semantik düzeyden ne anlama geldiklerini bilmemektedir çünkü. Bu tıpkı bilmediğiniz bir lisanda yazılmış metinlere bakmaya benzer. Metnin ne anlama geldiğini bilmezsiniz ama aynı işaretlerin aynı şeyi ifade ettiğini kolaylıkla anlayabilirsiniz.

Arama motorları da benzer bir körlükte çalışır. Fish diye aradığınızda içinde “fish” kelimesi yer alan tüm sayfalar en popülerinden başlayarak sıralanır.

Webin mucidi Sir Tim Berners Lee’nin başını çektiği bir grup internet öncüsü son yıllarda bu konuya odaklanmış durumdalar. Semantik Web adını verdikleri bu dalga belki de web’in üçüncü kuşağını oluşturacak. Ben de o zaman şarkıcı Fish diye aradığımda akvaryumlarla ilgili web sayfalarını ayıklamak zorunda kalmayacağım.

Doğum günün kutlu olsun Google! Bakalım on yıl sonra herkes nerede olacak...

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 10 10 2008

Çarşamba, Ekim 08, 2008

BİLGİNİN SIVI HALİ


Dijital yerliler bilginin sıvı halini yaşıyor; şeffaf dogma kalıpları içinde kirlendikçe onları döküp temiziyle yeniden doldurabiliyor. Bilginin katı halini yaşan dijital göçmenler için dogma kalıbı ile katılaşmış bilgi olan dogmatik düşünce aynı şey. Onu oradan çıkarıp atması ve yerine yeni ve daha temizini yerleştirmesi ne yazık ki çok zor.


Sonuçta tüm dünya bir kez daha Türk’ün dediğine geliyor. Önce matbaayı sınırlarından içeri yüzyıllarca sokmadığı için sonra da atalarından devraldığı bu mirası kitap okumama şeklinde sürdürdüğü için suçlanan, eleştirilen Türk insanı meğer 21. yüzyılın bilgi çağını daha o yıllarda görmüş de ondan dolayı böyle davranıyormuş.

Internetin, özellikle de webin son onbeş yılda dünya sathında yayılması, dünyada okuma alışkanlıklarını da değiştirmeye başladı. Yapılan araştırmalarda insanların artık uzun makale ya da kitapları okuyamadıkları, konsantrasyonlarının giderek çok daha kısa sürede dağılmaya başladığı tespit ediliyor.

Dijital Kültür’ün dünyaya nüfuz etmesiyle birlikte gündeme Dijital Yerli ve Dijital Göçmen olguları geldi. Dijital Yerli; dijital kültürün içine doğmuş gençler ya da çocuklar. Bugün en yaşlıları üniversite çağındalar. Dijital yerliler doğduğunda evlerinde bilgisayar vardı, cep telefonu vardı. Dolayısıyla onlar için bilgisayar, internet, cep telefonu, dijital iletişim, dijital kültür adapte olunması gereken bir engel değil.

Ancak dijital yerlilerin ebeveyni ya da daha yaşlı akrabaları durumunda olanlar için bu olgular gerçekten de “mertlik bozan tüfek” statüsünde, ortaya sonradan çıkan şeyler. Ancak boynuz kulağı öyle bir geçti ki dün yeni dünyalar yaratan bu insanlar, bugün yaratmış oldukları o yeni dünyalara adapte olmakta zorluk çeken birer dijital göçmen durumuna düştüler.

Ne paradoks! Bugün dijital göçmen statüsüne giren yirmili yaşlardan büyük ötekiler, son kırk yıllarını aslında bugün dijital kültür denilen olgunun altyapısını, donanımını, yazılımını, haberleşmesini icat etmekle geçirdiler. Interneti, webi, epostayı, chatleşmeyi, cep telefonunu, SMS ile haberleşmeyi icat eden kuşaklar, bugünün dijital yerlileri (kendi çocukları ya da torunları) tarafından ikinci sınıf vatandaş olarak sınıflandırılıyor. Evinde teknoloji bilgisizliği nedeniyle çocuğundan ya da torunundan fırça yememiş bir ebeveyn var mı?

İşte bu yeni dijital dünyanın temel ögelerinden birisi de webin ortaya çıkmasıyla kendini gösteren hiper-metin (hypertext) olgusu. Hiper-metin, metnin içine bir yandan her türlü (görsel, işitsel) ögenin girmesini sağlamakta ve metni sadece kelime ve tümcelerle sınırlamamakta; diğer yandan ise metnin statik ve yukarıdan aşağıya doğru sabit bir yönde ilerlemesi olgusunu yerle bir etmektedir.

Bugün bir web sitesini açıp da bir paragraf okurken, linklenmiş bir kelimeyi tıklayarak bambaşka bir sayfaya geçebilir ve bambaşka bir metni okurken bulabilirsiniz kendinizi. Ya da metnin altına eklenmiş link sizi bir video klibine götürebilir; o video klibinin altında ise o kliple benzer özellikler içeren başka klipler bulabilir ve o kliplerin sayfalarına yelken açabilirsiniz.

Nerede kaldı yukarıdan aşağıya okuma?

Evet sınıfta kaldı. Artık kimse uzun uzun metinleri, yukarıdan aşağıya doğru okumak istemiyor. Onun yerine araya girmiş bir videoyu izlemeyi, bir resme bakmayı, belki o görsel malzemenin anımsatacağı başka bir şeyi yapmak üzere başka bir web sayfasına dallanmayı tercih ediyor. İşin ilginci dijital yerliler için bu çok doğal bir “okuma” serüveniyken benim gibi dijital göçmenler için konsantrasyonun yok olmasına neden olan tek ve en büyük tehlike nedeni.

Dijital yerliler bilginin hızlı bir şekilde aynı anda birden fazla çoklu ortamdan ekranına gelmesini tercih ederken, dijital göçmenler bilginin yavaş ve kontrollü bir şekilde ve sınırlı kaynaklardan akmasını bekliyor. Hal böyle olunca göçmenler için internet güvenilirlikten uzak bir bilgi kirliliği.

Biz göçmenlerin zihni bugün, gündelik hayatımızda pek de işe yaramayan, ama güvenilir ve doğru pek çok bilgi ile dolu. Yerlilerin sahip olduğu bilgi ise belki bizimki kadar temiz ve doğru değil ama pratik yaşamlarına derhal kanalize edebildikleri bilgiler bunlar ve doğrusu yeri geldiğinde kirli olanı temiziyle değiştirme konusunda çok yetenekliler.

Dijital yerliler bilginin sıvı halini yaşıyor; şeffaf dogma kalıpları içinde kirlendikçe onları döküp temiziyle yeniden doldurabiliyor. Bilginin katı halini yaşan dijital göçmenler için dogma kalıbı ile katılaşmış bilgi olan dogmatik düşünce aynı şey. Onu oradan çıkarıp atması ve yerine yeni ve daha temizini yerleştirmesi ne yazık ki çok zor.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 03 10 2008

KÖR DÖĞÜŞÜ


Tüm bu ihbarlar sonuçta 5,987 ayrı web sitesiyle ilgili. Yapılan değerlendirme sonucunda bu yaklaşık altı bin web sitesinden 853 tanesine erişim engellenmiş durumda. Bu 853 web sitesinden sadece 241 tanesi mahkeme kararıyla kapatılmış. Kalan 612 tanesi ise re’sen.


Geçtiğimiz günlerde tesadüfen İngiliz Prof. Dr. Richard Dawkins’e ait web sitesinin mahkeme kararıyla kapatıldığını öğrendim. Dawkins son dönemde Türkçe’ye “Tanrı Yanılgısı” adıyla çevrilen kitabıyla, daha doğrusu kitap adına açılan davayla gündeme gelmişti. Yayıncısı mahkemeye verilmiş ancak daha sonra beraat etmişti.

Dawkins, kendince “yeni bir ateist” akımın destekleyicilerinden. Yukarıda anılan kitabında da ateist bir bakış açısıyla konuyu irdeliyor. Kitabı edindim ve okudum. Okuma amacım; öne sürülen fikirlerin ne kadar tutarlı, ne kadar nesnel olduğunu irdelemek, konuyla ilgili kişisel düşüncelerimi bir tür elekten geçirmekti.

Dürüst olmak gerekirse kitap benim için büyük bir hayalkırıklığıdır. Bugün her ülkede her dinle ilgili görülebilecek kökten-dinci yaklaşım, kendi dini inançları çerçevesinde dini ve tanrıyı hangi muhafazakar bakış açısıyla yorumluyorsa Dawkins de ateizmi ve tanrıtanımazlığı aynı muhafazakarlıkla savunmakta. İnanıyorum ki kitap bu haliyle hiçbir deisti ya da agnostiği ateist yapamaz.

Sitenin kapatılma nedenine gelince... Anlaşılan o ki sitenin forum kısmında yer alan bir haber ve bu haberle ilgili üyelerin yazmış oldukları yorum; habere konu olan kişinin kişilik haklarını zedelediğinden mahkeme bu yönde bir karar almış durumda.

Bu yasakçı zihniyetin sorumlusu, daha önce de belirttiğim gibi, ne yargı süreci ne de yargı sürecine başvuranlar. Sorun, yargıyı böyle bir durum karşısında böyle bir karar almaya mecbur bırakan yasal düzenlemeler.

Bugün ne yazık ki hangi sitelerin, hangi sebeple, hangi mahkeme tarafından hangi tarih itibariyle kapatıldığını inceleyebileceğimiz halka açık resmi bir web sitesi yok. Sadece Guvenliweb.org.tr isimli Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı bir web sitesi var. Bu web sitesi kendilerine çeşitli kanallarla yapılan ihbarlarla ilgili bir istatistiği duyurmuş durumda.

Buna göre 18 Ağustos 2008 itibariyle 21.738 ihbar/şikayet başvurusu yapılmış. Bunun 11.494 adedi ihbar. Bu figürün %55’i yani 6,411 adedi müstehcenlikle ilgili yapılan ihbarlardan oluşuyor. Bunu 1,335 ile çocukların cinsel istismarı, 1,309 adetle de Atatürk aleyhine işlenen suçlarla ilgili. Tüm bu ihbarlar sonuçta 5,987 ayrı web sitesiyle ilgili. Yapılan değerlendirme sonucunda bu yaklaşık altı bin web sitesinden 853 tanesine erişim engellenmiş durumda. Bu 853 web sitesinden sadece 241 tanesi mahkeme kararıyla kapatılmış. Kalan 612 tanesi ise re’sen.

Demek ki bir web sitesinin kapatılması için illa ki bir mahkeme kararı gerekmiyor. Bakanlık gelen bir ihbarı değerlendirerek kendi başına bir web sitesini de engelleme hakkına sahip.

Tüm bu istatistiklere baktığımızda eksik olan bir bilgiyi görüyoruz. O da şudur: Kapatılan bu 853 web siteleri hangileridir? Bunlardan hangilerini, hangi sebeple Bakanlık re’sen, mahkeme kararı olmadan, kapatmıştır? Mahkeme kararı ile kapatılan 241 web sitesi, hangi mahkeme kararları itibariyle ve hangi tarihten beri kapalıdır? Bugün hepimizin youtube.com sitesinin kapalı olduğunu biliyoruz; ama geriye kalan 852 web sitesinin hangileri olduğunu bilmiyoruz.

Öte yandan herhangi bir web sitesinin, yukarıdaki ihbar/değerlendirme/mahkeme kararı vb süreci olmadan, belki de yetkili personel tarafından görevini kötüye kullanmak kaydıyla, keyfi olarak kapatılmamış olduğunu nereden bileceğiz? Koy oraya bir “Bu site mahkeme kararıyla kapatılmıştır” yazısı; kapat siteyi olsun bitsin. Kim nereden bilecek bir mahkeme kararı ya da re’sen alınmış bir karar olup olmadığını?

Bu sorunlar, ancak bireylerin oluşturacağı baskı unsurlarının kararlı çabalarıyla giderilebilir. Yoksa “oraya bir sürü adam seçip gönderdik, yapsınlar” demekle; yapmadıkları için yakınıp bir sonraki seçimde aynı kişileri seçmekle giderilmez.

Prof.Dr. Dawkins’e göre ateist; a-teist değil, öyle ya da böyle bir tanrı olgusunu resmin içine alan herşeye karşı olmakla ilgili. Sadece teist değil deist ve agnostikler de dahil. Oysa kitap tam bir teisti tuzağa düşürecek, nesnellikten uzak, militan pasajlarla dolu. Hal böyle olunca en çok tepkiyi teistlerden alması da normal.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 26 09 2008

AĞIN SOSYALLEŞMESİ


Sosyal ağ oluşturma siteleri bir yandan ucu nereye varacağı belli olmayan bir teşhircilikle bireyleri esir almışken, diğer yandan da yatırımcılarını “acaba nereden para kazanabilirim” diye kara kara düşündürüyor.


Internete erişenlerin karşılarında hazır web siteleri bulmak yerine içi boş web sitelerini doldurmaya başlamasıyla ortaya çıkan Web 2.0 kod adlı dalga sonunda kendine uygun bir isim buldu : Sosyal Ağ Oluşturma (Social Networking).

Bu tür sitelerde ister uzun uzun metinler yazın, ister video klip paylaşın, ister şu anda ne yapıyor olduğunuzu tüm dünya ile paylaşın; fark etmez. Yeter ki siz de deli danalar gibi ağa bir şeyler ekleyin. Kendinizden.

İnsanlar şu an akın akın bu dalganın peşinden sürükleniyor. Hal böyle olunca iki konu öne çıkıyor. Birincisi bireylerin kendi özel hayatlarını bu şekilde şeffaflaştırmasının sonunun nereye varacağı. İkincisi ise bu işe para yatıranların nereden para kazanacağı.

Bir yanda bireyler özel yaşamlarını herhangi bir sıkıntı duymadan tüm dünya ile kolayca paylaşabiliyor ve bunun sosyal boyutlarının yeryüzü kültürünü nasıl değiştireceği konusunda kimsenin bir fikri yok. Söyle desen söylemeyecekleri şeyleri iş teşhirciliğe geldiğinde gönüllü bir şekilde gerçekleştiriyorlar. Demek ki insanları konuşturma konusunda yıllarca yanlış metodlar uygulanmış. Teşhirciliğe hitap eden bir metod geliştirilmiş olsaymış daha yüksek verim elde edilirmiş.

Tabii bu pek de etraflıca düşünülmüş de yapılmış bir yorum değil. Son yıllarda toplumsal yaşamdaki değişiklikleri de resmin içine dahil etmek gerekir. Öteki her alanda yaşamın hızı katlanarak artmışken kişinin kendisiyle ya da yakın çevresiyle sınırlı tutmak isteyebileceği bir özel hayatının kalmaması ilintili konular. Bir yandaki zorlama diğer yanda bulduğu supaplarla dengelenmeye çalışılıyor. İnsanlar neden böyle bir şeye gereksinim duyduklarının bile farkında değiller.

Gelelim ikinci hususa. Bu işe ciddi paralar yatırılmakta ve doğrusu daha bu sosyal ağ oluşturma sitelerinden nasıl para kazanılacağı konusundaki altın kural keşfedilebilmiş değil. Herkesin ağzına sakız olan web sayfalarına reklam alma durumu webin ilk gününden beri orada duruyor. Ancak bu webin her evresinde yatırımcıları pek de tatmin etmeden bugünlere dek geldi.

Bunun da basit bir nedeni var. Sanal dünyanın özünde “bilgi özgür olmak istiyor” ruhu var. O nedenle sanal dünyada, internette doğrudan para kazanma yolları arayanlar sürekli hüsrana uğramakta.

Internette herşey daima ucuzluyor. Bu ucuzlama süreci internet dışına da taşıyor.

Bugün iki saatlik bir sinema filmini ya da bir müzik albümünü dünyanın öbür ucuna bedavaya gönderme imkanı varken, yanıbaşınızadaki kişiye cep telefonunuzdan SMS göndermenizin paralı olması henüz bu konuda daha katedilecek çok yolun olduğunun basit bir göstergesi.

Internetin getireceği ucuzluk dalgası sadece bilgisayar ya da telekom sektörü ile sınırlı da değil. İş sürecini internete taşıyan her şirket, her sektör burada farklı bir fiyatlama yapması gerektiğini ya kolay ya da zor yolla öğreniyor. Zor yolla öğrenenler bunun bedelini maddi olarak ödemiş oluyor.

İş sosyal ağ oluşturma sitelerine geldiğinde belki de temel sorun popüler olduğu için oradan illa ki para kazanmam gerekiyor bakış açısı ile yaklaşıyor olmakta yatıyor. Neden illa ki para kazanmak gerekiyor? Elbette ki bu sitelerin de giderleri var. Hem de azımsanmayacak derecede önemli meblağlarda. Ancak şimdiye dek izlenen halka arz, satış gibi metodlarla elde edilen paralar bu giderlerin çok çok üstünde.

Bakalım “delikanlı” bir sosyal ağ oluşturma sitesi çıkıp da “benim stratejim giderim kadar gelir elde edecek bir modeldir; bundan fazlasını da kazanmak istemiyorum” diyebilecek mi? İncelemeleri gereken güzel bir örnek de Türkiye’de var. Sanal olmayan gündelik yaşantımızda. Nedir o? Mizah dergileri.

Gırgır ekolünden gelen bildiğim kadarıyla hiçbir dergi, Oğuz Abi’lerinin kemiklerini sızlatıp da dergilerine reklam almadılar. Almadan ayakta durmaya da devam ediyorlar.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 19 09 2008

KANDİLLİ SAHİLİNİN HACKER’LARI


Madem bu iş bu kadar kolay neden herkes yapmıyor? Bu soruya bilgisayar dünyasından değil de gündelik hayatımızdan bir örnek ile cevap vereyim. Bir dükkana girip hırsızlık yapmak da çok üstün yetenekler istemiyor; ama herkes de dükkanlara girip hırsızlık yapmaya kalkmıyor!


Aslında bilgisayar korsanlığı ile ilgili her haber çıktıktan sonra “hacker” kimdir “bilgisayar korsanı” kimdir diye yazıp, ikisini ayırt etmeye çalışmaktan ben sıkıldım. Ancak gördüğüm kadarıyla medya bu ikisi hatalı kullanmaktan, bilgisayar korsanlarına inatla “hacker” diye hitap etmekten sıkılmadı.

Geçtiğimiz günlerde yine bir bilgisayar korsanlığı haberi manşetlerde idi. Türk ve Rus korsanların karıştığı olay çerçevesinde binlerce Amerikalı banka müşterisinin bilgilerini ele geçirip, bu kişilerin hesaplarından milyonlarca doları boşaltmış oldukları belirtiliyordu.

Hacker bilgisayar dünyasında bilişim konularında ortalamanın çok ötesinde bilgi, deneyim ve beceriye sahip kişilere takılan bir sıfat. Yani işin kompetanı, üstadı anlamında. Ancak kompetan ya da üstad sıfatlarının bu deneyimini olumlu anlamda icra edenler için kullanılması gibi hacker sıfatı da (illa ki kullanılacaksa) bilgisayar, bilişim alanındaki üstün becerilerini olumlu anlamda değerlendirenler için kullanılması gerekir. Sanırım hırsızlık yapmak bu kategorilerin içinde yer alamaz!

Öte yandan medyaya yansıyan olaylar incelendiğinde bunların teknik anlamda üstün bilgisayar becerileri gerektiren türden korsanlıklar olmadığı da anlaşılacaktır. Kabaca incelendiğinde yapılmış olan şey, binlerce kişiye eposta gönderip, o kişileri banka bilgilerini değiştirmek amacıyla sahte bir web sitesine yönlendirmeye sevk etmek ve oltaya takılıp da o siteye gidenlerin ekrandan girecekleri kullanıcı adı ve şifre bilgilerini bir dosyada saklamak.

Bu süreçte kişinin o epostayı gerçekten de kendi bankasından geliyor olarak algılaması için yapılan hiçbir teknik girişim yok. Sadece ve sadece kişinin zokayı yutup yutmamasına bağlı bir korsanlıktır bu. Keza sahte olarak kurulmuş olan web sitesine girilecek bilgileri bir yere saklamak ve sonra onları kullanmak da üstün teknik beceri gerektirmez.

Tabii burada akla şöyle bir soru gelecektir. Madem bu iş bu kadar kolay neden herkes yapmıyor? Bu soruya bilgisayar dünyasından değil de gündelik hayatımızdan bir örnek ile cevap vereyim. Bir dükkana girip hırsızlık yapmak da çok üstün yetenekler istemiyor; ama herkes de dükkanlara girip hırsızlık yapmaya kalkmıyor!

Demek ki dikkat edilmesi gereken husus bu tür korsanlıkları yapma nedeninin bilgisayar becerilerine sahip olup olmamakla değil etik kurallara saygılı olup olmamakla ilgili olduğudur.

Bu tür korsanlıklarda belki de teknik anlamda en kritik olarak değerlendirilebilecek konu eposta adreslerinin nasıl ele geçirildiği olabilir. Bunun değişik yolları var. Yine teknik anlamda bir beceri gerektiren senaryo birilerinin bu eposta bilgilerinin saklı olduğu firma bilgisayarlarına yasadışı yollardan erişip, bilgilerin bir kopyasını almasıdır.

Belki de ekibin işbölümü bu şekilde yapılıyordu. Birileri işin bu zor kısmını gerçekleştiriyor; tetikçi düzeyindeki diğerleri de bu epostaları sağa sola gönderip birilerinin oltaya takılmasını bekliyordu.

Bugün Nijerya’nın genç nüfusunun önemli bir kısmı her gün internet kafelerde akşama dek birilerinin bu tür oltalara takılmasını bekliyor. Yılda bir kişiyi avlasalar bile kazançlı çıkabiliyorlar.

Peki gerçekte hacker olarak adlandırabileceğimiz kişiler kimlerdir? Neden medyada onların isimlerini ve yapmış oldukları olumlu işleri göremiyoruz? Son dönemden bir örnek vereyim. Youtube’u ya da Facebook’u kuran gençler; bir gecede dolar milyarderi oldukları bilgisini bize vermekten öte medyanın ne kadar ilgisini çekebiliyor? Oysa bu gençlerin gerçekleştirmiş oldukları hayalleri tüm dünyayı bir daha eskisi gibi olmayacak şekilde dönüştürmekte.

Ayrıca “erbab”, “üstad”, “hacker” olmak sadece belli bir alanla ilgili değildir. Örneğin Kandilli’ye gittiğinizde, vapur iskelesinin kapalı olduğu zamanlarda bile denize girmek isteyen çocukların iskelenin kilitli kapılarını nasıl “hack”leyerek, yüzmek üzere iskelenin ucuna dek gidebildiklerini görebilirsiniz. Kapılara hiçbir zarar vermeden!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 12 09 2008

TAKIYYENİN DANİSKASI


Bugün AB’ye girmeyi en çok savunur görünen hükümet ve onu oluşturan siyasi oluşum hiçbir AB ülkesinde uygulanmayan bir şeyi fiilen icra etmektedir. 21 yüzyılın ilk bölümünde bireylerin özgürlüğünün en önemli göstergelerinden birisi haline gelmiş olan interneti sansürleyerek (sansürlemeye çalışarak).


Fatih Altaylı’nın TV’de yayınlanan programında “Atatürk’ü seviyor musunuz?” diye sorulması üzerine “Atatürk’ü sevmiyorum” diyen iki kişi hakkında açılan davada Cumhuriyet Savcısı Muzaffer Yalçın takipsizlik kararı verdi. Savcı mütalasında şöyle yazmış:

“Onlar sevmiyor diye Atatürk değerinden hiçbir şey kaybetmez. Mustafa Kemal Atatürk ulusal bir kahramandır. Türk tarihi ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ve dünya tarihinde ulusal kahraman, devrimci olarak hak ettiği yeri almıştır. Atatürk, birisi kötü söz söyledi diye ne küçülür, ne de değerini korumak için özel kanunlara ihtiyaç duyar. Atatürk’ün hilafetçiler, şeriatçılar, bölücüler tarafından istenmediği, sevilmediği bir gerçektir. Sevmek ya da sevmemek bir gönül işidir, yani yürektedir. Eğer şüpheliler Atatürk’ü sevmiyorlarsa, Atatürk değerinden hiçbir şey kaybetmez.”

Oldukça mantıklı ve modern bir açıklama ve karar. Peki benzer şekilde bir kişinin Atatürk ile ilgili Youtube’a eklemiş olduğu birkaç videodan dolayı tüm Youtube sitesine (Atatürk ile, Türkiye Cumhuriyeti ile uzaktan yakından ilgisi olmayan milyonlarca video klibini içeren bir siteye) neden tüm Türkiye’nin erişmesi engelleniyor?

İki kadın altmış milyonun önünde kişisel görüşünü belirtebiliyor. Modern bir demokraside yaşandığı için de mahkemeler demokratik bir karar veriyor. (Örneğin bugün iki kadın bir Arap ülkesinde kendi ülkesinin (yaşayan ya da ölmüş) bir lideri hakkında benzer bir yorumda bulunabilir mi?) Peki youtube sitesine eklenen bir video Atatürk’ün değerini mi düşürüyor ki site o videolar erişime kapatıldığı halde aylardır toptan yasaklanmış, sansürlenmiş durumda?

Kendimizi aldatmayalım. Youtube sitesinin kapatılma nedeni bireylerin haber alma imkanlarının kısıtlanmasıyla ilgilidir. Kontrolün, sansürün her türlüsünü reddeden bir doğaya sahip, bu haliyle doğrudan demokrasinin yeryüzündeki her bir birey tarafından tam olarak idrak edilmesini sağlama potansiyeli olan internet bir ülkede yasaklanmaya çalışılıyorsa durup düşünmek lazım.

Cumhuriyet Savcısı “Atatürk, değerini korumak için özel kanunlara ihtiyaç duymaz” diyor. Atatürk’ün değeri, yapay bir şekilde, yandaşlarının ya da ardından gelenlerin icat ettiği propaganda ya da lobi faaliyetleriye oluşturulmamıştır. Atatürk değerini yaptıklarından ve onları yapış biçiminden alır. Atatürk hem bir ülkenin işgalden kurtulmasını sağlamıştır, hem ardından modern bir demokrasi kurmuştur hem de bunları halkıyla birlikte omuz omuza, göğüs göğüse yapmıştır. Atatürk’ün halkın içinde olduğu hangi fotoğrafında çevresinde insandan bir koruma duvarı olduğu görülmektedir? Hiçbirinde. Atatürk halkıyla içiçedir. Bugün de hepimizin gönlündedir. Dünya da dursa onu oradaki taçlandırılmış yerinden aşağı indirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir.

Türkiye bir yanda Avrupa Birliği’ne girmeye çalışıyor. Ağızlara sakız yapılmış bu tümce aslında gerisinde barındırdığı sonuçlar açısından önemlidir. Avrupa Birliği’ne girmek Türkiye’nin o birlik içindeki ülkelerde bireylerin sahip olduğu yaşam kalitesine ulaşmayı istemesi, kendi vatandaşlarını da en az o kalite düzeyine layık görmesiyle ilgilidir. Ya da ancak böyle olduğu sürece AB’ye girmek bir anlam ifade eder.

Bugün AB’ye girmeyi en çok savunur görünen hükümet ve onu oluşturan siyasi oluşum hiçbir AB ülkesinde uygulanmayan bir şeyi fiilen icra etmektedir. 21 yüzyılın ilk bölümünde bireylerin özgürlüğünün en önemli göstergelerinden birisi haline gelmiş olan interneti sansürleyerek (daha doğru bir ifadeyle sansürlemeye çalışarak).

AB’ye bu denli destek veren bir hükümet yargı sürecinde böyle bir kararın ortaya çıktığı anda derhal olayı incelemeye almalı ve konunun yasamayla, yürütmeyle ilgisini irdelemeliydi. Acaba bu sonuç bayatlamış ya da yanlış yorumlamaya açık kapı bırakmış bir kanun nedeniyle mi ortaya çıkmıştır diye (ki öyle!). Bunu tespit ettiğinde de kendi sorumluluk alanı olan yasama/yürütme sürecinde gerekli değişiklikleri yapmalı ve bu tür kaotik ortamların doğmasını engellemeliydi.

Böyle bir doğal refleksi olmayan yürütme merciinin AB’yi destekler tonda çaldığı müziğin tınısı ne kadar kulağa hoş gelse de ezeli hocaları geçtiğimiz günlerde net bir değerlendirme yaptı: “Onlar her zaman kardeşimiz, talebemiz, evlatlarımız, taraftarımızdır”.

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 05 10 2008

BİLGİ TOPLUMU İÇİN ALTILI KRİTERİ


Nasıl ki söz konusu olan şey cahillikten kurtulmak olduğunda en temeldeki gereksinim okuma/yazma bilmek ise söz konusu bilgi toplumu olduğunda en temelde sahip olunması gereken beceriler nelerdir?


“İnternet sanıldığı gibi bilgiye ulaşma aracı olarak kullanılmıyor. Şimdi internet-evlerindeki insanlar bundan bir kaç yıl önce kütüphanelerde değildi ki. ...”

Bu yorum, internete gönül vermiş sivil toplum örgütlerinin başlatmış olduğu INTERNETE SANSÜR DEĞİL SÜRAT GEREK isimli kampanya kapsamında açılmış olan web sitesine NEVBİDA isimli kullanıcı tarafından gönderilmiş. “İnternet”, “bilgi toplumu” gibi olguların ülkemizdeki halini ne güzel açıklıyor.

Bilgi Toplumu olmak kolay mı? Internet erişim figürleri kendi başına “bilgi toplumu olgunluğunun” ne düzeyde olduğunu açıklamak için yeterli mi? Elbette ki erişim sayısı önemli bir gösterge ama ne yazık ki “verimi” ölçme açısından hiçbir değer ifade etmiyor. Erişim kadar önemli olan bir diğer olgu da internete “ne için” erişildiğidir.

Internet erişimi sonuçta “bir değer katamıyorsa” daha ziyade “eğlenceye” yönelik faaliyetler için kullanılıyorsa, bu tablo ülkemizin “bilgi toplumu” olma yolunda bir arpa boyu yol alamadığının da açık bir göstergesi olacaktır.

“Bilgi Toplumu” olmak için pek çok kriter, kıstas ya da standard var. Ancak bunlar ne yazık ki daha ziyade yukarıda erişim örneğinde olduğu gibi işin “operasyonuna” yönelik. Kurulan o altyapıların, imkanların hangi amaçlarla kullanıldığının tespiti nispeten göz ardı ediliyor.

Temelde eksikliğini duyduğumuz şey ise kurulan bu altyapılarından verimli olarak istifade etmek için hangi bilgi donanımına sahip olmamızın gerekliliği. Nasıl ki söz konusu olan şey cahillikten kurtulmak olduğunda en temeldeki gereksinim okuma/yazma bilmek ise söz konusu bilgi toplumu olduğunda en temelde sahip olunması gereken beceriler nelerdir?

1990 yılında iki kütüphane uzmanının geliştirmiş olduğu ve Büyük Altılı (The Big Six) olarak bilinen bir metodoloji bu soruya cevap arandığında ilk akla gelenlerden. Robert Berkowitz ile Michael Eisenberg’in Bilgi Problemleri Çözümü (Information Problem Solving) adıyla kaleme aldıkları kitapta açıklanan bu altı aşamalı metod, dijital cahillikten kurtulmak isteyenlerin sahip olması gereken asgari becerilerin ne olması gerektiğini açıklıyor.

Bu altı aşama şunlardır:

1. İşin Tanımlanması, Gereksinim Duyulan Bilginin Belirlenmesi
2. Bilgi Arama Stratejileri
3. Tespit etme ve Erişim
4. Bulunan Bilginin Kullanılması
5. Sentezleme
6. Değerlendirme

Bu altı aşamayı irdelemek gerekirse; bugünün bilgi toplumunun üyesi olan bir vatandaşın şu becerilere sahip olması gerekmektedir:

Bilgiye gereksinim duyma nedeninin tam olarak belirlenmesi. Hangi sorunu çözmek ya da hangi kararı almak için bilgiye gereksinim duyuyorsunuz? Bunun için sahip olmadığınız bilgiler nelerdir? Bu bilgilere nasıl erişebilirsiniz? Ne tür bilgi kaynakları vardır? Bu bilgi kaynakları nelerdir; nerelerdedir; nasıl erişilebilir? Erişimin bedeli (zaman, para vb açıdan) nedir? O bedeli ödemeye değer mi? Birden çok kaynak söz konusu ise hangi durumda hangi kaynağı kullanmak daha verimlidir? Bilgiye ulaşıldığında bu bilginin aranan bilgi olduğunun ayırt edilebilmesi. Tespit edilen bilginin doğru ve sağlıklı bilgi olması; safsata olmaması. Bulunan bilgilerin bir araya getirilmesi, sentezlenmesi ve orijinal amaç için nasıl kullanılabileceğinin değerlendirilmesi. Bu süreç sonucunda arzu edilen amaca ulaşıldığından emin olunması (sorunun çözülmesi ya da kararın alınması).

Buna ek olarak bilgiye ulaşma ve kullanma sürecinin verimliliğinin de değerlendirilmesi gerekir. Acaba geçmiş olduğunuz yol en verimli yol muydu? Daha hızlı, daha ucuza vb yapabilir miydiniz?

Bir an için bu sürecin bir değerlendirme kriteri olduğunu varsayın ve gerek kendinizi, gerek çevrenizdeki bireyleri gerekse de içinde yaşadığınız toplumu, toplulukları değerlendirin. Şimdi de şu soruya cevap arayın: Bilgi Toplumu olma yolunda birey olarak, topluluk olarak, toplum olarak neredesiniz?

Interneti sansürlediklerini sananları, başlarına gelen felaketleri “taktir-i ilahi” olarak yorumlayanları bir de bu açıdan değerlendirin!

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 29 08 2008

DANONE ve BİLMEK/İNANMAK


Tek eksiğimiz, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımız bir konuda bile zihnimizin anında fikir üretmeye başlaması ve nesnel bilgiyi arayıp öğrenmek yerine ürettiğimiz o öznel fikirlere inanmak istemesi.


Danone Firması’nın akşamları eve giderken arabada dinlediğim radyo kanallarına vermiş olduğu bilgilendirici reklam olmasaydı, belki de geçtiğimiz günlerde eposta kutuma düşen “spam mesajını” dikkate almadan silecektim.

Reklamdan da belli olduğu üzere birileri oturup Danone firmasının aleyhine bir eposta oluşturmuş ve bunu internet üzerinde yaymış. Hatta anlaşılan bu eski bir hikaye ama bu aralar yeniden alevlendirilmeye çalışılıyor.

Gelen spam mesaja baktığımda, altında ziraat fakültelerimizden birinde hocalık yapan bir profesör doktorun adının yazdığını ve firmanın ürünlerinin güya laboratuvarlarda yapılan testler sonucunda yiyenlerin gelişimini olumsuz yönde etkileyecek maddeler içerdiği açıklamasını gördüm.

Bu mesaj bu haliyle tıpkı şuna benzemekte: Elinize bir kağıt kalem alın, gözünüze bir özel banka kestirin ve kağıda şöyle bir şey yazın: “Bu kağıdı getiren vatandaşa ne kadar para istiyorsa verin”. Sonra da bu mesajın altına o bankanın patronunun ismini yazın. İsmin altına sahte imza atmaya bile yeltenmeyin.

Bu kağıdı o bankanın bir şubesine götürdüğünüzde size inanıp da ne kadar para istediğinizi soracak kaç tane şube müdürü ya da personeli çıkar? Hiç! Böyle bir şeyi yaptığında başına bir bela gelmeyeceğine, dilediği parayı alabileceğine inanan kaç kişi çıkar? Yine hiç!

Benim anlamakta güçlük çektiğim şey böyle bir olayı dijital ortama taşıdığımızda bir anda bu mesaja inanan, sonra da onu sağa sola yollayıp “başkaları da öğrensin” diyen azımsanmayacak bir kitlenin olması. Ki gerek firma reklamlar vererek, hukuki yollara başvurarak bu durumu düzeltmeye çalışıyor gerekse de ismi kendi bilgisi dışında böyle bir sahte eposta gönderme işine karışan sayın profesörümüz ta 2006 yılında konuyla ilgili olarak web sitelerine vermiş olduğu mülakatta günde düzinelerce eposta ve telefon aldığını ve her birine de tek tek cevap vererek konuyla ve orada belirtilen açıklamalarla bir ilgisinin olmadığını belirtiyor ve “internetin özgürlüğü hayatımı kararttı” diyor.

Sayın profesörün hayatını karartan şey aslında internetin özgürlüğü değil de o özgürlüğü idrak edemeyen bireylerin bilgi eksikliği sonucunda gerçekleştirdikleri hatalı eylem.

Aldığı bu mesajı, aslını astarını araştırmadan adres defterindeki herkese yollayan ve böylece bilgi çağında üstüne düşeni yaptığına inanan kişilerden birisi acaba yukarıdaki farazi bankanın bir şube çalışanı olsa elinde öyle bir kağıtla karşısına gelen bir vatandaşa da istediği parayı verir miydi?

Peki böyle bir mesaj aldığınızda yapılacak en kolay şey nedir? Şudur: O da mesajın içindeki anahtar kelimeleri Google’a girip ufak bir araştırma yapmak.

Böyle bir şey yaptığınızda daha ilk sayfada Danone’nin kendi web sitesinde ilgili mesajda adı geçen profesörün açıklamasının yayınlandığı bir linki göreceksiniz. O linki tıkladığınızda da profesörün konuyla ilgisi olmadığını ve mesajda yazan şeylerin asılsız olduğunu öğrenebilirsiniz.

Hatta bunu bile firmanın bir hilesi olarak değerlendirebilecek araştırmacı şüpheciler için profesörün başka web sitelerine vermiş olduğu mülakatlar var.

Üç dört tıklama yaparak bu sayfaları okuyup, hangi bilginin daha doğru olduğuna kanaat getirdikten sonra o epostayı gönderen kişiye gönderdiği şeyin asılsız olduğunu bildiren bir eposta göndermek çok mu zor? Çok mu insanlık dışı? Çok mu ütopik?

Hayır ne zor; ne insanlık dışı; ne de ütopik. Tek eksiğimiz, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığımız bir konuda bile zihnimizin anında fikir üretmeye başlaması ve nesnel bilgiyi arayıp öğrenmek yerine ürettiğimiz o öznel fikirlere inanmak istemesi (“böyle bir eposta geliyorsa doğrudur”). Ve derhal bunun savunuculuğunu üstlenerek aslında suça ortak olmak (asılsız epostayı sağa sola göndererek).

İnanç olgusu dini konulardan dışarı çıkıp dünyevi konulara da hükmetmeye başladığında işte karşımıza böyle (sorgulamayan) bireyler çıkarıyor. İlk bakışta hiç ilgisi yokmuş gibi görünüyor değil mi?

Cumhuriyet Bilim Teknoloji - Ooof Off Line Köşesi - 22 08 2008