Açık Sistemler, internet teknolojilerinin öncülerinden olan Sun Microsystems’in vizyoner başkanı Scot McNeally, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada Bilgi Çağı’nın sona erdiğini, artık Katılım Çağı’na girildiğini belirtmiş.
Katılım Çağı’ndan kastedilen, her gün milyonlarca kişinin sanal aleme katılmakta olduğu. Bu model çerçevesinde McNeally’nin çizdiği stratejik yol da “paylaşımcılıktan” geçiyor. Paylaşılabilecek altyapılar, yazılım vb.
Aslında bu uzun yıllardır Sun’ın “Ağın Kendisi Bilgisayardır” vizyonunun biraz isim değiştirmiş hali. Ağın kendisinin bilgisayar olması aslında bir yerde bilgisayar üreticilerine zararı dokunacak bir kavram. Sun 90lı yıllarda Java Device ile bu savaşa girmeye çalışmış ancak bir sonuç elde edilememişti.
Buradaki temel motivasyon neydi? Masanın üstündeki cihazı mümkün olduğunca basitleştirmek (böylece ucuzlatmak) ve gündelik hayatta bir bilgisayardan beklenen gereksinimleri internet üzerinden erişilen hizmetlerle sağlamak.
Örneğin bir makale mi yazmak istiyorsunuz? Net üzerinden erişeceğiniz bir kelime işlemci yazılım (yani MS Word’ün muadili) size bu hizmeti verebilir. Ya da sabit diskinizde kişişsel dosyalarınızı mı saklıyorsunuz? Buna gerek yok. Net üzerinde, fiziksel olarak nerede olduğunuzu bilmeniz gerekmeyen bir yerde sizin adınıza bir disk var. Herşeyinizi oraya saklayabilirsiniz.
Bugün bence hala dünya bu vizyona hazır değil. Hazır olmaması talepten ziyade arz kanadındaki iş stratejileriyle ilgili bir konu. Belki birkaç on yıl sonra holografik teknolojiler gelişip de bilişim için silikona gereksinim kalmadığında ağın kendisinin bilgisayar hale gelmesi, getirilmesi de pratik olarak gündeme gelebilecek.
O güne kadar içinde bulunduğumuz çağa bilgi çağı demek ile katılım çağı demek arasında bence pazarlama faaliyeti ötesinde bir fark yok. Pazarlama dünyasının her gün yeni bir manşetle karşımıza çıkması gerekliliği var. Manşetin işaret ettiği şeyin uzun zamandır zaten orada duruyor olması başkalarının sorunudur – pazarlamacıların değil.
Evet bilgi çağı tanımı gereği insanları internete, sanal dünyaya katılmaya zorluyor. Katılımcılık bu açıdan bakıldığında bilgi çağı araçlarının doğal olarak bireyleri ve firmaları atmaya zorladıkları bir adım. Tıpkı globalleşme stratejisinin bilgi çağı zorunlu adımını attırdığı gibi.
Ancak yine de katılımcılığı bir çağ olarak değerlendirmek bana biraz kolay tanım gibi geliyor. Bir başka deyişle ortaya atılan yeni bir alternatif. Eğer yeterince ses getirirse gerçekten de bir anda hepimiz katılım çağı demeye başlayabiliriz. Getirmezse de diğerlerinin mezarlıktaki yerlerinin yanında yerini alacak. Tıpkı ölüp giden “Bilgi Otobanı” gibi...
Bu açıdan bakınca insan biraz şaşırıyor. Ne yani birileri gelişmelere bakıp buna şu adı verelim diyor da kabul görürse gerçekten de o isim o devri tanımlar hale mi geliyor ? Bunun daha “ciddi” bir süreci yok mu?
Görünen o ki yok. Bilgi Çağı kavramı da aslında bir yerde globalleşme gibi daha tüyleri diken diken eden olguyu gölgesinde saklamak ve biraz olsun şimşekleri üstüne çekmekten korumak için icat edilmiş bir kavram değil mi?
Sonuçta baktığınızda bilgi çağı olgusunun empoze ettiği şey bir yerde global anlamda devinim sağlamayı gerektirici faaliyetlerde bulumak (bu faaliyetler ticari olabilir, siyasi olabilir, eğitim ya da başka bir konuyla ilgili olabilir – ama artık hepimizin zihninin bir kenarında şu imaj silinmez bir şekilde yer alıyor : Globali, globaleşmeyi dikkate almadan hareket etme).
Türkiye özelinde bu globalleşme lafı ile Avrupa Birliği süreci lafı atbaşı gidiyor. Hatta çoğu zaman ikincisi önde. Öyle ki AB süreci olmasa biz hiçbir şeyi yapabilecek beceride, motivasyonda, bilgi düzeyinde vb değiliz. Böyle bir tablo çiziliyor.
O nedenle bilgi çağını kaçırdık, bari katılım çağını yakalayalım vb gibi tedirginliklere gerek yok. Bugün bırakın bilgi çağını daha sanayi çağını yakalayamamış olan bölgeler, insanlar bizim ülkemizde de var – ABD’de de, Avrupa’da da.
Hazmetmeden ilerlemeye çalışmak bizi başkalaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda içinden geçtiğimiz süreci de idrak etmemizi engelleyici bir unsur haline geliyor.
Katılım Çağı’ndan kastedilen, her gün milyonlarca kişinin sanal aleme katılmakta olduğu. Bu model çerçevesinde McNeally’nin çizdiği stratejik yol da “paylaşımcılıktan” geçiyor. Paylaşılabilecek altyapılar, yazılım vb.
Aslında bu uzun yıllardır Sun’ın “Ağın Kendisi Bilgisayardır” vizyonunun biraz isim değiştirmiş hali. Ağın kendisinin bilgisayar olması aslında bir yerde bilgisayar üreticilerine zararı dokunacak bir kavram. Sun 90lı yıllarda Java Device ile bu savaşa girmeye çalışmış ancak bir sonuç elde edilememişti.
Buradaki temel motivasyon neydi? Masanın üstündeki cihazı mümkün olduğunca basitleştirmek (böylece ucuzlatmak) ve gündelik hayatta bir bilgisayardan beklenen gereksinimleri internet üzerinden erişilen hizmetlerle sağlamak.
Örneğin bir makale mi yazmak istiyorsunuz? Net üzerinden erişeceğiniz bir kelime işlemci yazılım (yani MS Word’ün muadili) size bu hizmeti verebilir. Ya da sabit diskinizde kişişsel dosyalarınızı mı saklıyorsunuz? Buna gerek yok. Net üzerinde, fiziksel olarak nerede olduğunuzu bilmeniz gerekmeyen bir yerde sizin adınıza bir disk var. Herşeyinizi oraya saklayabilirsiniz.
Bugün bence hala dünya bu vizyona hazır değil. Hazır olmaması talepten ziyade arz kanadındaki iş stratejileriyle ilgili bir konu. Belki birkaç on yıl sonra holografik teknolojiler gelişip de bilişim için silikona gereksinim kalmadığında ağın kendisinin bilgisayar hale gelmesi, getirilmesi de pratik olarak gündeme gelebilecek.
O güne kadar içinde bulunduğumuz çağa bilgi çağı demek ile katılım çağı demek arasında bence pazarlama faaliyeti ötesinde bir fark yok. Pazarlama dünyasının her gün yeni bir manşetle karşımıza çıkması gerekliliği var. Manşetin işaret ettiği şeyin uzun zamandır zaten orada duruyor olması başkalarının sorunudur – pazarlamacıların değil.
Evet bilgi çağı tanımı gereği insanları internete, sanal dünyaya katılmaya zorluyor. Katılımcılık bu açıdan bakıldığında bilgi çağı araçlarının doğal olarak bireyleri ve firmaları atmaya zorladıkları bir adım. Tıpkı globalleşme stratejisinin bilgi çağı zorunlu adımını attırdığı gibi.
Ancak yine de katılımcılığı bir çağ olarak değerlendirmek bana biraz kolay tanım gibi geliyor. Bir başka deyişle ortaya atılan yeni bir alternatif. Eğer yeterince ses getirirse gerçekten de bir anda hepimiz katılım çağı demeye başlayabiliriz. Getirmezse de diğerlerinin mezarlıktaki yerlerinin yanında yerini alacak. Tıpkı ölüp giden “Bilgi Otobanı” gibi...
Bu açıdan bakınca insan biraz şaşırıyor. Ne yani birileri gelişmelere bakıp buna şu adı verelim diyor da kabul görürse gerçekten de o isim o devri tanımlar hale mi geliyor ? Bunun daha “ciddi” bir süreci yok mu?
Görünen o ki yok. Bilgi Çağı kavramı da aslında bir yerde globalleşme gibi daha tüyleri diken diken eden olguyu gölgesinde saklamak ve biraz olsun şimşekleri üstüne çekmekten korumak için icat edilmiş bir kavram değil mi?
Sonuçta baktığınızda bilgi çağı olgusunun empoze ettiği şey bir yerde global anlamda devinim sağlamayı gerektirici faaliyetlerde bulumak (bu faaliyetler ticari olabilir, siyasi olabilir, eğitim ya da başka bir konuyla ilgili olabilir – ama artık hepimizin zihninin bir kenarında şu imaj silinmez bir şekilde yer alıyor : Globali, globaleşmeyi dikkate almadan hareket etme).
Türkiye özelinde bu globalleşme lafı ile Avrupa Birliği süreci lafı atbaşı gidiyor. Hatta çoğu zaman ikincisi önde. Öyle ki AB süreci olmasa biz hiçbir şeyi yapabilecek beceride, motivasyonda, bilgi düzeyinde vb değiliz. Böyle bir tablo çiziliyor.
O nedenle bilgi çağını kaçırdık, bari katılım çağını yakalayalım vb gibi tedirginliklere gerek yok. Bugün bırakın bilgi çağını daha sanayi çağını yakalayamamış olan bölgeler, insanlar bizim ülkemizde de var – ABD’de de, Avrupa’da da.
Hazmetmeden ilerlemeye çalışmak bizi başkalaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda içinden geçtiğimiz süreci de idrak etmemizi engelleyici bir unsur haline geliyor.
Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik Eki'nde yayınlanmıştır (29 04 2006)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder